Kültür
Giriş Tarihi : 08-09-2019 13:00   Güncelleme : 08-09-2019 13:11

Osmanlı’da rant nasıl önleniyordu?

Hendese dergisinin ilk sayısında Osmanlı’da yerleşimin nasıl olduğunu anlatan bir yazı var. Özellikle hâlihazırda devam eden sosyal hayat, kültürel meseleler, yerleşim, mimarî sistem ve benzeri unsurların Osmanlı’da nasıl işlediğini gözlemlemek önemli olabilir.

Osmanlı’da rant nasıl önleniyordu?

Osmanlı’da sistematik olarak yüzlerce yıl devam eden birtakım ‘detaylar’, geçmişi gözlemlemek açısından oldukça yardımcı oluyor. Özellikle hâlihazırda devam eden sosyal hayat, kültürel meseleler, yerleşim, mimarî sistem ve benzeri unsurların Osmanlı’da nasıl işlediğini gözlemlemek önemli olabilir.

Ocak 2013’te yayın hayatına atılan ve ‘bilim, teknoloji ve düşünce’ alanında 4 ayda 1 ‘ücretsiz’ yayınlanacağı kapağında belirtilen Hendese dergisinde, Osmanlı’da tapu ve ev inşa etme, ev satın alma ile alâkalı dikkat çekici bir makale var.

ŞEHİR, MÜLK VE RANT İLİŞKİLERİ DE ÖNEMLİ!

Makaleyi kaleme alan yüksek mimar Semih Akşener, son yıllarda Osmanlı’da mimarî ve şehirciliğin farklı meseleleri ile alâkalı oldukça fazla yayın yapıldığını, lâkin şehir- mülk- rant ilişkileri üzerinde çok fazla durulmadığını belirtiyor. Bu doğrultuda Osmanlı’nın asırlar evvel rantı önlemek için aldığı tedbirlerin önemine dikkat çeken Akşener, hazırladığı makalede Osmanlı şehirlerinin şekillenmesinde Kur’an-ı Kerim’den yola çıkılarak oluşan ‘mülkiyet’ yorumu ve kararının oynadığı önemli rol üzerinde durmayı tercih etmiş.

Osmanlı döneminde yaşayan insanların mülk edinirkenki mantıklarının emanet üzere kurulduğunu söyleyen yazar, Mâide Suresi’nin 120. ayetinde geçen “Göklerin, yerin ve içlerindeki her şeyin mülkiyeti Allah’ındır.” ifadesini hatırlatıyor. Bu bağlamda arzın yahut toprağın gerçek sahibinin Allah olduğu algısı, insana bunlar üzerinde ancak ‘emanetçi’ misyonu yüklemekte. Emanetçi misyonu dolayısıyla da, meselâ insan, ‘sahibi’ olmuyor; ‘emanetçsi’ oluyor. Emanetçisi olduğu toprağı da sahiplenmekten ziyade, ‘bir süre istifade edebileceği’ bir unsur olarak görmektedir.

MÜLKÜN SAHİBİ DEĞİL EMANETÇİSİ OLAN DEVLET

Yazar, ‘emanetçi’- ‘sahip’ algısıyla alâkalı olarak önemli bir hatırlatmada bulunuyor. Ev/ mimarî/ şehirlerin ‘konar- göçer kültürün evleri olan’ çadırların, yerleşik düzende, biraz geliştirilerek oluşturulduğunu söylüyor. Akşener bu doğrultuda ‘ahşap çatkılı basit malzeme’ ile inşa edilen evleri hatırlatıyor okuyucuya ve hiç kimseye ait olmayan cami, medrese, han gibi binaların ise taş ve benzeri sağlam malzemelerle inşa edildiğini söylüyor. Kimseye ait olmayan ve yıllarca ortak kullanımıyla toplumun en önemli unsurları olan yapılar yıkım gerçekleşmesin diye sapasağlam inşa edilirken, ‘emanetçi’ olunan evler, bu sağlamlığın yanında zayıf dereceli bir seviyede, ama yine de yaşanabilirlik ön planda tutularak inşa edilmekte.

