Kültür
Giriş Tarihi : 06-10-2019 15:00   Güncelleme : 06-10-2019 15:00

Papillon-Kelebek

Orijinal adı “Papillon” olan 1973 yapımı “Kelebek” filminin iki sahnesinde geçen şu replik, filmin ana temasını ortaya koymaya yetiyor aslında:

Papillon-Kelebek

– “Hey! Sizi pislikler! Ben hâlâ buradayım!”…

Bu meydan okumayı yapan Kelebek, birebir gerçek hayattan alınmış bir karakter. Zira filmde yaşanılan her şey, Henri Charriere adlı bir Fransız vatandaşının kendi hayatını kaleme aldığı “Papillon” adlı otobiyografi kitabından beyaz  perdeye aktarılıyor.

Henri Charriere, yâni Kelebek’in bu kitabı yazma hikâyesi de hayatı gibi enteresan. Cezaevinden kurtulduktan sonra bir kitabçının çok satanlar reyonunda, bir mahkûmun cezaevi hatıralarını kaleme aldığı bir kitab görür ve şaşırır. ‘Benim cezaevi hayatım bundan daha enteresan. Bunun daha iyisini yazarım ben. Bu ne ki?’ diye düşünüp kitabını yazmaya başlar. Profesyonel bir yazar olmamasına rağmen, kitabı sade ve içten bir uslubla yazması enteresan hayat hikâyesiyle birleşince, “Papillon” umduğundan daha fazla ilgi görür. Kısa sürede 2 milyon satış rakamına ulaşır bu gerçek hayat hikâyesi.

Bu otobiyografik eser öyle imkânsız ve heyecan dozu yüksek hâdiselerle kuşatılmıştır ki, neredeyse insanın kitabta yazılanlara inanası gelmez ilk başta. Öyle ki bir kitab eleştirmeni, “Papillon” için şu sözleri sarfeder: “Eğer Henri Charriere kitabında yaşadığını iddia ettiği olayları gerçekten yaşadıysa ona helâl olsun. Yok eğer yaşamadıysa da hayâl gücüne helâl olsun”…

Peki kimdir Henri Charriere? Yahud, nâm-ı diğer “Kelebek”? Charriere, Marsilya’da kendi yağında kavrulan bir tüccardır. Yâni işinde gücünde bir Fransız vatandaşıdır. Charrierre’nin enteresan hayat hikâyesi, muhitinde bir kadın satıcısının öldürülmesiyle başlar. Zira, öldürülen kadın satıcısını, ahlakî değerlere önem veren bir insan olduğu için Kelebek’in öldürdüğünü düşünür Fransız polisi. Kelebek, yakalanıp mahkeme huzuruna çıkarılır. Bu cinayeti kendisinin işlemediğini söylese de mahkeme heyetini ikna edemez ve Fransız Guyanası’nda müebbete mahkûm edilir.

Kelebek’in bu cezayı aldıktan sonraki yaşadıklarını anlatmaya başlar Yönetmen Franklin J. Schaffner sinema filminde. Fakat, filmin başarısı için sadece Kelebek’in enteresan hayat hikâyesine güvenmez yönetmen Schaffner. Bu filmi iki müthiş karakter oyuncusuyla domine eder. Biri, filmde Kelebek’e hayat verecek olan Steve McQueen, diğeri O’nun en yakın cezaevi arkadaşını oynayacak olan Dustin Hoffman.

Film, Fransa anakarasından Fransız Guyanası’na gitmek üzere bir meydanda çırılçıplak toplanan mahkûmlara konuşma yapan Vali’nin kadraja girmesiyle başlar. Vali konuşmasının sonunda şunu söyler orada derdest hâldeki mahkûmlara:

– “Fransa’yı unutun ve elbiselerinizi giyin”..

