Kültür
Giriş Tarihi : 16-06-2019 12:15   Güncelleme : 16-06-2019 12:27

Osmanlı-Türk mimarisini aydınlığa kavuşturan şahsiyet: Ekrem Hakkı Ayverdi

​Dopdolu hayatında mühendis, mimar, inşaatçı, çok başarılı bir restoratör, güzel yazı ve antika koleksiyoncusu Ekrem Hakkı Ayverdi, Türk mimari tarihine damgasını vuran çok ciddi bir araştırıcı, mütefekkir ve derviştir.

Osmanlı-Türk mimarisini aydınlığa kavuşturan şahsiyet: Ekrem Hakkı Ayverdi

Dopdolu hayatında mühendis, mimar, inşaatçı, çok başarılı bir restoratör, güzel yazı ve antika koleksiyoncusu Ekrem Hakkı Ayverdi, Türk mimari tarihine damgasını vuran çok ciddi bir araştırıcı, mütefekkir ve derviştir. Aynı zamanda İstanbul Fetih Cemiyeti’nin 30 yıllık reisi, Yahya Kemal Enstitüsü ve İstanbul Enstitüsü’nün kurucusu ve azası, son olarak da fikir ve sanat hayatında mühim bir mevkii olan Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı’nın da kurucusudur.

Şeceresi babası Piyade Kaymakam İsmail Hakkı Bey yoluyla Bolulu Ramazanoğullarına, annesi Meliha Hanımefendi tarafından da bugün Budapeşte’deki türbesinde yatan veli Gülbaba’ya dayanır. İstanbul Şehzâdebaşı’nda Kalenderhâne Mahallesi’nde 22 Aralık 1899 yılında doğdu. O günlerde Şehzâdebaşı’nın renkli muhiti, İsmail Hakkı Bey’in selamlık sohbetleri, imanlı aile ocağı içinde vatan, millet ve devlet sevgisi, haramsız lokma, riyasız sevgi küçük yaşlarından itibaren Ekrem Hakkı Bey’i çevreledi. Duyguları aynı zamanda devrin sanat ve ilim muhitleriyle bereketlenip olgunlaştı.

1907-1911 tarihlerinde Dârû t-Tedris, Hadika-i Meşveret mekteplerini daha sonra da Vefa Sultanisi ve Mühendis Mektebini bitirdi. 1920 yılında yükseköğrenimini bitiren Ekrem Hakkı Bey bir buçuk yıl kadar İstanbul Belediyesi Fen İşlerinde çalıştıktan sonra 1950’lere kadar inşaatçılıkla uğraştı. Bu zaman zarfında müteahhit olarak yoldan köprüye ve hastaneye kadar çeşitli binalar yapmıştır. Ancak onu asıl restorasyon işlerinde görmekteyiz. 3 Mayıs 1979 yılında İstanbul Üniversitesi takdire şayan bir kadirşinaslıkla kendisine “Fahri Edebiyat Doktorluğu” payesini takdim etmiştir. Daha sonra 17 Kasım 1979 yılında Aydınlar Ocağı da tesis ettiği ilk “Üstün Hizmet Armağanı”nı Ekrem Hakkı Bey’e takdim etmiştir.

1953 yılında Fatih devri Mimarisi ile başlayan bu büyük hizmet, temposunu artırarak vefatına kadar sürdü. 1953 de yayınlanan Fatih devri mimarisini sonradan tekrar ele aldı ve 1959-1974 yılları arasında tamamlayarak dört ciltlik bir külliyat hâlinde ilim âlemine sundu. Başlangıçtan Fatih devri sonuna kadar olan ve 250 senelik bir devreyi kaplayan bu çalışmadan sonra 1975 ile 1983 yılları arasında onun Avrupa’da bulunan Osmanlı mimari eserleri üzerinde çalıştığını görmekteyiz. Ve bunun mahsulü de 4 cilt halinde yayımlandı. Makalelerinin sayısı ise 75’i geçmektedir. Kendisinin de zaman zaman ifade ettiği gibi Osmanlı cemiyetinin meydana getirdiği mimari abidelerle yıllar boyu süren derin ve iç içe bir alışverişi olmasaydı, belki de bu derece kesin ve sağlam teşhis ve terkiplere varamazdı. 30 yıl boyunca yapının taş ve toprağı ile uğraşmak, ona eserin manasına nüfuz etme kabiliyetini kazandırmıştır.

