Kültür
Giriş Tarihi : 09-07-2017 10:00   Güncelleme : 09-07-2017 10:00

Ömer Faruk Tekbilek: Bana İlham Veren O Sessizlik

​Yunus Emre Enstitüsü’nün organizasyonuyla tertiplenen Üsküp Yaz Festivali Açılış Konseri’nin açılışını yapmak üzere Üsküp’e gelen dünyaca ünlü besteci Ömer Faruk Tekbilek ile bir mülakat gerçekleştirdik. Tekbilek bağlama, ney, darbuka, zurna, bendir ve def gibi enstrümanları virtüöz derecesinde kullanabilen ülkemizin ender sanatçılarından biri…

 Ömer Faruk Tekbilek: Bana İlham Veren O Sessizlik

16 yaşında Adana’dan İstanbul’a gelen Ömer Faruk Tekbilek burada Mevlevi dervişleriyle tanışır. Onların dünyaya bakışlarından, müziği yorumlayışlarından ve ruhlarından etkilenir. Mevlevi Şeyhi Neyzen Aka Gündüz Kutbay hayatında önemli bir yer edinir. Sufi müziği, Tekbilek müziğinin temel taşı olur. Daha sonra müziğe karşı alternatif bakış açılarıyla tanınmış müzisyenlerle çalışır. 1971 yılında 20 yaşında Türk Klasik Folklor grubunun bir üyesi olarak ilk defa Amerika'ya gider.

1988 yılında ünlü prodüktör Brian Keane ile tanışır. Dünya çapında tanınmasını sağlayan albümlere imza atar. Doğu ve batı ezgilerini tasavvuf müziğiyle sentezleyerek oluşturduğu özgün tarz, büyük beğeni toplar. 

Albümlerinde Türkiye, Yunanistan, Bulgaristan, İran ve İspanya gibi birçok farklı ülke ve medeniyetten müzisyenlerle çalışır. 
Amerika dışında, Avustralya, Fransa, İspanya, İngiltere ve Yunanistan başta olmak üzere birçok kıta ve ülkede verdiği konserlerle hayran kitlesini her gün genişleten Ömer Faruk Tekbilek ile yaptığımız mülakatı sunuyoruz…

- Yunus Emre Enstitüsü ile nasıl tanıştınız?

- Üsküp Yunus Emre Enstitüsü 3 yıl üst üste davette bulundu ancak Amerika'daki işlerimizin yoğunluğundan olumlu cevap veremedim. Üst üste aramalarından ötürü hem şeref duydum hem de olumlu dönüş yapamadığım için mahçup oldum. Menajerim Üsküp'teki yaz festivalinden bahsetti ve Üsküp YEE'nin bir kez daha davette bulunduğunu söyleyince artık tamam dedim. Tüm işlerimizi durdurduk ve Üsküp Yunus Emre Enstitüsü Müdürü Fuat Korkmaz kardeşim ve Muhsin kardeşimle telefonda konuştuktan sonra Üsküp'e geldik.

- Atmosfer nasıldı? Üsküp, konser, salon?..

- Çok güzeldi. Allah-u Ekber. Muhteşemdi. Tutamadım göz yaşlarımı zaten. Sulattı gene hamdolsun, Allah'a şükürler olsun. Çok güzel.

- Dakikalarca alkış ve ıslıklarla tezahüratlar. Ve herkes cep telefonlarıyla her bir parçayı kaydetme yarışında idi...

- "Ne sen var ne ben, bir tek o Gaffar var" diyor ya Veysel Baba. Cenab-ı Hak işte kendinden güzellikler yansıtıyor insanlara. İnsanı ayna yapıyor kendine.

- Müziğinizle, müziğinizin özelinde ise tasavvufla ön plana çıkan bir isimsiniz. Tasavvufla tanışmanız müzikten sonra mı yoksa sizin daha önce tasavvufla bir ruh bağınız var mıydı?

Ben İmam Hatip mezunuyum. İlkokuldan sonra İmam Hatip’e gittim 6. sınıfta ayrıldım. 4’te imam oluyoruz. 5, 6, 7 hatip oluyoruz. Sonra İslam Enstitüsü ya da İlahiyata gidiliyor. Ben 6’da ayrıldım maalesef. Çünkü babamın durumu müsait değildi, yaşlıydı. Bir de ben artık müziğin içine girmiştim, hayatımız döndü. Okulu bıraktım ama okumayı bırakmadım tabii. O temel bana yetti Allah’a hamdolsun.

- Çocukluk döneminizde yoksulluk başta olmak üzere büyük sıkıntılar yaşıyorsunuz. Birçok yerde müzik yapıyorsunuz. O günleri anlatır mısınız bize? Hayat hikâyeniz üzerinden gençlere de tavsiyelerde bulunmak ister misiniz?

- Bir gün bana bunu sordular, “Tecrübeli bir insan olarak neler tavsiye edersiniz?” Hemen aklıma şu geldi, “Futbol maçında gaye nedir?”. Gol atmaktır elbette. Kaleyi hedefledikten sonra kaleyi unutmak lazım. İlla gol atacağım değil! Topla oynamanın zevkine, oyun oynamanın zevkine varmak ve oyun oynama kabiliyetini arttırmak, ondan sonra zaten gol olur. Bazen geliyor insanlar, “Hocam bu neyi çalmayı ne kadar zamanda öğrenirim, ne kadar zamanda taksim yaparım?”. Yani şimdi “Ne zaman gol atarım?” diyor. Hâlbuki evvela bir sesi üfleyeceksin, kelimeleri öğreneceksin, cümle kurmayı öğreneceksin ondan sonra şiir yazacaksın. Yani ileriye bakmamak. Bir de müzikteki en önemli özellik, ben hocamdan öğrendim -Allah rahmet eylesin- Orhan Baba, “Müzikte rakip dışarda yok.” dedi. Kimseye bir şeyi ispat etmiyorsun. Rakip içerde! Çünkü sen kendin biliyorsun ne tarafın zayıf, ne tarafın kuvvetli. Onun için kimseye bir şey ispat etmek kaygısı yok müzikte. Bir de müzikte, yanındakinin daha iyi olmasını istersin. Yanındaki ne kadar iyi olursa sen de o kadar iyi çalarsın. Yani başka mesleklerde senden daha iyi olanı istemezsin ama müzikte tam tersi. Ne kadar iyi olursa, sana daha güzel çaldırır.

