Kültür
Giriş Tarihi : 03-11-2019 10:00   Güncelleme : 03-11-2019 10:00

Okumayan Toplum

Okumayan Toplum

Medeniyetimiz, kâğıt medeniyetidir. Bunu Türk, İslam veya Doğu medeniyetini değil, bütün insanlık medeniyetini düşünerek söylüyorum. Beşeriyetin bugüne kadar eriştiği ve bundan sonra da elde edeceği bütün bilgiler, düşünceler, ahlâk ve mutluluk formülleri, başta edebiyat olmak üzere sanat eserleri ve bütün sanat eserlerinin yorumları, kâğıt dediğimiz maddeye, netice olarak kitaplara emanet edilmiştir.

Kitabın medeniyet tarihinde uzun bir macerası var. Yazıyla beraber ortaya çıkmış olması gereken ve yazının kalıcılığı için kullanılan her nesne, ilk kitap sayfaları olarak düşünülebilir. Böylece üzerine yazı yazılan taş, maden, ağaç, kil tabletleri, hayvan derisi yani parşömen, daha sonra papirüs bitkisinin yaprakları…(Acaba onun için mi kitap ve defter sayfalarının adı hemen her dilde yapraktır?) Nihayet asıl kâğıdın bulunmasıyla kitap medeniyetinin birinci milâdına erişilir.
Bu kâğıtlar bir süre tomarlar hâlinde korunmuş, zaman zaman da uzun dikdörtgenler hâlindeki sayfaların tepeleri delinerek sırasının bozulmaması için ip geçirilerek saklanmış. Kâğıdın katlanmış sayfalar, daha sonra forma dediğimiz hâle gelişi ve kapaklanması ise bence kitabın ikinci milâdını teşkil eder. Bu noktalara gelinceye kadar da uzun yüzyılların geçtiğini gözden uzak tutmamak gerekir. Bu ikinci milâttan sonra da uzun bir “yazma kitaplar” Orta Çağı yaşanmıştır. El yazması geleneği devam ederken on beşinci yüzyıl ortalarında kitabın üçüncü ve son milâdı da başlar. Bu en ilkel usullerden başlayarak günümüzün en modern tekniklerine gelinceye kadar ulaşan baskı denilen harikadır. Kitap böylece insanlık tarihinde son beş yüz yıllık saltanatını, bana göre bilgisayara, Genel Ağ’a (İnternet) rağmen hâlâ sürdürmektedir.