Osmanlı mülkiyet anlayışının zaman içinde geliştiğini ve 16. asırda aldığı birkaç temel esas üzerine bina edildiğini söylüyor yazar. Bunun ilki şu: ‘Mülkün sahibi değil emanetçisi olan devlet’, evini yapmak isteyen insanlara arsa veriyor, bundan bedel almıyor ve halk da devletten aldığı bu arsa üzerine kendi evini inşa ediyor kendi kazancıyla. Devlet, bu sistemi birtakım sebeplerle kendine bir vazife bilerek yürütüyor. Arsasını alan bir vatandaşın da yapacağı tek şey evini inşa etmek oluyor hâliyle. Ortada, yaşadığımız dönemde ayyuka çıkan ‘modern sıkıntı’lar da olmadığı için oraya inşa edilecek yapıya ‘mal’ gözüyle değil, ‘yuva’ olarak bakılıyordu. Bu doğrultuda yazar, Osmanlı dünyasında ev yapmak ve sonra üzerine kâr koyup satmak, rant gibi bir düşüncenin hiçbir zaman vuku bulmadığını ekliyor.

AZ YA DA ÇOK, HERKES ÇALIŞIRDI OSMANLI’DA!

Osmanlı’da ‘çalışmamak’ diye bir şey olmadığını söyleyen Semih Akşener, barınma ve iş gibi temel insanî hakların devlet eliyle kontrol edildiğini ve evi olmayana arsa veren devletin, aynı sorumlulukla insanların geçimlerini sağlaması amacıyla ekip biçmeye bir arazi de temin ettiğini ekliyor. Az veya çok herkesin çalışarak ayakta kaldığı bir sistem, işlerlik açısından gerçekten güzel görünüyor. Osmanlı da bunu başarma çabasında. Meselâ, baz aldığımız makalede geçtiği gibi, kendisine ekip biçmesi için verilen toprağı 2 yıl mazeretsiz bir şekilde boş bırakma şansı yok bir vatandaşın. Aksi takdirde toprak el değiştiriyor o dönemin sistemine göre.

Osmanlı mülkiyet anlayışına göre, ikinci bir esas ise ev dışında iş yerleri, dükkânlar, çarşılar, hanlar, hamamlar gibi ‘ticarî amaçlı kâr getiren binalar’ın vakıflar gibi tüzel kişiliklerin mülkiyetinde olacak şekilde inşa edilmesi. Bu binaları yaptıran devlet erkânı veya varlıklı kişi, ya bu binaları mevcut vakıflardan birine bağışlıyor, ya da bizzat kendisi bir vakıf kurup binadan elde edilen geliri bu vakfa bağışlıyor. Meselâ İstanbul’da Fatih’in yaptırdığı ilk kapalı çarşı bu sistem ile inşa ediliyor. Kapalı çarşı 118 dükkândan oluşuyor ve bu çarşı, Ayasofya Camii’nin vakfiyesi işlevi taşıyor. Vakfiyenin gelirleri de Ayasofya Camii’nin bakımı için harcanıyor. Yine aynı şekilde Sultanahmet Camii’nin hâlâ kullanılan ‘arastası’ (çarşıda aynı ürünü satanda esnafın bir arada bulunduğu bölüm), vakıflara ait olmak üzere inşa edilmiş. Tabi elde edilen gelirlerin hepsi, ait olduğu yapı için harcanmıyor. Yazar, bu tarz yapıların sadece camilere gelir amacıyla inşa edilmediğini, birçoğunun da fakirler, hastalar, yetimler, sakatlar için inşa edilen vakıflara gelir gayesiyle inşa edildiğini ekliyor.