- Tıpkı İmam Şafi’nin “Kendinizden kötü birisiyle satranç oynarsanız gerilerisiniz.” dediği gibi mi?

- Tabii senden daha iyi olandan sen öğrenmiş olacaksın. Senden daha iyi olmalı ki, sana o işin daha ileriki safhalarını gösterebilsin. Bu, motivasyon olarak da faydalı olacaktır. Senden aşağıda olunca aslında bir şey öğrenemiyorsun.

- Ney çalabilmek için çabalarken neticeye ilişkin “ilk ses, ilk gözyaşı” demiştiniz. Onu anlatır mısınız? İlk sesi yakaladığınızdaki hissiyatınız nasıldı?

- İki ay uğraşmıştım ama kendi kendime. İlk ses çıktığında ilk yaşadığım şey gözlerimden yaş akması oldu. Şimdilerde mesela, Japonların şakuhaçi isimli bir enstrümanı var, onu deniyorum. Onun üfleme tekniği farklı, biz yan üflüyoruz ses çıkıyor. Geçen gün evde uğraşıyorum, birden ses çıktı, tüylerim diken diken oldu böyle. İlk ses çıktığı anda acayip bir şey oluyor. Yani daire tamamlanmış da vücudun içinde çözülüyor gibi bir duygu oluyor. Erimek gibi bir şey oluyor, dolduruyor içini. Çıkan ses çok acayip bir şey. Deniyorum deniyorum yok, sonra sanki gizli bir delik varmış gibi, oraya denk getirip üflemek lazım. Çünkü biz üflüyoruz, bir türlü içine girmiyor, dışında kalıyor o hava. Ama o sesi üflerken tutturunca içine giriyor hava ve ses çıkıyor.

- İlk çaldığınız enstrüman ne idi?

- Büyük ağabeyim bağlama çalardı. Evde hep bağlama vardı. Bağlama ile başlamamın sebebi de bu. Sonra dilsiz kaval ile devam ettim. Kavalın kafasını kesiyordum, dilsiz kaval yapıp ses çıkarmaya uğraşıyordum. Dilsiz kavaldan sonra neye geçtim. Çünkü ney, kavala nazaran daha kolay. Ney de aynı zurna gibi tek ses. Do, re, mi, fa, sol, la, si, do hepsi orada. Do-diyez yani ara sesler yok.  Ama neyde ara sesler var. Bunun için makamları çıkarmak daha kolay. Makamları daha kolay çalmak, melodileri daha kolay çıkarmak için ney daha kolay oluyor. Teknik bakımından işinizi kolaylaştırıyor. Neyde uşak yapacaksam parmağımla deliği kapalı tutuyorum ama hicaz yapacaksam açıyorum. Yani teknik olarak kolaylaşıyor, yoksa neyin başka bir zorluğu yok.

- Büyük sanatçılar sanatçı sezgisine dayalı bir takım farklı mistik müşahedelerden bahsediyorlar. Sizin bu tip bir mistik müşahedeniz oldu mu? Sanatçı sezgisi ile ilgili bir takım şeyler vardır, bu normal insanların yaşamadığı harikulade hallerdir, derler. Böyle şeyler yaşıyor musunuz?

- Afedersiniz eşref saati derler ya. Udu bayağı ilerletmiştim. Bir gün arkadaşlarla çalıyoruz. Ellerime baktım ki, ben çalmıyorum, ellerim çalıyor. Parmaklarım gidiyor, geliyor. Çalmaya başladığınız enstrümanı bir zaman sonra aslında sizin çalmadığınızı fark ediyorsunuz. Elleriniz kendi kendine çalıyor.

- Bu tasavvuftaki sekr hâli midir?

- Evet, “Çekil aradan.” diyor sana. Zannediyoruz ki biz yapıyoruz. İşte o hâlde benlik kayboluyor. O ben dediğimiz şeyin farkındalığı yok oluyor. Ney çalarken hiç bilmiyordum melodiyi, çalıyorum. Aslında ney çalıyor. Dediler, “Hani bilmiyorum dedin çalıyorsun.”. “Valla” dedim, “Bilmiyorum ama ney biliyor.” Yani bırakıyorsun kendini gidiyor. Yani insanın geliştirdiği o bırakabilme yeteneği, sekr hâli gibidir.

- Özellikle neyin, diğer müzik aletlerine göre daha uhrevi bir hâl olduğu ve insanda kendi içsel âlemine doğru bir yolculuğa çıkarttığı hakkında pek çok şey okuyoruz. Böyle bir şey var mı?

-Tabii muhakkak. Bunun birinci sebebi nefes olduğu için. Çünkü nefesimizi kullanıyoruz. İkincisi nefesin ruhun derinliklerinden geldiğini en iyi ney gösterir. Neyin yapımı da “İlahî aşkla kavrulmaya” benzetilir.

- Budizm'deki bir takım nefes kontrolleri ile irtibatlı bir şey mi bu?

