Kültür
Giriş Tarihi : 20-08-2017 11:00   Güncelleme : 20-08-2017 10:56

Ân-I Dâim

Âşinası olmadığınız bir otel odasında uykuya dalıyorsunuz. O kadar yorgunsunuz ki başınızı yastığa koyduğunuz anda derin bir uykunun kollarına bırakıyorsunuz kendinizi. Ama unuttuğunuz bir şey var, o odada sizden önce kalan misafir saatin uyandırma alarmını kurmuştu.

Ân-I Dâim

 Uykunuzun en sıcak yerinde canhıraş bir ses sizi dünyaya ve gerçekliğe çağırıyor şimdi. Panik içinde bir karanlığa uyanıyor ve acıyla fark ediyorsunuz. Kiralık bir odadasınız. Sadece bir geceliğine tuttuğunuz bir odada. Orası sizin mülkünüz değil, az önce gördüğünüz o düş de hakikat değil. Fanilik, bir uyandırma çağrısı gibi bizi uykularımızdan sesliyor. Bir ömürlük misafirlikte bulunduğumuz bir dünyadan, sıramız geldiğinde gidiyoruz. Hayatın trajedisi ölmek değil, yaşarken içimizde ölmesine izin verdiklerimizdir. Korkularımız ölümü durdurmuyorsa bile hayatı durduruyor. İşe ayarlanmış hayatlarımızda hep ‘verimli zaman’dan bahsediliyor, bu da günümüz insanını ‘var olmak için mantıklı bir sebebi olmayan bir varlık’ kılıyor.  Ölümün kol gezdiği bir dünyada, hayatı bereketlendirmenin ve zamanı daha hayırlı kılmanın bir yolunu bulmamız gerekmez mi?

‘Vakit nakittir’ anlayışı, her birimize bahşedilmiş en değerli hediye olan zamanı israf edilebilir, kullanılıp atılabilir bir eşyaya dönüştürüyor.  Sanayi toplumu nihayetinde işçinin zamanını satması üzerine temelleniyor. Saatlerin tahakkümü olmaksızın emeğin bölüşümü imkânsız. Lewis Mumford’un söylediği gibi, ‘Modern endüstri toplumunun anahtar makinesi, buhar makinesi değil saattir’. Ancak mekanik zamanın hayatlarımıza tasallutu sadece teknolojik sıçramalara eşlik etmiyor, hayatlarımızı temelli bir biçimde dönüştürüyor da. Vaktin hayra değil de nakde tebdil edilmesi gerektiği anlayışı, hayatlarımızı yoksullaştırıyor. Zamanı bir dizi tutsaklığa kendimizi mecbur ederek yaşamak yerine, onu kendi seçimlerimize göre tayin etmek, bizi zaman baskısından kurtarabilir. ‘Şunu yapmalıyım, şuraya gitmeliyim, şu hazzı tatmalıyım’ tarzı düşünceler bizi kendi hayatımıza karşı borçlu çıkarıyor. Hayatın her dakikasını bir etkinlikte doldurmak istediğimizde, varoluş amacımızı unutuyoruz. Saatlerin zamanı, duyguların zamanını boyunduruk altına alıyor. Rüzgârda bir yaprak gibi yaşanan zamanın peşinde sürükleniyor, kendi içsel ritimlerimizin zamanına yabancılaşıyoruz. Oysa ruhsal kuvvetin bir ölçüsü de hayatımızın hızını tayin edebilmektir. Durup kendimize ve âleme bakmamız gerek, şeylerin kozmik düzeninde hayatımızı nereye yerleştiriyoruz? Yaşadığımız hayat bizi nereye götürüyor ve ‘başarı basamakları’nı tırmanırken neyi yere düşürüyor, neyi değersizleştiriyoruz? Ona sırtımızı dönsek dahi, kendi ölümümüzden ne kadar uzağa gidebiliriz?

Cetlerimizin sadece savaş meydanında tattığı heyecanları, bugün sıkıştırılmış hayatlarımızın her bir gününde yaşıyoruz. Her yeni uyaran dikkatimizi çeliyor ve ‘sonsuz dikkat dağınıklığı’ içinde birbirimizi dahi dinleyemez hale geliyoruz. Parçalanmış zaman.  Dikkat süzgeçlerimiz öylesine çok gözenekli ve geçirgen hale geldi ki her yeni uyaran kolaylıkla bilincimize erişiyor ve bizi baştan çıkarabiliyor.