Bu söz, mahkûmların bir daha anavatanlarına geri dönemeyeceğinin işaretidir aslında. Zira Fransız Guyanası’ndaki adaya sadece müebbetlik mahkûmlar yollanmaktadır. Ve oraya giden mahkûmlar affedilse bile orasının malı olarak kalmaktadır. Orası için şu efsaneyi söylerler: “Buraya mahkûm olarak girip de şimdiye kadar çıkan olmadı. Buradan sadece tek şekilde çıkılır. O da ölü olarak!”.

İşte o Guyana’ya giden mahkûmlar içinde kahramanımız Kelebek de (Steve McQueen) vardır. Mahkûmlar gemiye bindirilmek üzere sokakların arasından götürülürken, pencerelere, balkonlara ve kapıların ağzına doluşmuş insan seli, bir tiyatro izler gibi bu sevkiyatı izlemektedir.

O kalabalığın arasında Kelebek’in sevgilisi de vardır. Kadın o kalabalığı yararak bir adım ileriye atılır ve “Kelebek! Kelebek! Geri döneceksin Kelebek. Merak etme, geri döneceksin!” diye ağlamaklı bir sesle de olsa umut vermek ister kahramanımıza. Fakat, Kelebek’in hemen yanındaki tecrübeli bir mahkûm, şu cümlesiyle daha başlamadan bitirir o umudu: “Hayır dönmeyeceksin!”..

Lâkin, Kelebek bir cümleyle umudu yerle yeksan olan insanlardan değildir. Öyle kolay teslim olmaya niyeti yoktur. Daha gemideyken firar etme plânları yapmaya başlar.

Kelebek, gemide uzun yıllar kendisine yol arkadaşlığı yapacak başka bir mahkûm Louis Dega (Dustin Hofman) ile tanışır. Dega, devlet tahvillerinde sahtekârlık yapmış uluslararası bir kalpazandır.

Kelebek ve Dega birbirine tamamen zıt karakterde iki insandır aslında.

Zira Dega; teslimiyetçi, paranın satın alma gücüne boyun eğmiş, realist, şehirli bir zengindir. Yâni âmiyane tabirle kapitalist bir insandır.

Kelebek ise, Dega’nın aksine; itaatsiz, paranın gücüne boyun eğmeyen, romantik ve köylü bir insandır.

İçinde bulundukları zorlu ortam, birbirine zıt karakterdeki bu iki insanı biraraya getirir. Zira gidecekleri Guyana’da ayakta kalmaları için Dega’nın nüfuzu ve parasına, Kelebek’in bileği ve zekasına ihtiyaçları vardır. İlk başlarda sanki ticarî birlikteliği andıran bu arkadaşlık, gün geçtikçe yıllar sürecek sarsılmaz bir dostluğa dönüşecektir.

Götürüldükleri Guyana’daki cezaevi müdürünün, yeni gelen mahkûmlara hitab etmek için söylediği şu sözler, oradaki cehennem günlerinin bir fragmanı niteliğindedir âdeta:

– “Biz sizi rahibler gibi konuşarak tedavi etmeyiz. Burada tehlikeli insanları zararsız insanlara çeviriyoruz. Bunu da sizi kırarak yapıyoruz. Beyninizi kırarak… Size sunduklarımızla yetinin ve hakettiğinizden daha az acı çekin!”..

Fakat kahramanımız Kelebek’in ona sunulanlarla yetinmeye hiç niyeti yoktur. Ve ilk kaçışını sahneye koyar. Aslında plânlanmış bir firar teşebbüsü değildir bu. Spontan bir şekilde gelişir herşey. Cezaevi dışında timsahların olduğu bir nehirde çok tehlikeli şartlarda çalıştırılmaktadırlar. O zoraki mesai günlerinden birinde, Kelebek’in dostu Dega’nın ayağı takılır ve nehre düşer. Bunu gören gardiyanlardan biri, ‘Niye düştün (!)’ diye Dega’yı dövmeye başlar. Dostunun dövülmesine yüreği elvermeyen Kelebek, o gardiyana saldırır ve yere serer. Akabinde ortalık karışır ve o hengâmenin kendine sunduğu firar fırsatını değerlendirerek oradan firar eder.