- Ben ona nefes süvarisi diyorum. Nefese binmek, nefese yapışmak. Bizden önce olan nefesi şimdi biz kullanıyoruz fakat farkında değiliz. Demin dediğim gibi “ben” zannediyoruz, “ben yapıyorum” sanıyoruz. Ama işte o an gelip nefesin farkına varıp sırf nefesle bir olduğun zaman bir bakıyorsun ki o kendiliğinden olan nefesin hareketinin üzerine binmiş olduğunu görüyorsun. Ben şimdi ona “Geriye çekil!” diyorum hep. “Geriye çekil!”, geriye çekildiğin zaman çıkıyor meydana.

- Bir dervişin sürekli zikir çektiğini söylüyorlar. Soruyorlar, diyorlar ki “Neyi arıyorsun? Bu kadar zamandır başka hiçbir şey yaptığın yok.” “Gaflete düşeceğim ânı arıyorum.” diyor.

- Tasavvufta bize anlatılan şekli ile bu hâl yaşanıyor. Çünkü bir şeyi devamlı tekrar ettiğin zaman zihin düşünceden düşünceye atlama kabiliyetini durdurmuş oluyor. Sürekli tekrar ediyorsun çünkü. Onun için zihin boşalıyor. İşte gaflet dediği an o. Zikir sadece bir vasıta. Çünkü zihnimiz sürekli bir şeyi tekrar ediyor. Oradan oraya atlıyor, zihnimizin kapasitesi bu kadar. Gelen düşünceler giriyor zihnimize, buradan buraya atlıyoruz. Maksat geriye çekilip, düşünen biz değiliz aslında, düşünce de içimizden gelip geçiyor. Düşünce de bir his gibi. Alıyoruz düşünceleri, beynimiz ondan etkileniyor. Onu bize bilgi olarak veriyor.

- Afrika’da yerli kabilelerde birçok farklı kültürde, dumanla, büyüyle, tütsüyle farklı bir takım tılsımlarla bir trans hâline geçme söz konusu. Müziğin de transa geçirmek için bir araç olduğunu düşünüyor musunuz? Mesela siz yaptığınız müzikle insanları hangi trans hâline geçiriyorsunuz?

- Ben boşalmakla buldum. Zaten bütün sırrı orada. İnsanı o trans hâline getirmek zihni bir notaya teksif etmeye vasıta onların hepsi. Ettiğimiz dualar da öyle. Kendimizi o boşluğa getirmek için zihnimiz Allah’ı düşünüyor, çünkü en güzeli o. Çünkü Allah’ı düşündüğümüz zaman tahayyül edemiyoruz ya, zihnimiz boşa düşüyor. Onun için en yüce şey İmam Gazali’nin dediği gibi “Kâinatta en yüce mertebe bu ruh için, daimi namazda olmak.”. Çünkü “zihnimiz” diyor öyle izah ediyor, Cenab-ı Hakk'ın lütfuyla bizde hafıza var, geçmişi hatırlarız, bir de hayal etme kabiliyetimiz var. İnsan anı unutur onun için de işte diyor “Hakk'ın ismini koyacaksın. Devamlı Süphanallah, Elhamdülillah, Allahu Ekber, Lailaheilllallah... Bu dördü, zikr-i kebir” diyor işte. Bunu tekrar etmek, bunu tekrar ettiğimizde ne oluyor? Zihnimizi avare olmaktan alıp bir focus yapmaya yönlendiriyor. Yani zihnimizi boşa düşürüyor.

- Ben de o anlamda sordum aslında. Sizin yaptığınız müzik sufi bir müzik. Allah’a yakınlaştırmayan müzik ondan uzaklaştırıyor mu? Her müzik aynı etkiyi göstermiyor dolayısıyla bu anlamda sizin müziğinizin böyle de bir tılsımı var mı?

- “İnneme'l-a'mâlübi'n-niyyet” diyoruz ya, yani ameller niyetlere göredir. Kainatta her şey titreşim, her şey titreşimden meydana geliyor. Değişik frekanstaki titreşimler madde oluyor, sonra koku oluyor. Biraz sonra ışık oluyor, ses oluyor derken en yüksek titreşim insan ruhu. Şimdi biz çalarken nasıl bir hâlet-i ruhiyedeysek o hâlet-i ruhiyemizi oraya yüklüyoruz. Eğer mistik, hoş bir durumdaysan mistik bir titreşim yolluyorsun. Ama sinirli bir durumda çalıyorsan bu defa sinirli bir şey çıkıyor. Itri’nin bir hikâyesi vardır. Itri bir başlamış çalmaya, ağlatmış insanları. Biraz sonra güldürmüş, biraz sonra da uyutmuş. Yani içimizdeki hâlet-i ruhiyeyi biz hangi aleti çalıyorsak o titreşimlerle karşımıza yollayıp o titreşimlerle sarıyoruz insanları ve o hâle bürünüyorlar. Ben her zaman onu söylerim, çocukluğumda çalarken annemin içeri girdiği zaman namaz kıldığım andaymışım gibi, herkese öyle gelmeyebilir. Namaz kılarken, dua ederken ne yapıyoruz? Allahuekber deyip tüm etrafı bloke ediyoruz. Kendi özümüzle hani “Cenab-ı Hak, Allah” diyoruz ama aslında biz kendimizle yalnızız. İşte o yalnızlık anını, o boşluğa girdiğin zaman dua etmekle çalmak aynı şey benim için. Onun için ben dedim gece kulübünde de olsam, nerede olursam olayım ben hep oradayım. Tamamen kendimleyim. İbni Arabi Endülüs’ten çıktıktan sonra Afrika’da bir kadın evliyayı ziyaret ediyor. Onun yanına geldiği zaman, kadın evliya diyor ki, “Buraya çok insanlar geldi. Geldiler ama hepsi burada oturuyor, kafaları başka yerde. Ama Muhyiddin buradayken tamamen buradaydı.” diyor. Tamamen orada olmak lazım yani.