Okuryazar nispetinin artmasından memnuniyet duymayacak kimse yoktur. Ama bu meselede ürkmeden, korkmadan asıl şu sorunun sorulması gerekir: Okur… Yazar... Ama ne okur? Ne yazar?
Bugünkü ölçülerimize göre en başarılı öğrenci, ders kitaplarını okuyabilenlerdir. Çünkü artık bunun da dışında olanlar yani ders kitaplarına bile değil, testlere verilecek cevapların formüllerini öğreten kitaplara yönelenler çoğalıyor. Asıl felâket, üniversite öğrencisinin de orta öğretimde olduğu gibi âdeta standart ders kitabı istemesi. Hocanın kürsüden takrir olarak verdiği dersler bile sadece birkaç uyanık öğrencinin tuttuğu notların fotokopi çoğaltılmasıyla öğreniliyor. Artık çanta taşıyan öğrencinin azaldığını ve avuçlarda bükülmüş fotokopi tomarlarını herhâlde benim gibi pek çok hoca da anne babalar da vatandaşlarda görüyor olmalı. Hâlbuki üniversite öğrencisi, bilgiyi sadece hocanın anlattıklarından değil, ders kitabı olarak tavsiye edilmiş birkaç kitaptan da değil, geniş zengin bir kaynak ve kütüphane taramasından elde edebilmeliydi. Şimdi kürsüde anlatılanların manası bile giderek azalıyor. Hocanın anlattıklarını kütüphanelerde, farklı kitaplarla beslemek, mukayese etmek ise ham hayal oldu.
Yaşı bana yakın olanlar bilirler, fakülte öğrenciliğimde, çok iyi hatırlarım, bu kadar sık sınav yapılmaz, üç veya dört yılın sonunda öğrenci, sınavına girdiği alanın genel bilgilerinden sorumlu tutulurdu. Hocaların kapılarında, o yıl için okunması gereken uzun bir kitap listesi asılı bulunurdu. Yani hocalar bu bahisleri derste anlatmış olsun veya olmasın, alan bilgisi sorumluluğu büyük önem taşırdı. Bu alan bilgisinden genel sorumluluk, bugün ancak doktora yeterlik veya doçentlik sözlü sınavlarında bahis konusu olabiliyor.
Burada bazı fakültelerin öğrencilerinin, dolayısıyla o fakültelerden mezun olarak meslek sahibi olanların kitaba iyice uzak kaldıklarını söylemek isterim. Genel olarak söylüyorum, şüphesiz istisnaları vardır. Ama sosyal bilimler alanlarının, öğretmen yetiştiren eğitim fakültelerinin ve kitabın asıl sarrafı olması gereken edebiyat fakülteleri öğrencilerinin de bu bakımdan büyük kitleden fazla farklı olmadığı görülmektedir. Felsefe, sosyoloji, ilahiyat, tarih, sanat tarihi, Türkoloji vb. gibi kültüre, dolayısıyla kültür kaynaklarına yani kitaba en muhtaç olan bölümlerdeki öğrenci sayısını bir düşünelim. Hatta eğer ayıp olmazsa öğretim elemanı sayısını da ayrıca düşünebiliriz. Böylece alanı ilgilendiren fikir, metot, araştırma ve denemeler kitabının, hatta şiir, roman, tiyatro gibi edebî eserlerin Türkiye’deki saydığım bu fakülte mensuplarının sayısı dikkate alınırsa, yazımın başında ifade ettiğim tirajın birkaç katına kısa zamanda ulaşmaları beklenir. Ama ne yazık ki gerçek böyle değil. Şimdi hepimiz böyle bir bilim alanında önce Türkiye’deki lisans öğrencisi sayısını, sonra yüksek lisans – doktora öğrenci sayısını, daha sonra da öğretim elemanı sayısını ayrı ayrı hesaba katarak bu konuda yazılmış bir eserin önce ne kadar okuyucusu olması gerektiğini ve sonra gerçekte ne kadar okuyucusu olduğunu hesap edebiliriz. Okumanın genel kitleye yayılmasını isterken, adına araştırıcı dediğimiz, akademik hayatın içinde olan insanımızın, ilim adamımızın kendi alanıyla ilgili kitaplara bile sahip olmaması çok düşündürücüdür.
Ev, okul ve iş yeri arasında tabiî olarak zaman kaybının doğduğu sanayi toplumlarında, büyük şehirlerde okuma zevkinin veya alışkanlığının önemli göstergelerinden birinin de taşıma araçlarında ortaya çıktığına inanırım. Bu araçlarda geçen zaman, özellikle büyük metropollerde yaşayan insanların okumak için faydalanabilecekleri belki biraz sıkıntılı fakat oldukça uygun bir imkândır. Haydi, bu gibi araçlarda Türkiye’de ayakta kalanları saymayalım, ama oturanların, özellikle vapur gibi, tren gibi biraz daha uzun süreli ve daha rahat araçlarda oturan yolcuların ne kadarı okuyor? Tabiî bu soruyu devam ettirecek ikinci bir soru daha sormak gerekir. Okuyanlar ne okuyor? Bunu sorarken de aklıma ister istemez günümüzden en az yüz yirmi yüz otuz yıl önce Beykoz’daki yalısından çıkıp vapurla Tercüman-ı Ahval matbaasına giderken yazılarını hatta romanlarının birçoğunu kaleme alan Ahmed Midhat Efendiyi nasıl hatırlamayabilirim?
Kâğıt Medeniyeti kitabından alıntılanmıştır.

M. Orhan Okay Diyanet Dergisi

adminadmin