Kültür
Giriş Tarihi : 23-12-2018 12:30   Güncelleme : 23-12-2018 13:58

Nurettin Topçu ve Hareket Felsefesine Dair

Nurettin Topçu ve Hareket Felsefesine Dair

NURETTİN TOPÇU KİMDİR

Nurettin Topçu, 1909 yılında İstanbul şehrinde doğar ve 10 Temmuz 1975 tarihinde İstanbul’da vefat eder. Erzurumlu bir ailenin çocuğu olmasına rağmen çocukluğu ve gençliği İstanbul’da geçer.

Nurettin Topçu, Osmanlı devlet teşkilatına bağlı olan Valide Sultan Mektebi’ne yazılarak öğrenim hayatına başlar. Bu mektebi tamamladıktan sonra Büyük Reşit Paşa Numune Mektebi’ne, Vefa İdadisi ve sonra da İstanbul Lisesi’ne yazılır. Bu döneme kadarki öğrenim süreci, Nurettin Topçu’ya, Doğu kültürünü ve geleneğini tanıma fırsatı verir. Bu tahsilleri bitirmesinin akabinde, Fransa’da 6 yıl sürecek bir eğitim bursu kazanır. Buradaki eğitim imkânı ise ona Batılı ilimleri öğrenme fırsatı sunar.

1928-1934 yıllarında Fransa’da bulunan Nurettin Topçu, lise uyuşmazlığı nedeniyle Fransa’daki Bordeaux Lisesi’ni tamamlar ve sonra da Sorbonne Üniversitesi’nde felsefe eğitimi alır. Aynı üniversitede akademik çalışmasına başlayarak yüksek lisans ve doktora eğitimini tamamlar. Sorbonne’de doktora yapan ilk öğrenci olan Nurettin Topçu’nun doktora çalışmasının adı, İsyan Ahlâkı olarak dilimize çevrilir.

Nurettin Topçu, Fransa’daki öğrenim hayatında tanıştığı ve hareket felsefesinin kurucusu olan Maurice Blondel’in etkisinde kalarak, kendi fikir dokusunun oluşmasına dair ilk adımını atmış olur. 1939 yılında ise Nurettin Topçu, Hareket adlı dergisini çıkarmaya başlar.

Nurettin Topçu, 1934 yılında Türkiye’ye döndükten sonra ilk olarak Galatasaray Lisesi’nde ve birçok farklı lisede felsefe öğretmenliği yapar. Sezginin Değeri adlı çalışmasıyla da doçentlik unvanını alır.

Nurettin Topçu’ya göre Batıcılık, hiçbir zaman taklitçiliğin ötesine geçemez. Hattâ Batıcılığı aşağılık duygusu olarak görür. Zira Batı kültürü, ruh olarak bizim kültürümüze yakın değildir. Bizim kültürümüze yakın olan Doğu kültürü olduğu için, Doğu medeniyetine bağlanmanın münasib olduğunu düşünür ve savunur. [1]

Eserleri: Türkiye’nin Maarif Davası, İsyan Ahlâkı, Yarınki Türkiye, İslâm ve İnsan, Ahlâk Nizamı, İradenin Davası, Mehmed Akif, Felsefe, Büyük Fetih, Bergson, Amerikan Mektupları Düşünen Adam Aranızda, Ahlâk, Devlet ve Demokrasi, Sosyoloji, Millet Mistikleri, Psikoloji, Mantık, Mevlana ve Tasavvuf, Reha, Kültür ve Medeniyet, Taşralı, Varoluş Felsefesi Hareket Felsefesi, Var Olmak.

ESERİN İÇİNDEKİLER

Birinci Bölüm: Özcü Felsefe (Teleolojik Özcülük – Eflatun’un Özcülüğü, Kavramcı Özcülük – Aristo’nun Kavramcılığı – Saint-Thomas’ın Kavramcılığı – İlimci Kavramcılık), Varoluş Felsefesi, Ateist Egzistansiyalizm (Dünya – İnsan – Allah), Hıristiyan Egzistansiyalizmi (Varlık). İkinci Bölüm: Hareket Felsefesi.

