Kültür
Giriş Tarihi : 07-07-2019 09:00   Güncelleme : 07-07-2019 09:00

Nurullah Genç: Yağmur’u yazana kadar 3 Ay Duvarlarla Konuştum

​Erzurum’un elektriği, okulu ve yolu olmayan bir dağ köyünde, 9 çocuklu bir ailede doğdu.

Nurullah Genç: Yağmur’u yazana kadar 3 Ay Duvarlarla Konuştum

 İlk ve ortaokulu teyze, amca ve halalarının yanında okudu. Babası yıllar boyunca onu köyden çıkarmak için kilometrelerce karların içinde sırtında taşıdı. Kurt sürüsünün içinde kaldılar, yollarda birçok tehlike atlattılar. Onun ise tek amacı okumaktı. Ortaokul ikinci sınıfta çalışmaya başladı. Okuma hayatı boyunca hiç bırakmadan ayakkabı boyacılığı, bulaşıkçılık, inşaatçılık ve fırıncılık yaptı. Ortaokulu ve liseyi birincilikle bitirdi. Üniversitede okurken 100 gecesini tren garının banklarında geçirdi. Şiirlerini burada yazdı. 1990 yılında Türkiye Diyanet Vakfı N'at-ı Şerif Büyük Ödülünü kazandıran ‘Yağmur’ şiirini yazdı. 2001 yılında profesör oldu, danışmanlık şirketi kurdu. Sermaye Piyasası Kurulu Üyesi ve Merkez Bankası Meclis Üyesi olarak görev yaptı. Şiir yazmayı hiç bırakmadan…

Nurullah Genç 10 yıl süren bir naat yazamamanın ve 3 ay süren sancılı dönemde doğan Yağmur Naatı’nın hikayesini anlattı.

Yağmur'a gelirsek...

Nasıl bir yolculuğa çıktınız da bu yağmur yağdı?

Gerçi siz yağdı kelimesini sevmiyorsunuz…

Evet indi, ‘rahmet indi’ diyorum ben. O köy odasına gitmemiz lazım yeniden. O şiir fasılları naatla kapanırdı. Rahmetli Rıza Amcam bir naat okurdu. Babam makamla söylerdi. Su gazeli okunur, analizi yapılırdı. O zamanlar rahmetli Rıza Amcam derdi ki, ''Bir şair naat yazmamışsa adam olmamıştır.'' Benim de üniversite birinci sınıftan itibaren artık dergilerde şiirlerim yayınlanmaya başladı. Ben bir naat yazmalıyım. Çünkü yoksa adam olmayacağım ben düşüncesi o günlerde başladı, 90 yılına kadar devam etti. Yazamadım. Ellinin üzerinde naatı inceledim. Belki ellinin üzerinde denemeler yaptım. Hepsine ‘Yağmur’ adını verdim. Benim naatımın ismi ‘Yağmur’du zaten. O köy odasında şekillenmişti.

Yağmur’un bir bilet hikayesi de var bildiğim kadarıyla?

Tabi, 90 yılında bir film biletinin arkasında ortaya çıktı. Neden? 10 yıl yağmur, yağmur diyorsunuz ama bir şey yazamıyorsunuz. 90 yılına geldiğinde “artık ben şiir yazmayı bırakayım çünkü naat yazamıyorum” dedim. Tam böyle bırakmayı düşündüğüm zamanlarda Cenabı Hak yol açtı önümde. İstanbul'dan Erzurum'a dönüyorum. Bir filmin galasına davet edilmiştim. Üniversitede öğretim üyesiyim. Otobüsün camından dışarı bakıyorum. O zaman İstanbul’da Topkapı'daydı otogar. Trafikten dolayı tıkış tıkış olurdu. 4, 5 saat kaldık. İniyorum, geliyorum. İhtiyaçlarımı karşılıyorum.