Osmanlı mimarisinde iç dışa uygundur. İç ferahsa dış da ferahtır. Dış güzelse iç de güzeldir. Zayıf mimari olmadığı için tezyinata ihtiyacı çok azdır ve mahdut noktalardadır. Diğer mimarilerde kusur ve noksanlar süslemeyle örtülmüştür… Kısaca Osmanlı mimarisinde bütünlük, vahdet, ahenk vardır. Batı, Arap ve İran mimarisinde müthiş tezyinat vardır, görünce sıkılırsınız. Osmanlı eserlerine baktığınızda ise içiniz açılır, ferahlarsınız.”

Nadide eserler topladı

Mimari eserlerin ihyası ile uğraşırken bir yandan da hat, tezhip, işleme, cilt, kalemtıraş, divit ve Kur’an-ı Kerim koleksiyonları ile ilgilenen Ekrem Hakkı Bey, bir kültüre sahip çıkma ve o kültüre ait mirası gelecek nesle aktarma arzusuyla bunların en nadidelerini topladı ve muhafaza etti. Hakiki sahibinin Hakk, kendisininse sadece bir emanetçi olduğunun idraki ile oluşturduğu bütün koleksiyonlarını, bir müzeden farksız olan evini, gelecek nesillerin yararına sundu.  “Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı” adıyla kurulan vakıf, onun maddi ve manevi mirasıyla millete ve hizmet etmeği en üstün vazife bilmektedir.

Ekrem Hakkı Ayverdi, topladığı sanat eserlerini gündelik hayatının içine katmıştır. Misafirlerini ağırladığı salonun duvarlarında Şeker Ahmed Paşa, Hoca Ali Rıza, Ali Sami Boyar, Şevket Dağ gibi ressamların tabloları ile Hâfız Osman, Kadıasker Mustafa İzzet Efendi, Mehmet Şevki Efendi, Aziz Efendi’ye ait hilye-i şerifler, hatlar, İznik çinileri bir aradaydı. Fransız ve İngiliz mobilyaları ile Edirnekârî sedir ve sehpalar yan yana kullanılıyordu. Vitrinlerin içlerinde Beykoz işi çeşmibülbüller ve opalinler, “Eser-i İstanbul” damgalı porselenler sergilenirken sehpaların üzerlerinde 18. yüzyıla ait İstanbul işi sedef-bağa kaplamalı kalemdan ve tuğralı gümüş divitler duruyordu. Her biri sanat eseri olan bu eşyalar, içinde yaşanılan mekâna farklı bir hava katmaktaydı.

Geçmişin değerlerine sahip çıktı

Ekrem Hakkı Ayverdi’nin yalnızca koleksiyon oluşturmak veya evini antikalarla dekore etmek gibi bir düşüncesi hiçbir zaman olmamıştı. Onun bu eserleri toplarken Osmanlı dünyasından o günlere ulaşan bir değer gözüyle baktığı, sanat eserlerini koruyabilmek duygusu ile hareket ettiği söylenilebilir. Geçmişin değerlerine sahip çıkma duyarlılığı, Ekrem Hakkı Ayverdi’nin Osmanlı kültürünü özümsemiş kişiliğinin bir yansımasıdır. 20. yüzyılın ilk yarısında Türkiye’deki koleksiyoncu sayısı göz önüne alındığında, yok olma veya ülke dışına götürülme tehlikesine maruz kalabilecek bu eserlerin korunmuş olması daha da anlam kazanmaktadır. Bu eserler Ayverdi’nin Osmanlı mimarisini değerlendirdiği çalışmalarında da yol gösterici olmuştur. Bir söyleyişinde mimarisi ile diğer sanat dallarını kıyaslarken koleksiyonu hakkında da ipuçları verir.

“Türk’ün san’at anlayışı hat, tezhip, minyatür ve musikide de aynıdır. Biz san’atta vahdet, yekparelik, vakar isteriz… Eğer hat, çini, kalemtıraş gibi yazı edevâtı, işleme, Beykoz cam mâmulatı vesâire gibi san’at eserleri üzerine amatörce çalışmalarım olmasaydı, aradaki ayniyeti tesbit edemez ve mimari hakkında bu kadar kat’i bir kanaate varamazdım.”