Nurettin Topçu’nun Varoluş Felsefesi – Hareket Felsefesi adlı eseri, egzistansiyalist felsefenin kendisi ile zıt kutubta bulunan özcü felsefenin anlaşılması için kaleme alınmış bir eserdir. Nurettin Topçu’nun bu eseri, iki ana bölümden meydana gelir. İlk bölüm, dört kısımdan oluşur. İlk bölümün amacı, ana hatlarıyla felsefî gelenekte ortaya konulmuş olan sistemleri dile getirmektir. İkinci bölüm ise, bu geleneklere karşı olarak yazılmış ve Nurettin Topçu’nun, Maurice Blondel’in Action adlı eserinden yapmış olduğu bir tercümeye dayanır.

ESERİN KONUSU

Öz felsefe ile egzistansiyalist felsefe arasındaki ilişki şu şekildedir: “Ben bir insanım” dediğim zaman, CÜZ’İ-TEKİL olarak “ben”den mi bahsedilmekte, yoksa “ben”in arkasında yatan KÜLLÎ-TÜMEL bir kavram olan “insan”dan mı bahsedilmektedir? Bu iki felsefe arasındaki temel fark tam da burada ortaya çıkmaktadır ki, insanın özüyle varoluşu birbirinden koparılır ve özcü filozoflara göre “ben” denilen şey insan’dan başka bir şey değilken, egzistansiyalistlere (varoluşçulara) göre ise “ben” denilen şey cüz’i olarak ben’den başka bir şey değildir, hattâ arkasında bir sebeb aramak doğru değildir.

Özcü Felsefe

Asıl tezleri, özün, varlıktan önce geldiğine dairdir. Bunun anlamı, varlığın arkasında yatan bir özün olduğuna dairdir. Ferdî-tekil olarak gördüğümüz her şeyin küllî bir gerçekliği vardır. Dünyada görülen her şeyin dayandığı bir temel ve gerçeklik vardır. Bu gerçek temel, yâni küllîlik, “öz”dür; “varoluşlar” ise, özün vücud bulmuş hâlidir. Diğer bir ifadeyle, iki mefhum vardır ki bunlar varlık ve varoluştur. Varlık, özü temsil eder; öz, varlığı temsil eder. ‘Asıl varlık’ denilen, öz’dür. Bunlar küllî varlıklardır. Varoluş ise cüz’i varlıklardır. Dış dünyada gördüğümüz her şeydir. Netice olarak, varlık ve varoluş birbirlerinden koparılmış iki mefhumdur. Varoluş sadece bir hâlin adıdır.

  1. TELEOLOJİK ÖZCÜLÜK

Teleolojik özcülükte ilk karşımıza çıkan isim, Grek dünyasından Platon (Eflatun)’dur. Diğer ele alınacak isim, Ortaçağda özcülüğü dinî terimlerle süsleyerek felsefeyi semavî dinlere yaklaştıran Saint Augustin’dir.

Eflâtun’un Özcülüğü:

Eflâtun, varolanlar ile özü birbirinden ayırmış ilk filozoftur. Bu durumda egzistansiyalizmin de tam karşısında durur. Zira ona göre, varoluş zenginlik değil, bilakis fakirliğin, sükutun tâ kendisidir. Varoluşa bürünmek demek, asıl varlıktan kopmak demektir. Asıl varlıktan kopmak yahut uzaklaşmak ise değersizleşmek demektir.

Eflâtun dünyayı ikiye ayırır. İdeler (fikirler) dünyası ve duyular dünyası. Duyular dünyası, varoluştur. Bir diğer ifadeyle, içinde yaşadığımız dünyadır. Fertlerin, cüz’i diye adlandıracağımız varoluşların bulunduğu yerdir.