Otobüs bir türlü hareket etmiyor. Yağmur yağdı, camlar puslu. Gölgeler gidip geliyor, camlarda siluetler. Kendi kendime bir anda dedim ki, “Nereye gidiyor bu insanlar?” Otobüsün kapısından baktım. Herkes bir yerlere gidip geliyor. Koşuşturuyorlar yağmur altında. Okçular Tepesine gitti aklım. Yani Hz. Peygamber ‘buradan ayrılmayın’ dediği halde niye terk ettiniz dedim, niye gidiyorsunuz? Hepsi ashap mübarek insanlar, yıldızlar. Ama böyle sanki onlara sitem ettim. Orada dursaydınız diye. Abdülhamid Han'a gitti aklım bir anda. Onu böyle tahtından indirmek üzere, azletmek üzere gidenlere sitem ettim. Bazılarına kızdım, haykırdım. Siz niye onu indiriyorsunuz. Osmanlı yıkılmasın diye uğraşıyor. Siz Osmanlıyı yıkmak için tahtından indiriyorsunuz. Osmanlı ondan sonra çöktü, yıkıldı zaten. Böyle bir hal içerisinde kendime sordum; 'Sen nereye gidiyorsun?’

Ellinin üzerinde denemeler yaptım ve hepsine ‘Yağmur’ adını verdim

Bir tarih muhasebesi yapmışsınız... Sonra?

Dört beş saat sürdü. Bileti çıkardım arkasına; ''Sensiz ufuklarıma, yalancı bir tan düştü / Sensiz kıtalar boyu uzayan vatan düştü / Bir kölelik ruhuna mahkum olunca gönül yüzyıllardır dorukta bekleyen sultan düştü.'' diye yazdım. Sonra dedim ki; Allah’ım ben herhalde bir şey yazmaya başladım… Bir halin içerisine girdim. Bu bir naat mı acaba diye. Onu böyle sıkıştırdım göğsüme. Otobüs hareket etti gidiyoruz. Ben unutmuyorum. Arada bir bakıyorum, okuyorum. "Oh ya Rabbim diyorum ben bir şey yazmaya başladım”. Çünkü mısralar zorluyor beni artık. Eve gittim kapıyı çaldım, eşim açtı kapıyı. İki çocuğum var. Eşime dedim ki, ''Ben bir şey yazmaya başladım ama ne olduğunu da tam bilmiyorum. Biraz sıkıntılı bir haldeyim, içim çok dolu. Bu süre içerisinde, bu bitene kadar bana tahammül eder misin?'' ''Tabi ki sen yaz yeter ki'' dedi. 40 metrekare bir evdeyiz, asistan lojmanı küçük, iki tane oda. Dedim ki, ''Şu odada ben bununla uğraşırken sen çocuklara bu odada sahip ol olur mu? Konsantrasyonumu bozarlar.” Allah razı olsun. 3 ay gerçekten o odadan çocukları sokmadı içeri. Ama günler bitmiyor. O da merakla bekliyor. Ben geliyorum, odaya kapanıyorum. Yemek yiyorum odaya kapanıyorum. Duvarla konuşuyorum. Bütün bir tarih. Hz. Adem'den bugüne kadar. Peygamberler tarihi, İslam tarihi, Batı tarihi, Bizans, Roma, Orta çağ… Bütün bir kainat, bütün dünya bir muhasebe içerisinde o duvarlarla konuştum ve benim ufkuma hücum ettiler. Sonra mısralar dökülmeye başladı. “Var edenin adıyla insanlığa nur” diye başladı ve devam etti şiir...

O üç ayda okulu ne yaptınız, çevreniz, arkadaşlarınız?

O üç ay içerisinde derslere gidiyorum. Arkadaşlarıma ‘merhaba’ diyorum, ‘Allaha ısmarladık’ deyip ayrılıyorum. Oysa benim sosyal hayatım çok zengindir. İnsanlarla bir araya gelirim. Fıkralar anlatırım, kurgular yaparım, şakalar yaparım. Azıcık yüzüm dökük olsa sorarlar zaten ''sana ne oldu?'' diye. Arkadaşlar demişler ki: "Bu hasta oldu, doktora götürmemiz lazım.”