- Hz. Mevlâna’nın Mesnevi’sine başlarken “Dinle neyden…” diye başlaması. Buradaki neyin sırrı neydi ki? Neden bu şekilde başladı?

- Hikâyesini anlatıyor. “Ne söyledi?” diyor. “Ayrılıktan bahsediyor.” diyor. Çünkü kestiler onu, aldılar kökünden. İnsana benzetiyor, insan da öyle.

- Doğuştan itibaren insan vuslatta mıdır?

- Tabii ayrıldık. Kökümüzden geldik. “İnna Lillâhi Ve İnnâ İleyhi Raciûn.” Şüphesiz biz Allah'tan geldik ve ona döneceğiz. Hepimiz vuslatı arıyoruz. Buraya onun için geldik, gaye o. Ölmeden ölünüz. Yani o da ne oluyor? Bütün maddi isteklerden, tamamen dışlamak değil ama bağımsız olmak. Mesela Peygamberimiz (A.S.) mucizelerle, büyük ıstıraplarla dolu hayatında başka neler yapmış? Evlenmiş, yemek yemiş, su içmiş, bir hayat yaşamış ve “Bağımlı olmayın!” demiş. Kimileri de yanlış anlamış ne evlenmiş ne yemiş. Her şeyi itidalinde yapacaksın. Dinim benim itidaldir diyor ya her şeye bağımlı olmayacağız. Bağımlı olmayacağız ki her şeyi ihtiyacımız kadar alacağız. İçimizdeki o öz, ruhun gıdası Hakk.

- Ruhun tekâmülü için bir tecrit gerekli mi? Yani bir yabancılaşma, içe dönüş, insanlardan bir kopma tekâmül…

- Ama ruh tekâmül etmez ki, ruh zaten mükemmel. Bizim idrakimiz tekâmül ediyor. Biz ruhumuzdan ayrıyız. Ruh gene Hakk’ın ruhu. Kainatın ruhu bir. Biraz yanlış anlaşılıyor orada. Ruh tekâmül etmez, bizim idrakimiz. Perdelenmişiz biz. Özümüzden, ruhumuzdan farkında değiliz potansiyelinin. Bir söz var, çok hoşuma gider: “Şuurumuz Allah’ın tahtıdır. Boş bırakalım ki otursun.” Çünkü biz düşünüyoruz ha bire, devamlı analizdeyiz. Zihnimiz kalbimizin kapısı, onu devamlı açık tutacağız. Bir şey geldiği zaman analiz etmeyeceğiz. Analiz ettiğimiz an, bireysel ne biliyorsak ona göre analiz ediyoruz. Küçücük bir parça bizim idrakimiz. Ne biliyorsak “Bu böyledir!” dediğin zaman sana göre o işte. Hocanın dediği gibi “Sen de haklısın, sen de haklısın.” dediği şey. Senin idrakine göre o öyle oluyor. Ama ne zaman kapı kapanıveriyor. Sen şimdi buradasın bitti, geri gelen yok. Hâlbuki çarptığı zaman hemen açacaksın, hemen kalbine yollayacaksın, düşünmeye lüzum yok. Hissedeceksin. Kalp biliyor, zihin bilmiyor. Zihin sadece almak için gerekli, o da lazım. Kalbe açıp kalbe yolladığımız zaman hisle bakacağız. Onun için de eller dile gelmez, dile gelen o değildir. Hakikati bulanlar söyleyememiş, dili tutulmuş. Söylenmez ki zaten, dile gelmiyor.

- Zaten “Hâl ehli kendini dil ile ifade edemez” diyor tasavvuf. İnsan bazen nefsini yeniyor, yeniyor ve öyle bir raddeye geliyor ki artık tamamen her şeyi öldürdükten sonra bu sefer nefsini öldürdüğünün hazzını yaşamak gibi, tersten şeytanın bir vesvesesine dönüşmüyor mu?

- Onu İbni Attar çok iyi anlatıyor: “Yedi vadiden geçmek lazım. Çok yiğitler ikinci vadide kaldı.” Nefsin mertebeleri var, herkes geçemiyor. Sonsuza eremiyor, o gurura kapılıyor.

Bahsettiğiniz o Feridun Attar’ın şöyle bir hikâyesi vardır. Dervişler yolda giderken bir yaşlı kadın dereden karşıdan karşıya geçemiyor. Dervişlerden bir tanesi o kadını sırtına alıyor ve geçiriyor karşıdan karşıya. Ondan sonra 3-4 kilometre daha yürüyorlar. Bu esnada diğer dervişin içinden sürekli şu geçiyor: “Kadını nasıl tuttu, nasıl değdi eliyle...” Daha sonra dayanamıyor, içinde fitne kalmasın diye “Sana bir şey soracağım.” diyor. “Neden kadına değdin, haram değil mi?” diyor.  “Bak!” diyor. “Ben o kadını yalnızca dereden karşıdan karşıya geçirdim. Sen ise 4 kilometredir kafandan geçiriyorsun. Hangimiz daha büyük günah işledik?” diye soruyor. Bir şeyi o anda yap geç git. Bir şeye takılıp sürekli düşünürsen o daha yorucu olur. Bir filmdeydi galiba, “Soru sormazsan, yalan dinlemezsin.” diyordu. Neden kurcalıyoruz yani? Bir şeyi çok fazla irdelemek de aslında o şeyle alakalı bizim eksikliğimiz gibi gözükebilir mi? Takılmamak gerekiyor, sürekli devam etmek, gitmek.