İkinci dünya ise, ideler (fikirler) dünyasıdır. Bu dünya, gözle test edilebilir bir dünya değildir. Küllîlerin bulunduğu dünyadır. Burada her şeyin bir özü vardır. İnsan idesi, at idesi, güzellik idesi, adalet idesi…

Eflatun’un bilinen en meşhur örneği olan Mağara İstiaresi ile bu iki dünya arasındaki farkı gösterecek olursak: İnsanlar mağaradadırlar, elleri ve kolları bağlı, tutsak bir hâldedirler. Ne başlarını çevirebilmekte ne de hareket edebilmektedirler. Arkalarında ise yanan bir ateş ve o ateşten duvara yansıyan gölgeler vardır. İşte mağaradaki insanlar için gerçeklik, duvara yansıyan o gölgelerdir. Gölgelerden başka bir hakikat yoktur. İçlerinden biri olur da dışarı çıkıverse ve olduğu hâlleriyle güneşi, yıldızları görüverse, bu durumda mağara içine girmek bir ıztırab olur onun için. İçeridekilere anlatsa, olan bitenleri hiçbiri anlamaz, inanmaz. [2]

Eflatun’un mağara istiaresi… İki dünya arasındaki fark, biri zanlar ve yanılsamalar dünyası, diğeri ise asıl bilgeliğin olduğu eşsiz dünya. Biri kusurlu ve sınırlı, diğeri ezelî ve ebedî, sınırsız ve kusursuz…

Diyebiliriz ki, duyular dünyasının böylesine bir düşüşü yaşatan ve yaşayan bir yer olmasının temel sebebi, VAR’lıktan ayrı düşmüş olmalarıdır. Nitekim duyular dünyasında varolanlara, tam mânâsıyla VARLIK denemez. “Onlar sadece oluş hâlindedirler ve oluşları da yokluğa yol almaktadır.” [3]

Saint Augustin’in Özcülüğü:

İtiraflar adlı eseriyle önemli düşüncelerini ortaya koyan Augustin, özcülüğü Tanrıyla birleştirmektedir. Bir başka ifadeyle, Eflatun’daki ideler yahut özler, aslında Tanrı’nın ilminde bulunan varlıklardır. Ve özlerin anlamı, Kelâm adını almaktadır burada. Eflatun’un daha mitik bir havayla anlattığı öğretiler, burada dinî motiflerle bezenmiştir.

Augustin’in şu sözlerine kulak verecek olursak, Eflatun’daki iki âlem arasındaki farkı, burada nasıl dinî bir ifadeyle anlattığına şahid oluruz: “… Bu maddî bütünlüğe, hiçbir parçası bütün olmayan bu maddî bütünlüğe, en minik parçasına kadar öyle güzel bir görünüm verilmiş ki. En dibi de bizim dünyamız. Ama “göklerin göğüyle” kıyaslandığında bizim dünyamızın göğü bile sadece yeryüzü. Gökyüzüne, yeryüzü demekte bir sakınca yok, Rabbe ait olan ve kavrayışımızın çok ötesindeki gökyüzüyle kıyaslandığında.” [4]

Bu ifadelerde görüldüğü gibi, her ne kadar Tanrı bu kainatı güzellikle yaratmış bile olsa, ilahî âlem bu dünyaya nisbeten çok daha güzeldir. Bir başka ifadeyle, aslında bu dünya sadece bir köprüdür ve güzele doğru geçiş sürecidir. Hattâ İslâmî çerçeveye tercüme edecek olursak, bu dünya sadece bir tarladır. Lâkin görülüyor ki, Augustin’in özcülüğü Eflâtun’un özcülüğü gibi değildir. Burada özler, başka bir hakikat dünyasında değil, Tanrı’nın ilmindeki fikirlerdir. Ayrıca bu dünya her ne kadar mükemmel olmasa da, -Eflatun’da olduğu gibi- gölgeler olarak kabul etmek de doğru değildir. Bunun sebebi; İsâ, Tanrı’dan meydana gelen ve bir bedene sahib olarak bu dünyaya gelmiş gerçek bir varlıktır. Sonuç olarak, bu dünyada da bir gerçeklik vardır, fakat bu gerçekliğin arkasındaki özleri unutmamak şartıyla.