Bir doktor psikiyatrist arkadaşımız var Erzurumlu. Ona gitmişler o demiş ki: ''Mutlaka bir problem var. Böyle olmaz bir insan birdenbire. Depresyondadır alın getirin." Geliyorlar diyorlar ki: ''Ya hastaneye gidelim. Bir arkadaş var rahatsız, onu görelim.'' Beni mahsusen oraya götürmek için. “Sonra gideriz arkadaşlar selam söyleyin, Allaha ısmarladık” deyip ben çekip gidiyorum. Gitmiş anlatmışlar, “getiremiyoruz” demişler. Demiş ki: ''Tamam bu kesin rahatsız. Çünkü gelmek istemez zaten. Takip edin omuzlarının düştüğünü anladığınız an yakalayın getirin. Çünkü artık tedavi olması lazım'. Bunlar beni takip etmeye başladılar omuzlarım düşecek mi diye... Üç ay bitti, şiir bitti. Bugünkü haliyle, hiçbir şey değişmemiştir. Yani harf değişmemiştir. O odadan nasıl çıktıysa öyledir o şiir. Aldım gittim. Arkadaşları topladım dedim ki: "Arkadaşlar hakkınızı helal edin. Böyle bir hal oldu. Ben garip bir şekilde bir odaya kapandım ve bir şiir yazdım ‘Yağmur’ adında. Bir naat yazmak nasip oldu Efendimizi anlatan. Bir mutlu oldular. Sonra şiiri okudum. Gözleri doldu hepsinin. Sonra gittim Horasan'a. Peygamberimizin bir torunu, mübarek bir zat vardı Muhammed Zeki Bayram diye. Sahih bir peygamber torunu, zarif bir insan, mübarek bir insan. Hiç ona şiir okumamıştım. ''Size bir şiir okuyacağım'' dedim. ''Oku'' dedi. Şiiri baştan sona okudum.

Ne dedi?

''İşte şimdi adam olmuşsun'' dedi. Ben böyle duygulandım. Ağladım. Dedim ki "Amcamla konuştunuz mu?''. ''Hayır, neden'' dedi. ''Çünkü o böyle derdi'' dedim. ''Bilmem oğlum amcanın ne dediğini. Ama bu şiiri yazan adam olmuş demektir'' dedi. Bir garip duygular içerisinde Erzurum'a döndüm. ‘Yağmur’ böyle oldu işte. Böyle yazıldı.

YAĞMUR NAATI

Vâr eden’ in adıyla insanlığa inen Nûr
Bir gece yansıyınca kente Sibir dağından
Toprağı kirlerinden arındırır bir Yağmur
Kutlu bir zaferdir bu ebâbil dudağından
Rahmet vâdilerinden boşanır âb-ı hayat
En müstesna doğuşa hamiledir kâinat

Yıllardır boz bulanık suları yudumladım
Bir pelikan hüznüyle yürüdüm kumsalları
Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım

Hasretin alev alev içime bir ân düştü
Değişti hayal köşküm, gözümde viran düştü
Sonsuzluk çiçeklerle donandı yüreğimde
Yağmalanmış ruhuma yeni bir devran düştü

İhtiyar cübbesinden kan süzülür Nebî’nin
Gökyüzü dalgalanır ipekten kanatlarla
Mehtâbını düşlerken o mühür sahibinin
Sarsılır Ebû Kubeys kovulmuş feryatlarla
Evlerin anasına dikilir yeşil bayrak
Yeryüzü âvaredir, yapayalnız ve kurak

Zaman, ayaklarımda tükendi adım adım
Heyûlâ, bir ağ gibi ördü rüyalarımı
Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım

Yağmur, gülşenimize sensiz , baldıran düştü
Düşmanlık içimizde; dostluklar yaban düştü
Yenilgi, ilmek ilmek düğümlendi tarihe
Her sayfaya talihsiz binlerce kurban düştü

Bir güzîde mektuptur, çağların ötesinden
Ulaşır intizârın yaldızlı sabahına
Yayılır o en büyük muştu, pazartesinden
Beyazlık dokunmuştur gecenin siyahına
Susuzluktan dudağı çatlayan gönüllerin
Sükûtu yâr, sevinci duâlar kadar derin

Çaresiz bir takvimden yalnızlığa gün saydım
Bir cezîr yaşadım ki, yaşanmamış, mâzide
Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım

Sensiz, kaldırımlara nice güzel cân düştü
Yarılan göğsümüzden umutlar bîcan düştü
Yağmur, kaybettik bütün hazinesini ceddin
En son, avucumuzdan inci ve mercan düştü

Melekler sağnak sağnak gülümser mâverâdan
Gümüş ibrik taşıyan zümrüt gagalı kuşlar
Mutluluk nağmeleri işitirler Hira’dan
Bir devrim kokusuyla halkalanır yokuşlar
Bir bebeğin secdeye uzanırken elleri
Paramparça , ateşler şâhının hayalleri

Keşke bir gölge kadar yakının da dursaydım
O mücella çehreni izleseydim ebedi
Sana sırılsıklam bir bakışta ben olsaydım

Sarardı yeşil yaprak; dal koptu; fidan düştü
Baykuşa çifte yalı; bülbüle zindan düştü
Kâtil sinekler deldi hicâbın perdesini
İstiklâl boşluğunda arılan nâdân düştü

Dolaşan ben olsaydım Sâve’nin damarında
Tablosunu yapardım yıkılan her kulenin
Ebedî aşka giden esrarlı yollarında
Senden bir kıvılcımın, süreyyâ bir şûlenin
Tarasaydım bengisu fışkıran kâkülünü
On asırlık ocağın savurdum külünü

Bazen kendine aşık deli bir fıtınaydım
Fırtınalar önünde bazen bir kuru yaprak
Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım

Sensizlik depremiyle hancı düştü; han düştü
Mazluma sürgün evi; zâlime cihan düştü
Sana meftun ve hayran, sana râm olanlara
Bir belâ tünelinde ağır imtihan düştü

Bâdiye yaylasında koklasaydım izini
Kefenimi biçseydi Ebvâ da esen rüzgâr
Seninle yıkasaydım acılar dehlizini
Ne kaderi suçlamak kalırdı, ne intihar
Üstüne pırıl pırıl damladığın bir kaya
Bir hurma çekirdeği tercihimdir dünyada

Suskunluğa dönüştü sokaklarda feryadım
Tereddüt oymak oymak kemirdi gurûrumu
Bahîra’ dan süzülen bir yaş da ben olsaydım

Haritanın en beyaz noktasına kan düştü
Kırıldı adaletin kılıcı; kalkan düştü
Mahkûmlar yargılıyor; hâkimler mahkum şimdi
Hakların temeline sanki bir volkan düştü

Firâkınla kavrulur çölde kum tâneleri
Ahûların içinde sevdan akkor gibidir
Erdemin, bereketin doldurur hâneleri
Sensiz hayat toprağın sırtında ur gibidir
Şemsiyesi altında yürürsün bulutların
Sensiz, yükü zehirdir en güzel imbatların

Devlerin esrârını aynalara sorsaydım
Çözülürdü zihnimde buzlanış düşünceler
Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım

Sensiz, tutunduğumuz dallardan yılan düştü
İlkin karardı yollar, sonra heyelân düştü
Güvenilen dağlara kar yağdı birer birer
Sensizlik diyârından püsküllü yalan düştü