Kaçmadan günler önce oradaki bir mahkûmdan aldığı bilgiyle bir tüccarın yanına gider. Fakat, bu paragöz tüccar onu ele verir. Kelebek’i, para karşılığında cezaevinden kaçanların peşine düşen insan avcılarına teslim eder. Ve bu spontan olarak gelişen ilk firar tecrübesi başlamadan sona erer.

Daha başlamadan biten bu firar teşebbüsü ona pahalıya mâlolur. Zira oradan ilk firar teşebbüsünün cezası, en ağır şartlarda 2 yıl aralıksız hücre cezasıdır. Kelebek, girenlerin çoğunun bir daha gün yüzü görmeden ölüp gittiği “sessiz ölüm” hücrelerine atılır. O hücrelerin en büyük özelliği, izole edilmiş sessizlik hâlidir. Kelebek, bu durum için şu ifadeleri kullanır:

– “Çinliler, işkence için mahkûmun başına düşen su damlalarını keşfetmişler. Fransızlar ise sessizliği!”..

Hücreye girer girmez ileri geri adım atar Kelebek. Topu topu 5 adımdır hücrenin genişliği. 5 adım ileri 5 adım geri volta atmaya başlar. Volta atarken şunları haykırır yüreğinden:

– “Bir iki üç dört beş dönüş. Bir iki üç dört beş dönüş: Yürüyorum, durmak yorulmak bilmeden hırsla yürüyorum. Genellikle gevşek olan bacaklarım bugün gergin. Başıma gelenlerden sonra sanki birşey ezmek ister gibiyim. Ayaklarımla neyi ezebilirim ki? Altımda betondan başka şey yok. Hayır böyle yürümekle pek çok şeyi ezebiliyorum. Yönetime hoş görünmek için bu kadar alçalabilen doktorun ödlekliğini eziyorum. Başka bir sınıfın acı ve sıkıntılarına kayıtsız kalan bir sınıf insanın kayıtsızlığını eziyorum. Fransız halkının cehaletini, iki yılda bir Saint-Martin-de-Ré’den yola çıkan insan yükünün nereye gittiğini ve nasıl olduğunu düşünmeyecek kadar ilgi ve meraktan yoksunluğunu eziyorum. Belirli bir ceza işlediği gerekçesiyle bir adam hakkında patırtılı yazılar yazan polis muhabirlerinin birkaç ay sonra aynı adamın varlığını bile unutabilmelerini eziyorum. Günah çıkaranları dinleyen, kürek cehenneminde olup bitenleri bildikleri hâlde susan Katolik papazlarını eziyorum. Suçlayanla kendini savunan arasında bir ‘hitabet oyunu’ hâlini alan ceza muhakemeleri usulünü eziyorum. ‘Durdurun kuru giyotininizi, yönetime bağlı memurların kollektif sadizmine bir son verin!’ demek için sesini yükseltmeyen ‘İnsan hakları Kuruluşu’nu çiğniyorum. Hiçbir örgüt yahud kuruluşun, bu yöntemin sorumlularını sorguya çekip, çürüme yolunda iki yılda bir neden mahkûmların yüzde sekseninin yok olduğunu sormayışını çiğniyorum. İntihar, düşkünlük, devamlı açlık, skorbüt, verem, delilik ve erken bunama teşhisleriyle imzalanmış resmî ölüm raporlarını çiğniyorum. Kimbilir daha neler eziyorum ayaklarımın altında? Ama bütün bu olup bitenlerden sonra, herhâlde eskisi gibi yürümüyor, her adımda bir şeyler çiğniyorum.

Bir iki üç dört beş… Ve saatler… ağır ağır akıp geçerken yorgunluk sessiz isyanımı bastırıyor.”

Bu hücrede mahkûmlara doyacakları kadar değil, ancak ölmeyecekleri kadar yemek verilmektedir. Hasta olsalar dahi hücrenin kapısı hiç açılmaz. Oraya giren mahkûm, tâ ki 2 yıllık hücre cezası bitene kadar o hücrenin 4 duvarından başka bir şey göremez.