Koleksiyonunda bulunan el yazması eserlerin tamamı ünlü hattatların imzasını taşımaktadır. Şeyh Hamdullah ve Ahmed Karahisârî gibi Osmanlı hat sanatına yön vermiş iki üstat ile 16. yüzyıldan başlayan kronolojik sıralama, 20. yüzyılın ortalarına kadar devam eder. Ayverdi’nin hassasiyetini göstermesi bakımından özellikle söz edilmesi gereken bir husus, kapsız olarak eline geçen el yazmalarına ciltler yaptırarak dağılıp kaybolmaktan kurtarmış olmasıdır. Muhsin Demironat’ın eseri ruganî bir cilt, Necmeddin Okyay ve oğlu Sacit Okyay’ın çalışması olan klâsik üslupta deri ve Necmeddin Okyay’a ait lâle ve sümbül ebrûları ile hazırlanmış çârûşe ciltler birer sanat eseri değerindedir.

Eski bir geleneği yaşatmıştır

Hat koleksiyonundaki eserlerin seçiminde hattatın kimliği kadar cildinin ve tezhibinin de mükemmel olmasına dikkat edildiği anlaşılmaktadır. Klâsik üslupta yapılmış tezhiplerin yanı sıra, 19. yüzyıla ait elyazmalarında döneminde beğenisine uygun olarak yapılmış rokoko tarzda çok gösterişli örnekler de bulunmaktadır. 17. yüzyılın sonlarından itibaren yapılmaya başlanan, içinde Mekke ve Medine tasvirinin bulunduğu Delâl’ilü’l Hayrât örnekleri; ayrıca tam sayfa çiçek resimli yazmalar koleksiyonun tezhip açısından da zenginliği kanıtlanır.

Hattatların ayet, hadis, dua, tekerleme ve güzel sözleri bir veya birkaç yazı türünde yazdıkları kıt’alar, harfleri ve harf birleşimlerini gösteren, müfredat ve mürekkebât meşklerinin bir araya toplandığı murakkalar, çok sayıda karalama, siyah kâğıda zırnıklar yazılmış müsvedde ve bu müsveddelerden konturları iğnelenerekhazırlanmış celî yazı kalıpları da titizlikle saklanmıştır. Ekrem Hakkı Ayverdi yıpranmış eserlerin bakımını yaptırıp murakkaya gerdirmiş, tezhip yaptırmış, ciltletmiş. Bir bakıma eski bir geleneği de yaşatmıştır. Ebru, zerefşan ve halkâr sanatkârları, müzehhip, cedvelkeş, vassaleci ve mücellitler geçmişte olduğu gibi bir eseri tamamlamak için birlikte çalışmışlardır.

İbnülemin Mahmud Kemal’in de belirttiği gibi güzel yazıların daima göz önünde bulunması için tezhip yapıldıktan sonra çerçevelenerek duvara asılması, ziyan olmalarını da engelliyordu. Ekrem Bey bu hususa özellikle önem vermiş ve koleksiyonundaki eserlere Güzel Sanatlar Akademisi Türk Süsleme Sanatları Bölümü hocalarından İsmail Hakkı Altunbezer’e; onun emekliliğin ardından da bu bölüme tayin olup klasik tezhip ve motif anlayışını 20. yüzyılda yeniden canlandıran Mihriban Sözer, Feyzullah Dayıgil ve Muhsin Demironat’a tezhip yaptırmıştır. Ayrıca birçok eserde yakın dostu Ord. Prof. Süheyl Ünver’in de kendine has üslubu ile yaptığı tezhiplerden örnekler bulunmaktadır.

Ekrem hakkı Ayverdi, el yazmalarını en iyi şekilde muhafaza edebilmek için özel bir dolap yaptırmıştı. Üçü büyüklü küçüklü çekmeceler ve raflar şeklinde düzenlenmiş bu dolapta konularına göre tasnif edilen kitaplar, murakka albümleri çekmecelere yerleştirişmiş, kıt’alar cilbentler içinde korunmuştur. Hattatların kullanmış oldukları kalemtıraş, makta, kâğıt makası, hokka takımları, divit ve kubur örnekleri de aynı dolabın camekânında sergilenmektedir.

“Abideleri seviyor musunuz? Seviniz; çok seviniz. Eğer üstünde durmadınız, onlarla bir alışveriş kurmadınızsa kalb gözünüzü açınız; abidelerle konuşmayı öğreniniz. Bunun için lüzumu kadar temas imkânı hazırlayın. Mimar veya sanatkâr olmaya lüzum yoktur; bu milletten, Türklükten kopmamış olmak yeter.”

“Osmanlı-Türk mimarisini aydınlığa kavuşturan şahsiyet”, Kitabın Ortası dergisi, Haziran 2019, sayı 27.

www.dunyabizim.com

adminadmin