‘Vakıf’ mantığı incelendiğinde, o dönemin en sık ziyaret edilen çarşıları üzerinden yorum yapılabilir. İnsanların en fazla uğradığı ‘çarşı’lar, şu anın AVM’leri ile eş tutulabilir mi? Yapısal ve işlevsel olarak olmasa da halkın talebi bakımından bizce tutulabilir. İşte, bu kadar yoğun talepli bir mekânın geliri, kişilere devredilmiyor Osmanlı vakıf sistemi doğrultusunda. Vakıflarca döndürülen gelir bir şekilde halka ulaşıyor. Günümüze baktığımızda ise AVM’lerden gelen ‘çılgın para’ların, kişileri nasıl ‘akılalmaz’ hızla zengin ettiği görülmekte. Yazıda bu kısımda önemli bir gerçek dile getiriliyor: Osmanlı, dükkânların, hanların, hamamların sahiplerine, onları işletenlere buraları satmak veya kiraya vermek şansı vermiyor. Bu yoldan elde edilen bir geliri de ‘vakıf’ bünyesi altında idare ediyor. Kazanç bir şekilde halka dönüyor yani, az önce de ifade edildiği gibi.

‘EMANET’ VE ‘SAHİPLİK’ ALGISI ÖNEMLİ!

Cumhuriyet Türkiye’sine de değinen yazar, Cumhuriyet ile Osmanlı’nın mülk üzerindeki bakış açısının ‘emanet’ ve ‘sahiplik’ bağlamında taban tabana zıt olduğunu belirtiyor. Atatürk’ün İzmir İktisat Kongresi’nde, 1923 yılında söylediği “Bizim de milyonerlerimiz olsun” sözünü hatırlatan Akşener, savaştan daha yeni çıkan bir ülkenin, yeni ‘mülk sistemi’yle kendi milyonerini çıkardığını belirtiyor. Zira o dönem, modern anlamda bir sanayi ve ticaret etkinliği yok ama milyoner sınıfı türüyor.  Osmanlı’nın topyekun yok edilmesi mantalitesinin yeni rejimi mülkiyet alanında da etkilediği görülüyor. Elde kalan araziler, arsalar ve benzeri yerler yazarın da ifade ettiği gibi adeta ‘açıkgöz sahtekâr’ların eline gidiyor. Vakıfların dükkân, han, arazi, bağ ve bahçelerinin bedavadan biraz pahalı satışa çıkarıldığını belirtiyor yazar ve ekliyor: “Müslümanlar, haram/ günah endişesiyle vakıf mallarını satın almaya yanaşmadı.” Bu süreç devam etti ve ‘rejime bağlı bir zengin tabaka’ oluşuverdi. Kuruluş aşamasındaki süreç hızla devam etti. Çünkü rant mantığı değişmedi. 2000’li yıllarda ve yaşadığımız süreçte ise, durum ortada: Ciddi manada ve korkutucu bir ‘tekasür’ hırsıyla rant var.

Yazının devamında ‘rant’ kavramına daha ayrıntılı bakılıyor. Rantın emeksiz, gayretsiz, ter akıtmadan elde edilen bir kazanç türü olduğunu söyleyen Semih Akşener, bu manada faizle benzerliği olduğunu söylüyor. Emeksiz kazancın sebep olduğu adaletsizlikler ortada. Eğer bir devlet adaletli ise, rantın önüne bir şekilde geçmesi lazım. Zira sırf arsa ve ev rantıyla geçinen birçok insan var, bunu yazar da yazısında dile getiriyor. Öyle ki bu insanlar sürekli arsa alarak çeşitli yöntemlerle para kazanma sevdasındalar. Rantın önüne geçilmesi için bir önerisi olan yazar, rantın kesilmesiyle oturduğu yerden para kazanma çabasında olan insanların, rant olmadığı için çalışmak zorunda kalacaklarını söylüyor.

Osmanlı’nın mimarî ile alâkalı okuduğum hemen her şeyi çok güzel bir denge içeriyor göründüğü kadarıyla. Yukarıda bahsedilenler ışığında düşündüğümüz zaman aslında sonuçta bizi karşılayan bir kelime oluyor ki bu da her şeyi anlatıyor aslında: Adalet. ‘Adil olmak’ doğrultusunda ‘emanet’ gözüyle bakılıyor her şeye. Rantın önüne geçmek amacıyla ‘vakıf sistemi’ inşa ediliyor. Ve kişiler asla ön planda olmuyor.

Esad Eseoğlu aktardı ve yorumladı

https://www.dunyabizim.com

adminadmin