Orada sayım, mahkûmların her sabah kelleleri girecek kadar delikten kafalarını dışarıya çıkarmaları suretiyle yapılmaktadır. O sayımlardan birinde, Kelebek’in yan hücresinde kalan bir mahkûm, kendini motive etmek için Kelebek’e seslenerek “Hey dostum. Birinin bana iyi olduğumu söylemesine ihtiyacım var. Lütfen ne kadar iyi göründüğümü söyler misin?” diye yalvarması, oradaki mahkûmların nasıl bir ruh hâlinde olduğunu göstermesi açısından ipucu verir. Kelebek, o mahkûma “Dostum çok iyi görünüyorsun!” diye moral verse de, bu moral o mahkûmu uzun süre hücrede yaşatmaya yetmez ve bir süre sonra o mahkûm hayatını kaybeder.

Dega, dostu Kelebek’i hücrede sahibsiz bırakmaz ve gardiyanlara rüşvet vererek, ayakta kalabilmesi için ona Hindistan cevizi gibi direnç verici meyvalar yollar. Kelebek, ilk zamanlar bu meyvaları yiyerek ayakta kalır. Orada kendini bırakmaz. Kâh spor yapar, kâh beynini çalıştıracak matematik hesabları yapar kafasından. Dış dünyaya dair hiçbir emârenin olmadığı o daracık hücrede, 24 saati dolu dolu yaşar âdeta. Hattâ öyle ki, mahkûmları gözetlemek için tepelerinden açılan ızgaralı bölmeye doğru haykırırarak idareye meydan okur bir gün:

– “Hey! Sizi pislikler! Ben hâlâ buradayım!”…

Fakat bu meydan okuma günleri çok fazla sürmez. Zira, cezaevi yönetimi ona dışarıdan yiyecek yardımı yapıldığını farkeder ve bu yardımı kimin yaptığını ondan öğrenmek ister. Kahramanımız tüm işkencelere rağmen dostu Dega’yı satmaz. Bunun üzerine Müdür, verilen az miktardaki günlük tayının daha da azaltılarak yarıya düşürülmesini emreder.

Bu aslında Kelebek’in zamana yayılmış ölüm ilâmıdır. Zira, oraya giren mahkûmların neredeyse yarısı 2 senelik cezalarını dolduramadan gıdasızlıktan ölüp gitmektedir zaten. Bunun üstüne bir de tayınının yarıya düşürülmesi, artık onun çok kısa sürede hayata veda etmesi demek olacaktır.

Artık çok zor günler beklemektedir Kelebek’i. Gün geçtikçe vücudu zayıflamakta, vücudu zayıfladıkça da direnci kırılmaktadır. Kırılan direnci ruhî durumuna da sirayet eder. Öyle ki, artık akıl sağlığını yitirme sınırında gezmektedir. Bu durumu, gördüğü rüyalarına da tesir eder. Enteresan rüyalar görmeye başlar. Şuuraltına yolculuk yapmaya başlar bazı geceler. Geçmişine gidip, bazı hâdiselerle yüzleştiğini görür.

O rüyalardan birinde, kendini kızgın çöller ortasında mahkeme heyetinin karşısında bulur. Mahkeme heyetinin reisi, ondan son savunmasını yapmasını ister. Tam o esnâda, şu diyalog geçer aralarında:

– “Kelebek: Ben masumum. O pezevengi ben öldürmedim.

Hâkim: Bu doğru. Ama senin suçunun onun ölümüyle ilgisi yok.

Kelebek: Nedir peki benim suçum?

Hâkim: Senin suçun daha büyük. Seni harcanmış, boşa geçen bir ömürden dolayı suçluyorum.”

