Köşe Yazıları
Giriş Tarihi : 15-03-2012 16:07   Güncelleme : 15-03-2012 16:07

Ölümün soğuk sesi sıcak nefesi

Hani derler ya! “Yaşlılar sıra sıra, gençler ara sıra ölürmüş”

Ölümün soğuk sesi sıcak nefesi
Hani derler ya!
“Yaşlılar sıra sıra, gençler ara sıra ölürmüş”. Ölümün en güzel tanımıdır bu aslında. Zira Allah öyle mükemmel düzenlemiştir ki yaşam ve ölümü. Yaşlılar üzülmesin ve beklemesin “sıra şimdi bende” diye, gençler de sevinmesin “daha bana sıra gelmedi, ölüme çok var” diye. Bu yüzden ümit ve korku arasında yaşam sürer tüm canlılar, özellikle de insanlar.

Yarının ne olacağını bilememenin gizemi, güzelliği ve bilinemezliği. Yaşamı anlamlandıran ve renk katan unsurdur, ölümle birlikte bu duygular. Her ölüm konusu gündeme geldiğinde dertlenerek ve üzülerek yaşadığımız hayatın gerçeği. Anlık üzülmeler dışında, kabullendiğimiz mutlak gerçek.

Her ölüm erkendir aslında ölen için. Her ne kadar geride kalanlar yaşla orantılı olarak yorumlar geliştirse de. Ancak bir gerçek vardır ki, genç yaşta ölümler herkes için beklenmeyen ve erken gelendir aslında. Hele elim bir kaza veya beklenmeyen anda geldi ise ölüm. Bu yüzden zaten ölüm kelimesi her geçtiğinde insanların zihninde, dünyasında ve gündeminde hep soğuk etkisi yapar. Ölümün soğuk sesi, kelimesinin soğukluğu gibi hissedilir insanların arasında. Oysa ölümün soğuk sesinden ürken insanlar şu gerçeği de unutmamalıdırlar. Ölümün bizi ana rahmine düştüğümüz andan itibaren sürekli takip ettiğini. Günlük uğraşlar arasında unuttuğumuz, belki de hatırlamak istemediğimiz ölümün bizi takip ettiği ve onun sıcak nefesinin her an ensemizde olduğu. Tıpkı ısrarlı bir şekilde bizi öldürmek için takip eden bir katil gibi.

Bizim unutmuş olmamız onun da bizi unuttuğu anlamına gelmiyor. Zaman zaman bize o kadar yanaşır ki. Bazen yaya geçidinin ortasında iken kırmızı ışık yanması anında sürücünün saniye kaybetmemek için bir gaza basması şeklinde, bazen bir serçe kuşunun yuva yaptığı doğal gaz bacasının tıkanmasının farkına varmadan uyuduğumuz sıcak ortamda, bazen de yoldan geçerken nerden geldiği belli olmayan bir merminin ucunda. Hele bir kaldırımda ayağımızın takılıp düşerken başımızı çarptığımız anda gelince ölüm! Bu ve bunun gibi nice basit olaylarda bile ölüm hep yanımızdadır aslında. Biz sadece uzaklaştığını sanırız. Sadece kanser, cinayet gibi büyük olaylarda ölümün bizimle olduğunu düşünürüz. Halbuki mezarlıklar gariban insanlar yanında, ölüme meydan okumuş, belki de başkasına ölüm olmuş ama ölümün sıcak nefesinden kaçamamış, insanlığından kaynaklanan bir erdemle değil bulunduğu makam veya elinde bulundurduğu güç kaynağına dayanarak kendini kahraman zannedenlerle doludur.

Ölüm, dünyada iken gerçekleştirilmek istenen ama binlerce yıldır insanların başaramadığı eşitlik olgusunun sebebi ve başlangıç noktasıdır aynı zamanda. Mezarlıklar ise, üstü bu dünyadaki eşitsizliğin yaşayanlar eliyle ölü üzerinden dışa yansıması, altı ise mutlak eşitliğin olduğu yegane yerlerdir.

Türkçe’deki kullanımı ise ne güzeldir ölümün. Ölüm kelimesi, benim ölü’m, benim ölüm’üm dercesine işlenmiştir beyinlerde. Çevremizdeki her ölüm zaten bir parça da bizim, yani benim ölümüm değil midir ki. Ölümümün yaklaştığını ve her halükarda öleceğimi haykıran bir elçidir ötelerden. Her ne kadar kendimize fazla yakıştıramasak da ölümü. Hep başkaları ölmeye önceliklidir, hatta hak sahibidir. Bizim yapacağımız daha çok işler, yaşayacağımız nice güzellikler vardır. Oysa ölüm, bize sormadan, ama inceden inceye haber vererek gelmektedir. Bizden istenen ise bu ipuçlarını yakalamak ve ona göre hazırlıklı olmaktır. Haber vermesine de gerek yok aslında. Zaten doğmak, ölümün en büyük habercisi, en büyük nedenidir. Çünkü doğmazsanız ölmezsiniz. Doğmakla ölümü de hak etmiş bulunmaktasınız.

Hem ölüm nedir ki! Binlerce yıldır çözülemeyen bir gizem. Öte dünyaya açılan bir kapı. Ötede ne olup olmadığını göreceğimiz için de anlamlıdır ölüm. İnananların yada inanmayanların merakla bekledikleri, gerçeğin ne olup olmadığının net olarak anlaşılacağı son değil, bir başlangıç.

Ölüm denilince bir yanılgı da bizleri kaplamaktadır. Ölümü sadece kendimizle anlamlandırmışızdır. Yada bize yakın olanlarla. Oysa her nefsin ölümü mutlak ve muhakkaktır. Her varlığın yolu ölümden geçecektir. Bizlerin ölümünü anlamlı kılan sadece biziz. Soframıza gelen etin elde edildiği inek, koyun, keçi, tavuk gibi hayvanların boğazlanması her ne kadar bizim için çok yararlı olsa da onlar için ölüm değil midir. Yemeklerimizi süsleyen marul, ıspanak, pırasa, maydanoz gibi bitkilerin köklerinden sökülmesi ve soframıza gelmesi bizim için bir zevk iken o bitkiler için ölüm değil midir. Kısaca evrende var olan her şey bir diğerinin eliyle bir ölüme doğru gitmiyor mu. Çevremizde bulunan taşların da bir ölüm zamanı yok mudur. Bizden fazla ömürlerinin olması, kainatın sonunun geldiğinde onların da öleceğine engel mi. Her şey ölüm denen olgunun kapsama alanındadır ve bu kapsamdan çıkma olasılığı sıfırdır.

Kainatın toptan yok olmasına kadar geçecek olan süreçte bir gerçek daha vardır. Yeni yetişen canlıların yaşaması için diğer canlıların ölümü şart ve gereklidir. Bu dünyada birisinin ölümü, diğerinin yaşam kaynağı olmaktadır. Aksi halde dünyada var olan doğal dengenin ve yaşamın sürekliliğinin sağlanması olası değildir. Ve kainatta var olan bu yapıyı gören, kavrayan, anlayan ve takdir eden her bir bireyin söyleyeceği kaçınılmaz söz şu olacaktır: Yaşasın Ölüm!
Her nefis ölümü tadacaktır. (3/185)
 
[email protected]
 
adminadmin