  1. KAVRAMCI ÖZCÜLÜK

Teleolojik özcülükten farkı şudur ki, burada yalnızca özlerin yâni küllîlerin varlığından bahsedilmez, bunun yanında cüz’ilerin varlığından da bir gerçeklik olarak bahsedilir. Hattâ tek başına küllîler herhangi bir gerçeklik dahi ifade etmez. Çünkü bu küllîler Tanrı’nın ilminde değil, bilâkis insanın zihninde bulunmaktadır. O hâlde, fert olarak Ahmet, Mehmet bulunmazsa, küllîlerin bir ehemmiyeti kalmayacaktır ki, aynı zamanda bu düşünce Aristoteles’in kavramcılığını açıklamaktadır. Bu vesileyle ifâde etmek gerekirse, Rönesans itibariyle değişmeye yüz tutan felsefe, yine de, tam anlamıyla özlerin varlığına inanma yönünden kopamaz, hattâ ilim denilen hadisenin oluşabilmesi için özlerin bilgisine ihtiyacın olduğu düşüncesi hâkimiyetini devam ettirir.

Varoluş Felsefesi

Varoluşçuluk, özcü felsefenin tam karşısında bulunan bir felsefe sistemidir. Genel olarak amaçları ifade edilecek olursa, insanın kendisine yönelmesi gerektiği savunulur. Gerçeklik uzaklarda bir yerlerde değil, bilakis bizde aranmalıdır. Ancak, tam bu noktada Heidegger, meselenin aslında Leibniz’in monadları gibi olmadığını, yâni her şeyin kendi içine kapalı katı ferdîlikten meydana gelmediğini dile getirerek, nazariyeyi katı ferdîlikten kurtarır.

Varoluşun bir başka ifadesi ise, “geleceğe yönelik kaygıyı” barındırıyor olmasıdır; bu kaygı ise bizi sürekli geleceği düşünmeye sevketmekte, bunun sonucunda ise kendini aşma fikri zuhur etmektedir. Ama buradaki “aşma”, Kierkegaard ve Jaspers için, içe müteallik bir aşma olarak karşımıza çıkar.

Varoluşçuluktaki asıl gerilim noktalarından biri de, hiçlik ile varlık arasındaki ilişki noktasıdır. Heidegger bu noktada şu açıklamayı yaparak, böyle bir varoluşçuluğun ana tezinin ne olduğunu da ifade etmiş olur: “Var olan, belirli nesnelere hiç benzemeyen hiçlik, varlığın tâ kendisidir.” [5] Bu sözleriyle, aslında ne varlığın hiçlik olacağını ne de hiçliğin varlık olacağını ifade eder. Varlık ile hiçlik arasında bir belirsizlik bulunur. Bunun insan üzerindeki etkisi ise, insanların sebebini bilmeden bu dünyaya atılmış olduğunun sözlü bir ifadesidir. Bu durumda insan artık bu dünyaya niçin geldiğine dair bir “sebeb” bulamayacaktır. Çünkü insan özsüz bir varlıktır [6]. Şimdi burada olmamın, yarın yine var olacak olmamın yahut bu dünyanın varlığının devam ediyor olmasının bir anlamı kalmamıştır artık. [7]

Varoluşun bir diğer gerilim noktası ise, özün olmaması dolayısıyla, varoluşun sürekli olarak tehlikeye giriyor olmasıdır. Buna kaygının sürekli artışı da diyebiliriz. -Nitekim bu anlayış gereğince insan bir tür kumara sürülmektedir. Her ân her şey olabilir kurmacasına.- Kaygı ile sorgulama vuku bulmakta ve bu sorgulama, ferdîlikten genelliğe doğru gitmektedir. [8]

Varoluşçuluk, adından da anlaşılacağı üzere, varoluşun, her şeyin ötesinde ve önünde olduğunu dile getirir. Öz, varoluştan sonra gelir; hattâ sonra gelmesi zaruridir. Bunun sebebi, özümüzü tâyin eden biz olduğumuz için. Biz ise varlıktır, varlık önce gelmelidir ki özümüzü tâyin etsin. Bir diğer deyişle, “seçmek için önceden var olmak lazımdır”; [9] o hâlde, evvelde varız, sonrasında ise seçim yaparak özümüzü oluştururuz. [10]

Kaderimiz… Böylesine bir felsefede kaderimiz nerede kalıyor?