Yağmur, duysam içimin göklerimden sesini
Yağarsın; taşlar bile yemyeşil filizlenir
Yıldırımlar parçalar çirkefin gövdesini
Sel gider ve zulmetin çöplüğü temizlenir
Yağmur, bir gün kurtulup çağın kundaklarından
Alsam, ölümsüzlüğü billur dudaklarından

Madenî arzuların ardında seyre daldım
Küflü bir manzaranın çürüyen güllerini
Senin için görülen bir düş de ben olsaydım

Şehirler kâbus dolu; köylere duman düştü
Tersine döndü her şey sanki; âsuman düştü
Kırık bir kayık kaldı elimizde, hayâlî
Hazîndir ki, dertleri aşmaya ummân düştü

Ayrılığın bağrımda büyüyen bir yaradır
Seni hissetmeyen kalp, kapısız zindan olur
Sensiz doğrular eğri; beyaz bile karadır
Sesini duymayanlar girdâbında boğulur
Ana rahminde ölür sensizlikten bir cenîn
Şaşkınlığa açılır gözleri, görmeyenin

Saatlerin ardında hep kendimi aradım
Bir melâl zincirine takıldı parmaklarım
Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım

Sensiz, ufuklarıma yalancı bir tan düştü
Sensiz, kıtalar boyu uzanan vatan düştü
Bir kölelik ruhuna mahkum olunca gönül
Yüzyıllardır dorukta bekleyen sultan düştü

Ay gibisin; güneşler parlıyor gözlerinde
Senin tutkunla mecnun geziyor güneş ve ay
Her damla bir yıldızı süslüyor göklerinde
Sümeyra’yı arıyor her damlada bir saray
Tohumlar ve iklimler senindir ; mevsim senin
Mekanın fırçasında solmayan resim senin

Yağmur, bir güm elimi ellerinde bulsaydım
Güzellik şâhikası gülümserdi yüzüme
Senin visâlinle bir gülmüş de ben olsaydım

Tavanı çöktü aşkın; duvarlar üryan düştü
Toplumun gündemine koyu bir isyan düştü
İniltiler geliyor doğudan ve batıdan
Sensizlikten bozulan dengeye ziyan düştü

Islaklığı sanadır âhımın, efganımın
İçimde hicranınla tutuşuyor nağmeler
Sendendir ekşimeyen cevheri efkârımın
Nazarın ok misali karanlıkları deler
Bu değirmen seninle dönüyor; âhenk senin
Renkleri birbirinden ayıran mihenk senin

Bir hüzün ülkesine gömülüp kaldı adım
Kapanıyor yüzüme aralanan kapılar
Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım

Yağmur, sayrılığıma seninle derman düştü
Beynimin merkezine ölümsüz ferman düştü
Silimdi hayalimden bütün efsûnu ömrün
Bir dönüm noktasında aklıma Rahman düştü

Nefsinle yeniden çizilecek desenler
Çehreler yepyeni bir değişim geçirecek
Aydınlığa nûrunla kavuşacak mahzenler
Anneler çocuklarına hep seni içirecek
Yağmur, seninle biter susuzluğu evrenin
Sana mü’mindir semâ; sana muhtaçtır zemin

Damar damar seninle, hep seninle olsaydım
Bâtılı yıkmak için kuşandığın kılıcın
Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım

Kardeşler arasına heyhat, sû-i zan düştü
Zedelendi sağduyu; körleşen iz’an düştü
Şarkısıyla yaşadık yıllar yılı baharın
İnsanlık bahçemize sensizlik hazân düştü

Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım
Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım
Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım
Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım
Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım
Bahîra’dan süzülen bir yaş da ben olsaydım
Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım
Senin için görülen bir düş de ben olsaydım
Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım
Senin visâlinle bir gülmüş de ben olsaydım
Sana hicret eden bir kureyş de ben olsaydım
Damar damar seninle, hep seninle olsaydım
Bâtılı yıkmak için kuşandığın kılıcın
Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım

 

Yeni Şafak

adminadmin