İşte tüm evliyalar, peygamberler bunu anlatıyor. Sakın ha. Onun için sürekli “İhdinessırâtel müstakîm. Sırâtellezine en'amte aleyhim. Ğayrilmağdûbi aleyhim ve leddâllîn. Amin.” Bunu en yüce mertebeye ersen bile son nefesine kadar “İhdinessırâtel müstakîm” diyeceksin devamlı. Ya Rab sana sığınırım. Nefsimden sana sığınırım, aczimden sana sığınırım. Samimiyet, ihlas önemli. Gaye, “Bana seni gerek seni.”

Cüneyt Bağdadi diyor, “Sordular bana: ‘Ne istersin?' İstememeyi isterim.” İsteksizlik yani. Peygamberimiz için Kur’an-ı Kerim'de de ayet var ya “Kulumuz yaklaştı, ne sağa baktı ne sola baktı.” diyor. Devamlı geliyor fitne. Fitne dediğim yani devamlı bizi etkileyecek olan focus. Yunus’un dediği gibi: “Bana seni gerek seni.” Hiçbir şeye bağlanmamak. Çünkü en büyük haz cennette bile Makam-ı Mahmud. Orada Hakk görünecek. Onun lezzeti kimsede, hiçbir şeyde yok. Devamlı hulus-i kalp ile Hakk'ı aramak. Lezzet geldiği zaman hemen Estağfurullah. Çok hoşuma gider şu söz: “İyiliği olması gerektiği için yapıyorum.”. Allah’tan bile beklemeyeceksin. Karşılık beklemeyeceğiz. Her şeyi karşılıksız, sırf bu güzellik olması gerektiği için yapmak. Doğrusu bu. Doğrusu bu olduğu için yapıyorum ve karşılık beklemiyorum. O zaten büyük bir haz. Mesela albüm imzalatmaya geliyorlar, bedava veriyorum. “Şimdi sen buna 10 lira verirsen bunun değeri 10 lira olur ama ben pahasız veriyorum. Bu sefer albüm oluyor fipaha. Pahasız oluyor. Karşılığında sen ne istersen, Hakk ile ölçülmez ki. Hakk'ın cemaline ermek! Bütün sır orada.

- Geçtiğimiz yıllarda yaptığınız konserlerde çaldığınız şarkılar arasında yaptığınız dualar da bu ekşici camia tarafından eleştirildi. “Konser vaaza dönüştü. Hem dua ediyor hem de müzik icra ediyor” diye...

- Bana da dediler bunu. Çünkü ben ilahileri bitirdikten sonra coşuyorum, tutamıyorum. “Elhamdülillahi Rabbil Alemin!” diyorum bittikten sonra. Belki onu söylemişlerdir. Bir de sufilerin felsefesini anlatıyorum -gerçi Türkiye’de anlatmıyorum bildikleri için dışarıda anlatıyorum- belki onu söylemişlerdir. Türkiye’de de öyle, bittiği zaman kendimi tutamıyorum. “Elhamdülillahi Rabbil Alemin!” diyorum. Bundan başka bir şey yok ki. Hatta bir yerde beni uyardılar, “Önyargılı insanlar burada çoktur, yanlış anlarlar.” Bir kere söylemedim, ikincisinde baktım kalbim titriyor. Sonra dedim “Bana ne? Kim ne derse desin, benim niyetim saf.” Bir kez daha söyledim: “Elhamdülillahi Rabbil Alemin!” Herkesin yargısı beni ilgilendirmiyor. Beni, benim samimiyetim ilgilendiriyor.

- Bu eleştiriyi yapanlar modernistler ama muhafazakârlar da ancak onların gönüllerini okşayacak parçalar vücuda getirirseniz size iltifat ediyorlar. Dolayısıyla müzikal kariyeriniz Türkiye’de şekillenmiş olsaydı, nasıl bir Ömer Faruk Tekbilek olurdu? Bugün geldiği noktaya gelebilir miydi Ömer Faruk Tekbilek?