Hücrede haftalar aylar geçer. Müdür’ün her gün kendisini sıkıştırıp, şartlarını iyileştirmesi teklifine rağmen, dostu Dega’yı ele vermez. Gitgide erimeye başlar hücrede. Öyle ki, dişleri bile dökülmeye başlar vitaminsizlikten. Artık yapacak bir şey yoktur. Son çare olarak böcek yemeye karar verir. Yakaladığı böcekleri, su dolu tasının içine katarak böcek çorbası yapar ve onunla beslenmeye çalışır. Dostunu satmamak için, âdeta kendi hayatını ortaya koyar. Daha birkaç ay önce tanıştığı bir insan için kendini fedâ etmekten geri durmaz.

Müthiş bir insanlık dersi verir bize Kelebek. Kendisine pahalıya mâlolacak bir insanlık dersi hem de. Daha bırakın tehlikeyi, boşboğazlığından en yakın dostunu bile satmaya teşne olan bizlere, akademik mikyasta bir insanlık konferansı verir âdeta bu hücrede.

Bir gün hücresinin kapısı açılır. Kelebek cansız bir şekilde hücrenin ortasında yatmaktadır. Gözlerinin feri yoktur, o yüzden gelenlerin kim olduğunu göremez. Gelen, cezaevi müdürüdür. Zira, Kelebek’in 2 yıllık hücre cezası sona ermiştir. Gardiyanlar onu omuzlarından tutarak hücreden çıkarır ve revire götürürler. Kelebek bu ölüm odasından sağ salim çıkmayı başarmıştır.

Dostu Dega, Kelebek’i görünce sevinçten ağlamaya başlar. Fakat sevinci ona kavuşmasından ziyade, dostunun kendi hayatını ortaya koyarak onu idareye satmamasınadır. Bu insanlık ifâdesi, onu derinden etkilemiştir. Zira, şimdiye kadar en yakınları da dahil olmak üzere, hiç kimse Dega için kendini riske atmamıştır.

Kısa sürede kendini toparlayan Kelebek, tekrar firar plânları yapmaya başlar. Dostu Dega, parasının gücüyle dışarıda bir tekne ayarlar Kelebek ve bir diğer arkadaşı için. Fakat kendisi kaçmayı düşünmez. Zira risk almadan yaşamayı seçen bir insandır Dega. Yakalanıp öldürülmekten korkmaktadır. Dışarıda yakalanıp öldürülme tehlikesiyle yaşamaktansa, içeride risksiz bir şekilde ömrünün sonuna kadar yaşamayı yeğler. Oysa Kelebek öyle değildir. Kendisine takılan Kelebek lakabının neden konulduğunu gösterircesine yaşar. Kelebekler kısa yaşar ama hür ölür. O, uzun ve esaret altında yaşamaktansa, kısa fakat özgür olarak yaşamayı tercih eder.

Dega’yı kaçmaya ikna etmek için “Beni öldürebilirler, ama sana sahibler!” der Kelebek. Fakat yine de Dega’nın fikri değişmez ve firar plânlarına dahil olmaz.

Ancak, işler Dega’nın düşündüğü gibi cereyan etmez. Hayat hesaba gelmez. Zira, firar gecesi Kelebek’e yardım eden Dega’yı gardiyanlardan biri görür ve o da onu etkisiz hâle getirmek zorunda kalır. Kendisi de geri dönüşü olmayan bir yola girmiştir artık. Orada kalırsa herhâlukarda ceza alacağını düşünerek, istemeden de olsa bu firara dahil olur.

Kelebek, Dega ve diğer mahkûm, sağ salim cezaevi dışına kaçmayı başarırlar. Ne var ki, kendilerini o adadan uzaklaştıracak tekneye vardıklarında sükutu hayâle uğrarlar. Zira, tekne hareket edemeyecek kadar harab hâldedir. Onunla oradan kaçmaları imkânsızdır. Kaçmaları için tonlarca para verdikleri adam kazık atmıştır onlara.

Yaya olarak günlerce kıyı şeridi boyunca yürüdükten sonra, Cüzzamlılar Adası’na denk gelirler. Çaresiz olarak, sadece cüzzamlıların yaşadığı bu adada yaşamaya başlarlar. O adanın Reis’inin kalbini kazanırlar. Onlara değerli elmaslar verir Reis. Onlar da o elmaslarla güzel bir tekne alıp Venezuela’ya kaçarlar.