Sonuç: Kendi içsel ritim ve zamanını bir türlü yaşayamayan, dışarıdan gelen ritimlerin kölesi olmuş insanlar. Hız da, narkotik maddeler gibi alışkanlık yapıyor.

Peki, ne yapacağız? Zamanın adeta donduğu anlar vardır. Bir güzellik karşısında haşyet, bir ibadet anında huşu, sevgi dolu bir buluşmadaki vecd bizi zamanın ötesine taşır. Kendimizi daha büyük bir bütünün parçası olarak hissettiğimiz ve ruhumuzun kâinattaki o muhteşem âhenkle birlikte çağladığı anlar. Buna ‘akış’ deniyor, zamanın geçtiğini hissetmediğinizde bir akışın, bir çağıltının içindesiniz demektir. Bu anlar hayatınızda ne kadar fazlaysa, hayatınızın dizginlerini o kadar elinizde tutuyorsunuz. Bunun için ısrarla dikkatimizi yoğunlaştırmayı başarmamız gerekiyor. Şevk ve iştiyak, ısrarlı bir dikkat gayretiyle zuhur eder. Vakit ayırdığımız, üzerine emek harcadığımız şey bize bir süre sonra daha sevimli gelir. ‘Akan ırmak değil sudur, geçip giden yıllar değil biziz’ demiş bir şair. Geçip gittiğimiz bir hayatta varlığa kendimizden solgun bir iz bırakabileceksek eğer, o da zamanı hayra çevirmekle olabilir ancak. Bulunduğumuz her ân, hayatı ışıklandırmak için bir fırsattır.

İnsan ebedi olan ile fani olanın karşılaşmasıdır. Ölümlülüğünü idrak edebiliyor olmasıyla ölümsüzlüğe kanatlanır.  Nasr’ın sözleriyle, ‘Ebedi olan ruhun asıl ikametgâhı gibidir, kaybolmuş olan bu ikametgâh ruh tarafından dünyevi sürgününde her yerde aranır’. Güzellik, kutsal sanat marifetiyle ebediyetin bir tecellisi olarak karşımıza çıkar. Ebedi olan güzelde kendisini gösterir. Bir gece vakti sakin gölün üzerine oynaşan ay ışığı bizi fanilik zamanından çıkararak bir vecd, bir akış haline taşır. Güzelliğin tecrübesiyle benliği ve bildik zamanı geride bıraktığımız, ebediyete dokunduğumuz bir manevi yolculuk başlar. Ân-ı dâim. Ezelin ebed içinde dürüldüğü ân. ‘Ruhu tam doyuran o kesif ürperme’. Güzel, ebedi olanın zamanda vücut bulmasıdır. Serpilen her çiçek Ebedi Âlem’den bize bir çağrı getirir ve bize zeval bulacak bir dünya için yaratılmadığımızı, bu dünyanın ötesinde bir kader için doğduğumuzu söyler. Zamanın içinde yaşıyoruz ama zamanın ötesine aitiz. İbadet, hatırlayış ve iyilik, birer simyacı gibi zamanı dönüştürür. Ezel ve ebed arasında bir salıncaktayız ve vakti bereketlendirerek, onu hayra tabi kılarak ruhun sonsuzluk özlemini dindiriyoruz.

İçimizde gidilmemiş yerlerin değil, harekete geçirilmemiş bir iyiliğin borcu saklı duruyor. Keşfedilmemiş bir güzellik, hakkıyla tecrübe edilmemiş bir hayret ve haşyet hissi bizi bekliyor. Bedenin gibi, canın gibi, zaman da sana bir emanettir. Dikkatini saf ve diri tut, şimdiyi genişlet. Zikr-i dâim ile vakit atını öteler sür ki, ân-ı dâim yoldaşın olsun. ‘Dem bu demdir, dem bu demdir, dem bu dem’.

Kemal Sayar

http://www.gercekhayat.com.tr

adminadmin