- Amerika’ya gitmeseydim bu durum olmazdı muhakkak. Çünkü ben Türkiye’de kalsaydım, hep başkalarının arkasında çalıyor olacaktım. Müzisyendim yani Türkiye’de. Nasıl derler? Solistlerin arkasında çalan bir insandım. Stüdyolarda çalıyordum, bir solist değildim. Amerika’da grubum vardı ama devamlı enstrüman çalınca olmuyordu. Dedim birilerinin okuması lazım. Ben okumaya başlayınca sesimin güzel olduğunu söylediler. Çaldıklarımı, okuduklarımı devamlı teybe alıp dinliyordum. “Kendimi geliştirmem lazım.” dedim. İki senedir onlineda antrenörüm var. Olimpik atletleri çalıştırıyor. Çok iyi bir müzisyen. Sesimin kontrolü arttı, kendimi geliştirmeyi öğrendim ve ondan sonra da Amerika’da olduğum için albüm çıkarma fırsatı buldum. Demin de söylediğim gibi dışarıdaki insanların kriteri beni ilgilendirmiyor. Ben müziği dışarda anlattım. Burhan Baba söyledi: “Müzikte dışta rekabet yoktur. Çünkü sen biliyorsun içeride ne tarafın zayıf ne tarafın kuvvetli olduğunu. Dışarıdaki insan bilmiyor.” Mesela sen yanındaki müzisyenin daha iyi olmasını istersin ki daha iyi müzikler çaldırsın sana. Biz enstrüman çaldığımız zaman aslında enstrüman gelişmiyor. Zihnimizle vücudumuzun koordinasyonu gelişiyor. Bir de ben çok enstrüman çaldığım için onun daha çok farkındayım. Ben piyano okuyorum piyano oluyor, bağlama okuyorum bağlama oluyor. Gerçi bu ritimci olduğum için oluyor. Burhan Baba onu da söyledi bana: “Oğlum ne enstrüman çalarsa çalsın, müzisyenlerin hepsi porkaşıncıdır. Çünkü ritim olmadan, darbe olmadan ses olmaz.” Bana sopaları verdi, çünkü benim ritim bilgim de iyiydi. Hatta bir gün Arif Sağ elime sopaları verdi, bütün ritimciler orada. Samanyolu Stüdyosu'ndayız. Arif eline aldı bağlamayı, komplike ritimler çalıyor. “Bu ritim kaçlık?” diye sorduğunda, kimse sorunun cevabını bilemezken ben hepsine doğru cevap verdim. O zamanlar söylediler, “Sen saksafoncu gibi çalıyorsun.” Davul da çalarım. Amerika’ya gittiğim zaman baktım bizim müziğimiz yok ortalıkta. Oranın müziğini çalıyorlar gün boyunca. Davul çaldım altı ay. Zannettim ki onlar da caz çalacak, çünkü cazı seviyorum. Bir kulüpte çalıyoruz 40 dolara. Her gün onları bırakıp aşağıda davulla pratik yapıyorum. Hele bir gün çaldığımda uçuyor gibi hissettim. O an şunu dedim: “Allah’ım şu an yaşadığım zevki bir gün insanlara da göstermeyi nasip et.” Dualarım kabul oldu, şimdi paylaşıyorum insanlarla. Zaten diyorum Allah’a giden en kestirme yol müzik.

- Bu anlamda sizi en çok besleyen yerel müzik türleri ne olmuştur?

- Ben her şeyi dinledim. Her şeyi çok sevdim. 17 yaşımdayken İstanbul’da arabesk çaldım. Ağabeyimle ikimiz stüdyodan stüdyoya koşuyoruz. Bir Hakkı vardı, o tam folklor çalardı. Ağabeyimle ikimiz gider Arap müziği çalardık. Her gün Orhan Gencebay abiyle beraberdik, Ahmet Sezgin’le çalıyorduk. Orhan abiyle aynı odadaydık. Hatta onun resmini çizdim. Odada Grundig bir teybi var.

Müzik sizin için nerede?

Müzik benim için nerede? Sahnede mi, evde mi?” Tabii ki evdeki çalışmalarım! Sahne de lazım ama evdeki çalışmalar olmadan olmaz. Onun için sabır ağacını sulamaya devam ettim. Kabullendikten sonra mucize gibi bir şey oldu. Kabullendim, ertesi gün gittim kocaman bir buharlı ütü makinası aldım. Açtım, saksafon gibi bir ses çıkıyor. “Allah’ım, altı aydır çalıyorum böyle bir ses bile çıkaramadım!” dedim. Niye? Zihnim benle değildi ki. “Ne yapıyorum ben burada? Niye buradayım?” sorularını soruyordum. Ondan sonra etrafımdaki senfonileri duymaya başladım. O an gözlerim doldu. Ben niye evde çalışmak istemiyormuşum? Sesim de var, şarkı da söyleyebiliyorum. Sonra şunu dedim: “Bir şeyi beğenmediğinde değiştirmeye çalışacaksın. O senin hakkın. Ama değiştiremiyorsan ondan zevk alacaksın.”

- Yağmur damlalarının sizin ilk senfoniniz olduğunu söylemiştiniz. Onu biraz anlatır mısınız?

- Bağ evine çıkardık işte. Kocaman bir çinko düşünsenize! Bir de çinkonun her yerinden farklı sesler çıkıyor. Ondan önce zaten evde başlamıştı. Annem çamaşır makinasını çalıştırdığında oluğun altına bir kap koyardı. Orada yaslanırdım pencereye, senfoni dinlediğimi zannederdim. Zevkten ölürdüm.

- Yani o yağmur damlalarının çıkardığı sesin bir müzik olduğunu hissettiğinizi söylüyorsunuz!..

- Hissetmek değil, duyuyorsunuz. Acayip melodiler çıkıyor. Çeşmeyi bile açtığında dikkatlice dinlediğinde her düşen damlanın değişik bir tonu olduğunu duyarsın. Ne senfoniler var her yerde, her şeyde...

- “Odaklanarak, dikkatlice dinlediğinizde, sessizliğin içinde bile olsanız mutlaka o müziği duyacaksınız. Bir şey size fısıldayacak veya bir ritim gelecek.” Bunu mu demek istiyorsunuz?

- Evet kesinlikle. Çünkü sessizliğin ritmi diye bir şey var. Neden duymuyoruz? Çünkü zihnimiz devamlı düşüncede.

- Sessizliğin ritminin bir bestesi olduğunu düşündünüz mü? Ve siz bu besteyi çalmayı denediniz mi?

- Tabii ki! Zaten bana ilham veren o sessizlik.

- Dünyadaki birçok sanatçı bu sesleri duyduğunu söylüyor. Hatta diyorlar ki “Bu melodiler bizim kulağımıza geliyor. Biz de anlamıyoruz bunun müziğini nasıl yaptığımızı...”