Egzistansiyalistlere göre varoluş, var olan her şeyin önünde ve ötesinde olduğundan, yâni öz, varoluştan sonra geldiğinden, seçmek için önceden var olmak gerekir. Bu bakımdan, onlara göre, “dünyamızı ve dünyamızla birlikte kendimizi de biz yaratıyoruz.” [11] Lâkin buradaki problem, Nurettin Topçu’nun da ifade ettiği gibi, kendini şu şekilde gösterir: İnsanın hür olabilmesi için seçim yapması gerekir ve insan seçim yaptığı ölçüde özünü oluşturur. Fakat seçimlerin yapılabilmesi için de seçim yapılan hakkında bilgiye ihtiyaç vardır. Hakikati olmayan bir seçim, elem dolu bir seçimden başka bir şey değildir.

ATEİST EGZİSTANSİYALİZM

Bu başlık altında karşımıza çıkan isim, Sartre’dır. Ona göre hürriyet, varlığın temel yapılarından biridir. “Biz –diyor Sartre- hürriyetiz, bizi seçen ama bizim onu hür olmak için seçemediğimiz. Hür olmaya mahkûmuz. Hürriyetin içine fırlatılmış durumdayız.” [12] Bu ifadelerle Sartre, hürriyetin tek sebebi olarak insanı görmekte, hattâ insanın vazifesini Tanrının vazifesiyle eşdeğer yapmaktadır. Nitekim Sartre felsefesinde insan, kendi için vardır. Ona göre, seçim yapmak için, önceden bir şeyleri bilmemize gerek yoktur. Hürriyet, sebebleri sebebsizce seçmektir. Zira onun hürriyet anlayışında akıl devre dışı kalır ve aklın yerini içgüdü alır.

HIRİSTİYAN EGZİSTANSİYALİZMİ

Hıristiyan felsefesinden doğan Hıristiyan egzistansiyalizmi, modern egzistansiyalizmin doğmasına yol açar.

Hıristiyan egzistansiyalistlere göre varlık; mücerret bir düşünüş değildir. İlahî varlık, bizim varlığımıza nüfuz etmiş bir varoluştur. Hazret-i İsa’nın tecellisi, bu görüşü daha bir kuvvetlendirir. Katolik Hıristiyan dünyasında Gabriel Marcel ile egzistansiyalizm nüfuz kazanırken, Protestan âleminde ise Kierkegaard ile bu gerçekleşir.

Kierkegaard’a göre hakikat, hürriyetimizin hakikatidir. Hürriyet ise bilinmeyene doğru, şuursuzca yürümektir. Zira gerçek olan akılla kavranamaz. Hattâ Allah’ın varlığını isbatlamak, imkânsız olmasının yanı sıra, bir küfürdür.

Gabriel Marcel’e göre, bizi Allah’a götüren, zekamız, aklımız değil, bilakis hayattır. O hâlde iman, akılla değil, birtakım yaşantılarımız ile bulunur.

Hareket Felsefesi

Hareket denilen kavram, aslında varoluşumuzun, varlığımızın temelinde bulunmaktadır. Hareketsiz bir insan, tamamlanmamış, yarım ve eksik bir insandır, hattâ ölü bir insandır. Hareket denilen hadise, farklı buudlarda karşımıza çıkar. İlk olarak ferdî buuda değinmek gerekirse; hareket, bütün mesuliyetlerimizin tâ kendisidir. “Başka varlıkları ve kendi eliyle kendini değiştirmektir” [13] Varlık ile hareket, hareket ile varlık arasında karşılıklı olarak birbirini etkileme ilişkisi bulunur. (Tabiî bu birlikteliğin devamına irade de eklenecektir.) Nitekim hareket, varlık için, hayatın devamı için sadece alelâde bir vakıa değildir; bilakis zarurettir. Bu nedenle denebilir ki, bütün varlığı ‘şuura’ indirgemiş olan felsefe akımları, bu noktada yarım ve eksik bırakılmış felsefe sistemleridir. Çünkü “sadece şuur, bizi kımıldatmaya yetmez, şuur bizim bütünümüze yetişemez.” Lâkin hareket ile tefekkür arasında da karşılıklı olarak işleyen bir diyalog vardır. Bu diyaloğa göre tefekkür, bir yandan hareketten doğarken, bir yandan da hareketler doğurur. Ama hürriyet denilen hadise, tefekkürde değil, bizatihi harekette zuhur etmektedir.

