Köşe Yazıları
Giriş Tarihi : 05-08-2012 13:04   Güncelleme : 05-08-2012 13:04

Necip Fazıl çağı

  “Bir mısraı, bir millete şeref vermeye yeter!” Hasımları bile onun için böyle diyordu

Necip Fazıl çağı
 
“Bir mısraı, bir millete şeref vermeye yeter!” Hasımları bile onun için böyle diyordu. Büyük şair ve mütefekkir Üstat Necip Fazıl Kısakürek’i vefatının 28. yılında rahmetle anıyoruz.
 
Tarihin akışı içinde milletlerin hayatına yön veren temel unsurların başında hiç şüphesiz tarihi ve coğrafyası gelir. Tarih ve coğrafya, milletler için adeta kaderdir. Kültür, nüfus, ekonomik ve askeri güç ise tarih ve coğrafya unsurunu takip eder.

Fakat bu konular ele alınırken genellikle dikkatlerden kaçan bir büyük unsur daha vardır ki, o da o milletin yetiştirdiği yüce şahsiyetler, seçkin düşünürler; eserleriyle toplumuna ve hatta bütün bir insanlığa yol gösteren büyük fikir ve sanat adamlarıdır. Büyük devlet adamı da bu cümledendir.
 
Ülkelerin sabit ve potansiyel güç kaynaklarının hem yorumlanması, hem yönlendirilmesi o büyük şahsiyetin belirmesiyle mümkün olur. Daha doğrusu var olan ve var edilebilecek güç kaynaklarının doğru anlamlandırılıp harekete geçirilmesi, ancak bir büyük düşünürün millete yeni bir yorum sunması; yeni ufuklar göstermesiyle mümkün olur.
 
Aydınlar dediğimiz toplumların eğitimli, ufuk ve vizyon sahibi yönetici sınıfı da bir başka güç kaynağıdır. Ancak aydınlar bile fonksiyonlarını, sözünü ettiğimiz “büyük şahsiyetin” belirmesi ile yerine getirebilirler. Ufuk açan düşünceleri, hayat görüşü ve tutumuyla toplumun okumuşlar sınıfını harekete geçirir. Öncü düşünürden mahrum ülkelerin aydınlar topluluğu, basit bir teknokratlar topluluğu gibi davranırlar.
 
Sözü tekrar Üstat Necip Fazıl Kısakürek’e getirmek istiyorum. Çağlara isim verme işini büyük mütefekkirler üzerinden yapacak olursak, ülkemizin halen “Necip Fazıl-Sezai Karakoç çağı”nı yaşamakta olduğunu söyleyebiliriz. Nasıl bir Mevlana Çağı varsa, bir Yunus Emre çağı varsa, günümüzde de aynı anlamda olmak üzere bir Büyük Doğu- Diriliş çağını yaşamaktayız. Mevlana ve Yunuslar bir yandan Haçlı saldırılarının, öte yandan Moğol yıkımlarının bütün varlığımızı harabeye çevirdiği bir asırda peş peşe gelen ve ateşli soluklarıyla yeniden bir diriliş başlatan büyük öncülerdi.
 
Kısakürek ve Karakoç ise Balkan Savaşlarının ve Birinci Dünya Savaşı’nın yakıp yıktığı, Hıristiyan Batı’nın İslam coğrafyasını hemen tümüyle işgal ve istila edip Büyük Ülkemizi parçalara böldüğü ve bizi tarihten silmek istediği bir dönemin sonunda gelmişlerdir. Düşmanlarımızın “siz öldünüz!” telkinleri altında, millet olarak gerçekten de öldüğümüze inanmaya başladığımız bir anda milletimizin evlatları arasından çıkagelen bu büyük şahsiyetler bir kere daha “Diriliş Sûrunu” üflemişlerdir.
 
1904 yılı mayıs ayında İstanbul’da büyük bir konakta doğmuş olan Necip Fazıl Kısakürek, yine bir mayıs ayında 26 Mayıs 1983’te 80 yaşında vefat ettiğinde, ardında 80’den fazla eser bırakmıştı. Ancak “eserleri” asla yazdıklarından ibaret değildir. Yetiştirdiği aydınlar da onun eseridir, kitaplarını okuyup hayatlarına yön verenler de onun eseri.
 
Nitekim kendisi de buna işaret etmiş; mesela Sezai Karakoç için “en büyük eserim” demiştir. Öyle ki Karakoç 1949’da henüz 17 yaşında Gaziantep Lisesi öğrencisiyken yazdığı şiir ve gönderdiği mektupla Üstadın dikkatini çekmiş, Karakoç da, Mülkiye’ye başladığı 1950’den itibaren daima Necip Fazıl’ın en yakınında bulunmuştur.
 
Necip Fazıl, genç aydınlara büyük kıymet vermiş, yazmalarına, düşünmelerine, hatta yaşamalarına yüksek bir standart getirmiş, onların özgüvenlerini güçlendirici bir anlayışla, saygın ve öncü kişiler olarak yetişmelerine dikkat göstermiştir. Büyük Doğu, toplumumuza gerçekten çok sayıda “insan” yetiştirmiş, asıl yatırımını insana yapmış her bakımdan bir okul işlevi görmüştür.
 
Çoğu kere kıt imkânlarla çıkardığı Büyük Doğu dergisiyle milletimize seslenip; onu bir uyanışa ve bir yeniden doğuşa çağırmış, tek başına bir kamuoyu oluşturmayı başarmıştır. “Büyük Doğu”, aynı zamanda Anadolu şehirlerinin parasız yatılı okullarından çıkıp gelmiş temiz yaratılışlı, zeki ve yetenekli genç aydınların kendi ruhlarındaki cevheri keşfettikleri bir ocak olmuştur.
Büyük Doğu’nun çıkmadığı dönemlerde aynı hizmeti Diriliş dergisi görmüştür. Mehmet Âkiflerden, Bediüzzamanlardan, Necip Fazıllardan devralınan bir “mukaddes emanet” gibi “dava”, günümüzün genç aydınlarına Karakoç tarafından aktarılmıştır.

Üstat Necip Fazıl’ı ısrarla “Kaldırımlar” vb. birkaç gençlik şiiriyle anmak isteyenler, Karakoç’u da ısrarla “şair” olarak niteliyorlar. Sonra da 18 yaşında yazdığı “Monna Rosa” adlı şiirine “hapsetmek” istiyorlar. Sebep? Uğruna bir ömür harcadıkları mübarek İslam davasını; “İslam Milletinin ve İslam Medeniyetinin Dirilişi” davasını gözlerden saklamak için. Belki bize de bir görev, bir sorumluluk düşer korkusuyla düşünce eserlerinden kaçmak için! Dünya görüşlerinden, hayat prensiplerinden, çağa karşı aldıkları tutum ve pozisyondan çıkacak dersleri üstümüze alınmamak için. Mum ışığı altında, baygın müzikler eşliğinde, kızlı erkekli meclislerde aşk şiirleri okumak daha kolay geliyor bize!
 
Fakat güneş balçıkla sıvanmıyor. Yaşamakta olduğumuz çağ Necip Fazıl-Sezai Karakoç çağı olduğu gibi, gelecek yüzyılı şekillendirecek olan da onların fikirleridir. İslam Milleti’nin ve İslam Ülkesi’nin gelecekte alacağı biçim, bu öncü şahsiyetlerin ruhlarımıza çizdiği haritaların izdüşümünden ibaret olacaktır.
adminadmin