- Beraber albüm yaptığım Bryan isminde ordinaryüs bir arkadaş, “Beste yapmak, dinleyebilmektir.” dedi, “Dinleyebilmek için de sessiz olmamız lazım.” Onunla ilk tanıştığımızda “çal” dedi bana. Ben çalıyorum. Pür dikkat dinliyor beni. “Allah Allah, bu adam ne içti?” dedim kendi kendime. Kafayı salladın mı düşünemezsin. Duyabilmek için zihni boş bırakmak lazım. Ben bunu onda gördüm. Bütün anlam bu zaten. Zihni boş bırakabilmek. Bir mistik okulda şöyle diyorlardı: “Çünkü zihnin vazifesi devamlı analiz yapmak. Nefes aldığımız sürece zihnimiz gördüğümüz veya görmediğimiz her şeyi alır. Zihnimizi durduramayız. Ama onu kontrol etmek için ne yaparız? Ne düşünmek istiyorsan onu tekrar edeceksin.” Ben de ne düşünmek istiyordum? İmam-ı Gazali’nin dediği gibi, “Bu kainatta en yüce mertebe Hakk'ın ismini tekrar eden gönle sahip olmaktır.” O zaman zikredeceksin. “Hu! Sübhaneke Allahume ve bihamdik!” Orada “k” sesi var. Bazı insanlar var ibadet etmeleri gerektiğini bildikleri için ibadet ederler. Bazıları da Allah’ın varlığının bilincinde olarak ibadet ederler. Bir de Allah’ı görerek ibadet etmek var. Çünkü Allah her yerde. Hepimiz oyuz şu anda. “Ben bilinmek istedim o yüzden kainatı yarattım.” diyor. “Çekil aradan, kalsın Yaradan” demişler. Bizim bütün düşmanımız zihin. Zihnimizi boş tutmamız lazım. O zaman dinginlik çöküyor. O zaman bakıyorsun, su gibi akıyor her şey. İhtiyacımız olan her şey etrafımızda. Hiçbir şey sorun değil, hayat çok mükemmel. Biz zannediyoruz ki şöyle olması lazım, böyle olması lazım. Biz sadece kalbimizi açacağız. “Ne yapmak lazım?” sorusunu soracağız. Müzikte de ben onu yakaladım. Bir gün -Allah rahmet eylesin- bizim klarnetçi Sevim Tanürek ile geldi. Hacı ağabeyim “ibibikleri” çalarken klarnetten solo yapardı. “Hadi evlatçığım bir solo yap bakayım.” dedi. Ben tam solo yaparken bir baktım zihnimde beylik melodiler var. Sonra bir uzun ses üfledim. Bekliyorum, dinliyorum ritimleri. Hiç acele etmeden, geriye çekilerek. Yani zihnimi geri attığımı o zaman çok iyi anladım.

- Bruce Lee’nin şöyle bir sözü vardı: “Düşmanınız kendini kastığı zaman siz gevşeyin. Düşmanınız gevşediği zaman siz kasın. Düşman içinizden su gibi geçsin.”

- Ben hayatımda yaşadım onu. Benim kayınbiraderim Firavunumdu. Herkesin bir Firavunu vardır derler ya… Kayınbiraderim çok kuvvetli, çok iyi kalpli ama cahil biriydi. Çok güzel darbuka çalardı. Sahneye çıktığı zaman biz devamlı atışırdık. Bir gün düğünde çalacağız. Oturdu darbukanın başına, bir şeylerin yapılması için bağırıyor. Ben durdum, bir baktım ve sustum. “Ya yapsana!” diye bağırmaya devam ediyor. Susmaya devam ettim. İçimden geçti gitti. Durduğum için kendime şaşırdım. “Ne oluyor?” dedim. Önceden ne oluyordu? O bana bağırdığı zaman ben de ona bağırıyordum. Ben ona bağırdığım için o bana daha fazla bağırıyordu. Yani ben ona fırsat veriyordum. Ben susunca o kendini duydu. Bağırdı, bağırdı yoruldu. Kendi sesini duydu çünkü. Sizin de dediğiniz gibi o titreşim içimden geldi geçti. Bruce Lee'nin dediği gibi değil, “Suyun kendisi ol!” diyor. Teslim olmak lazım. İslam da öyle değil midir? Askerlikte ben bunu buldum. Askerlik, Peygamber ocağı. Ben onu düşündüm. Bu yüzden çok severek gittim askere.

- Askerlik dediniz. Sanatçı mizaçlı birisiniz. Mesela askersiniz, savaştasınız. Birini öldürmeniz gerekseydi, öldürür müydünüz?

- Ona o zaman karar verirdim. Barış anında savaş anını değerlendirmek yanlış olur. Bir de şu var. Derler ki askerlik savaşma sanatıdır. Hayır, askerlik hayatta kalma sanatıdır. Seni öldürmeye gelen biriyle kavga etmeyi de bileceksin. Aç kaldığında kertenkele yiyebilirsin, yılan yiyebilirsin. Gece eğitime çıktığımızda yıldızlarla yolu bulmayı öğrendik. Hayatta kalmak için ne yapmak gerekiyorsa onu öğrendik. Ama hayatta hep kavgaları yatıştıran taraf oldum. 9 yaşımda bir defa kavga ettiğimi hatırlıyorum, onun dışında yok. Ben savunmacı olarak savaşırım. Kavga etmek için savaşmam.

- Gandi gibi pasifist bir savaş felsefeniz var…

- Karşımdaki canlıyı yok etme taraftarı değilim. Onu yok etmeden o olaydan kurtulmaya çalışırdım herhalde.

- Gandi diyor ki, “Ölmek için çok sebebim var. Ama öldürmek için hiçbir sebebim yok.”