Kısaca ferdî hayatımız, hareketin eseri ve esiridir. Buradaki esirlik, hürriyetin bir ifadesidir. Nitekim insan, seçmek ve eylemek ister ve eylerken de kendisi olur yâni hürleşir, hürriyetine kavuşur. İnsan hareket ettikçe kendini tanır; bu noktada hareketsizlik, hürriyetsizlik ve başıboşluktur. Burada insan, kendi hareketlerinde sürekli olarak tezatlık içine düşer. Nitekim kimi hareketlerimizi isteyerek, kimi hareketlerimizi istemeyerek gerçekleştiririz. Niyet ne olursa olsun, gerçekleştirdiğimiz eylemler, bizi biz yapar. “İnsanın cevheri harekettir, yaptığı ne ise insan odur” [14] Hareket, hem müşahhas hem de âlemşümuldur; ne var ki, bu nedenle ferdî hareketin eksiksiz olduğu sonucuna varılamaz, eksiksiz bir hareket içtimaî hareketle vuku bulur. Lâkin içtimaî hareket de son hareket değildir. Zira asıl hareketin tabiatüstü bir amacı olmalıdır. Yâni ilahî bir kaynak için yapılmış olan hareket, tam anlamıyla eksiksiz bir hareket olup, kemâle ermiş bir hareket vasfına sahib olur. İşte, bu noktada artık hareket, asıl gayesine ererek, mutlak ve zaruri birlik inkişaf eder.

Hareket, insan ile Allah’ın bir terkibidir. [15] Hareketlerimiz de ya Allah’a karşıdır yâni isyandır yahut eylemlerimiz Allah içindir. Tam bu noktada ıztırab zuhur eder ki, o, bilinenle istenen arasındaki münasebetten doğar. Iztırab çekmek, harekete yönelmektir; bir imtihandan ziyade, aşkın varlığına dair bir delildir. Nitekim ıztırab bizi ilahî harekete ulaştırmakta ve bize rehberlik etmektedir.

Toparlamak gerekirse; üç çeşit hareket vardır ki, bunlar ferdî, içtimaî ve ilahî harekettir. Ferdî hareketin kemâle ermesi için içtimaî ve ilahî harekete ihtiyacı vardır. İlahî hareket ise asıl kemâlin yaşandığı bir harekettir ki, bu harekette ıztırab kavramı karşımıza çıkar. Lâkin ıztırabta, hürriyet denilen hadise inkişaf etmekte ve asıl hareket zuhur etmektedir. Çünkü Nurettin Topçu’nun da dediği gibi, bir hareketin anlamlı olması demek, o hareketin, Allah namına yapılmış olması demektir:

“Hareketin bulunmadığı yerde Allah yoktur, o nerede görünürse Allah oradadır.”

ESERİN DEĞERLENDİRİLMESİ

Nurettin Topçu’nun Varoluş Felsefesi – Hareket Felsefesi adlı eserine dair hazırladığımız bu bölümde, esere dair bir değerlendirme yapılacaktır.

Nurettin Topçu’nun yaptığı bu çalışma, sadece felsefe tarihini öğreten bir nitelik arzetmez. Bunun çok daha ötesine geçer. Nitekim Nurettin Topçu’nun aldığı ilimler göz önüne alındığında, Doğu kültürünü ve Batı kültürünü iyi tanıdığı aşikârdır. Ve bu iki kültür arasında bir bocalama yaşamaksızın, tahsil ettiği ilimleri kendi kültürüne, tabiri caizse, yeni bir akım olarak getirmeyi başarır. Bu nedenle, bu eseri okumak, felsefe ile din, Batı kültürü ile Doğu kültürü, İslâm ile Hıristiyanlık gibi nice karşıt kavramların daha iyi anlaşılıp idrak edilmesine bir vesiledir.