- Elbette, çünkü Allah’ın verdiği canı biz alamayız. Öldürmeyeceksiniz. Ben sineği bile öldürmem. Rahmetli babam sinekleri öldürürdü. Bir kazada sağ kolunu kaybetmişti. Bir gün sinek kornişin üzerine konmuştu. Babam sandalyeye çıktı, sineğe vuramadan kalçasının üstüne düşerek kalçasını kırdı. Platin takacaklar, ameliyata girmeden son nefesini verdi. Allah rahmet eylesin. Yani o sinek onu oraya götürdü.

- Psikologlar, psikiyatrisiler her insanın içinden çıkamadığı 10 veya 5 sorusu vardır diyorlar. Sizin böyle sorularınız var mı?

- Ben bütün sorularımı hallettim. Elhamdülillah İbn-i Arabi her şeyi halletti bende. Ben ilk defa tahiyata oturduğum zaman “Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve Âdeme ve Nûhin ve İbrahîme ve Mûsâ ve Îsâ ve mâ beynehüm minen-nebiyyîne vel-mürselîne. Salavâtullahi ve selâmühu aleyhim ecma’în.” Aralarında geçen bütün nebilere… Sonra da hayatım boyunca ilk evliyalardan İmam-ı Gazali’ye, İran’da Nur İlahi kuluna, Hafız kuluna, Muhyiddin Arabi’ye, Yunus’uma, Mevlâna’ma, Hacı Bektaş babama, Şems babama… Bütün bunların hepsinden aldım cevaplarımı. Ben açtım çünkü. Evliya kitaplarını okudum. Bir de onun özelliği şu; âlimlerin kitaplarında ben ön sözü okumadan kitabı okumam. Ön sözü okuyacaksın ki kitabın içindeki marifeti bilesin. Âlimlerin kitaplarında yazarlar başkalarını kötülerle. “O yanlış yaptı, doğrusu bu!” der. Ama evliyaların kitaplarını açtığında “Allah’ın inayetiyle bize bu güzellik nasip oldu. İşte güzele giden yol budur.” derler. Güzeli anlatırlar. “Sır” isminde çok güzel bir kitap çıktı. Orada diyordu ki “Ne düşünüyorsan, düşündüğün şeyin vibrasyonu etrafında gerçekleşiyor.” Mesela savaşı istemiyorsak, “savaşı istemiyoruz” dememeliyiz. Çünkü onu derken savaşı düşünüyorsun. Savaşın o haâlini düşünüyorsun ve istemeden savaşı yaratıyorsun. “Barış istiyorum!” diyeceksin.

- Dervişler bundan dolayı dua ederken “Allah’ım o kâfirleri kahreyle” demezler, “Onlara şefaat eyle” derler.

- Tabii ki. Dua edeceğiz.

- Bu dünyayı nasıl yaşamak gerek?

- “Şeriat, tarikat yoldur varana. Hakikat, marifet ondan içeri” diyor. Şeriat tarafından baktığında şimdiye kadar bütün sofileri idam etmişler, gömmüşler. Yanlış anlamışlar. Yani rahmet ve sevgi dolu bir Allah yerine, cezalandıran bir Allah göstermişler. Yunus demiyor mu “Ne cehenneminden korkarım, ne de cennetini isterim. Bana seni gerek seni.” Bu dünya korku dünyası değil. Biz Allah’ın azametini yaşamaya geldik bu dünyaya. İmtihan değil. Bizi hep böyle korkutmuşlar. O yüzden ben “Allah’ım, kulluk idrakimi arttır” diyorum. Kulluğumuzun idraki o farkındalığı anlamak. Korkmamak. Burada bütün silah saflık. Allah’a ulaşma samimiyeti. O zaman seni hiçbir şey ürkütmüyor. İnsanın en büyük önceliği, Allah’ın onu kullanabildiği en mükemmel alet olmasıdır. Ne derler “Kâinat Allah’ın en büyük ağacı, insan da en güzel meyvesidir.” Biz her şeyi zihnimizde büyütüyoruz ve olduğundan başka görüyoruz. İnsanlar korkarak ibadet ediyorlar. Benim günde yüz rekât namaz kıldığım da oldu. Ondan sonra baktım ki aceleye geliyor. Bu vazife değil. Bu benim aşkım, zevkim. Yolda yürürken kendimi tutamıyorum secde ediyorum. Küçülmek istiyorum. Sonra yazdım “Eğildiler, büküldüler, büküldükçe küçüldüler /  Büklüm büklüm oldular / Şekli ne olursa olsun hem senin için Ya Rab. / Hissettiler nefesi, enerjiyi eklemlerdeki / Biri, ikiyi, üçgeni, dörtgeni, daireyi, ilahi geometriyi / Hep seni anarken Ya Rab. / Gönlümde bir bahçe açılır senle olunca / Kalbime bir perde çekilir sensiz kalınca.” Allah’ın olmadığı yer yok. İbadet vazife değil, aşk. Bu benim şahsi görüşüm. Tabii ki beş vaktin hikmeti var. Ben bir vakit namazı yarım saatte kılıyorum. Hiç acele yok. Namaz hızlandırılmış videolar gibi olmamalı. Namazda rahat olacaksın, aceleye getirmeyeceksin. Okuduğunu anlayarak, hissederek okuyacaksın. Secdede uzun uzun duracaksın. Dua edeceksin. Allah’a en yakın olduğun yer secdedir. İşin zevki bu. Aşk bu.

- Mülakat diye başladık ama mülakat olduğunu unuttuk. Çok güzel bir sohbet oldu. Sizleri de çok yorduk. Hakkınızı helal edin.

- Estağfirullah dostlarım. On ya da on beş dakika sürer diye düşünmüştüm, saatler sürdü ama gerçekten benim için de çok keyifli bir sohbet oldu.

Yeni Akit

adminadmin