Bu eser, Nurettin Topçu’nun belli bir dönem savunduğu görüşlerinden ziyade, Nurettin Topçu’nun düşüncelerinin temelini oluşturan ehemmiyetli bir eser olması bakımından da değerlidir. Nitekim hareket felsefesi, onun düşünce sistematiğinin temelini oluşturur. Bu nokta-i nazarda, diğer eserleri ile de bağlantısı bulunur. Zira Nurettin Topçu’nun ortaya koyduğu düşünceleri, üç temel kavram ile ifade edebiliriz: Hareket, irade ve isyan. Bu üç temel kavram ayrı bir tez olarak ortaya konulmuş olsa da, aslında birbirleriyle birlik hâlindedirler. Çünkü isyan, “Allah’ın bizdeki hareketidir”. [16] Ahlakî her hareket, Allah’ın nezdinde bir itaattir; oysa ki insan nezdinde anarşik bir harekettir. Hareket, ahlakî bilgiye varmanın bir yoludur. Eğer hareket bizi Allah’a vardırıyorsa, bu hareket “tam ve eksiksiz”, aynı zamanda “gerçek ve hür harekettir”. İrade ise insanı “Allah’a yükseltmek isteyen içsel, mistik bir kuvvettir”. [17]

Netice olarak, Nurettin Topçu’nun bu eseri, dikkate şâyan bir eserdir. Bunun sebebi, düşüncelerinin temelini veren bir eser olmasından ötürüdür. Ve buna ek olarak, ülkemizde yeni bir felsefe geleneğinin oluşmasına öncülük eden bir eser olması bakımından da değerlidir.


1  Ali Osman Gündoğan, “Nurettin Topçu”, http://www.aliosmangundogan.com/PDF/Makale/Ali-Osman-Gundogan-Nurettin-Topcu-Hayati.pdf, (4 Ağustos 2015).

2  Platon, Devlet, Trc: Sabahattin Eyüpoğlu, Remzi Kitabevi, İstanbul 1937, s. 514-517.

3  Nurettin Topçu, Varoluş Felsefesi – Hareket Felsefesi, Dergâh Yayınları, İstanbul 2010, s. 22-23.

4  Augustinus, İtiraflar, Trc: Çiğdem Dürüşken, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2010, s. 398.

5  Jean Wahl, Varoluşçuluğun Tarihçesi, Trc: Bertan Onaran, Panel Yayınevi, İstanbul, s. 18.

6  Varlık ifadesinin içinde hiçlik anlamının da olduğu unutulmamalıdır.

7  O hâlde insan neden kaygı duymaktadır? Varlık ile hiçliğin eşdeğer olduğu bir dünyada, gelecek kaygısı da aslında bir nevi olmayan şeylere, hattâ olmasının mühim dahi olmadığı şeylere boşuna kafa yormak değil midir?

8  Jean Wahl, Varoluşçuluğun Tarihçesi, s. 25.

9  Nurettin Topçu, Varoluş Felsefesi – Hareket Felsefesi, s. 32.

10  Dikkat etmekte fayda vardır ki, burada geçen “öz” kelimesi, ide anlamında, yâni başka, asıl varlıkların bulunduğu anlamında kullanılmamaktadır.

11  Nurettin Topçu, Varoluş Felsefesi – Hareket Felsefesi, s. 33.

12  György Lukacs, Avrupa Edebiyatı ve Varoluşçuluk, Derleyen: Resul Ekici, Epos Yayınları, Ankara 2011, s. 252.

13  Nurettin Topçu, Varoluş Felsefesi – Hareket Felsefesi, s. 45.

14  Nurettin Topçu, Varoluş Felsefesi – Hareket Felsefesi, s. 50.

15  Nurettin Topçu, Varoluş Felsefesi – Hareket Felsefesi, s. 55.

16  İsmail Kara, Nurettin Topçu -Hayatı ve Bibliyografyası-, Dergâh yayınları, İstanbul 2013, s. 40.

17  İsmail Kara, Nurettin Topçu -Hayatı ve Bibliyografyası-, s. 41.

 

Akademya Dergisi

adminadmin