Fakat burada Kelebek’in dostu Dega ve diğer mahkûm yakayı ele verir. Kelebek artık tek başına firar etmek zorundadır. Guajiro Kızılderelilerinin yaşadığı bir köye kendini atan Kelebek, burada çok uzun bir süre yaşar. Yakalanmadan uzun zaman kendini orada muhafaza eden kahramanımız, oradan da ayrılarak bir manastıra sığınır.

Fakat bu uzun süreli kaçışın son durağı olur o manastır. Zira, başrahibe onu ihbar ederek Fransız polisine yakalatır. Ve tekrar Fransız Guyana’sındaki kaldığı hapishâneye geri götürülür.

Artık işi çok daha zordur Kelebek’in. Zira ikinci firar teşebbüsünü yaptığı için hücre cezası katlanır. 5 yıl “sessiz ölüm hücresi” cezasına mahkûm edilir.

Ne var ki, ilk hücre cezasındaki tecrübelerinin yardımıyla, 5 yıllık tecrid cezasını tamamlar ve iyice yaşlanmış olarak o hücreden de çıkar. O hücreye girdiğinde simsiyah olan saçları, kar beyazına boyanmıştır. Yürümekte güçlük çekmektedir. Tüm bunlara rağmen, orada ölmeye niyeti yoktur. Daha hücreden çıkar çıkmaz firar plânları yapmaya başlamıştır.

Cezaevi idaresi, onu ömrünün sonuna kadar geçireceği “Şeytan Adası”na yollar. Orası dört tarafı okyanusla çevrili küçük bir sürgün adasıdır. Cezaevinde uzun yıllar yatıp yaşlananları oraya yollamaktadır Guyana idarecileri. Orada her mahkûmun tek göz kulübesi vardır. Gündüz bahçe işiyle uğraşan mahkûmlar, gece o kulübelerde kalmaktadır. Yâni bir çeşit açık cezaevi gibidir orası. Guyana’da kalan birçok mahkûm oraya gitmek için can atmakta, müdüre rüşvet olarak bir ton para vermektedir.

Fakat kahramanımız için, onların gözetimi altında olan her yer cezaevidir. Esaret esarettir. Ne kadar iyi şartlarda olursa olsun, yine de oradan kaçmayı kafasına koyar daha yolda giderken.

Kelebek, adaya gider gitmez, henüz kalacağı kulübeyi bile görmeden, sağı solu kolaçan etmeye başlar. Oradan nasıl firar edebileceğinin hesabını yapmaya başlar. İlk günden başlamıştır firar mesaisine.

Lâkin buradan firar etmek imkânsızdır. Zira adanın dört bir yanı kayalıklarla çevrili uçurumlarla doludur. Uçurumların denize yüksekliği en az 100 metredir.

Tam o esnâda dostu Dega’yı görür. Fakat dostu Dega hiç iyi görünmüyordur. Zira akıl sağlığını yitirmiş gibidir. İki eski dost kucaklaşırlar. Dega’nın, yıllar sonra karşılaştığı Kelebek’e, tuhaf şekilde, “Elimde fazla domates tohumları var. Belki sen de kendi bahçeni kurmak istersin” demesi, teslimiyeti çoktan kabul ettiğini gösterir. Fakat Kelebek’in ne tohum ekmeye ne bahçe kurmaya niyeti vardır. Dega’nın bu teslimiyetçi hâline kızsa da, ona acıdığından dolayı sesini çıkarmaz ve çaresizce kayalıkların önüne giderek, elindeki Hindistan cevizini yemeye başlar. Meyvanın içi bitince de kabuğunu okyanusa atar.

Fakat tam o ânda tesadüfen bir şey keşfeder. Okyanusa fırlattığı Hindistan cevizinin, dalgaların yardımıyla önce kıyıya vurduğunu, ardından okyanusun ortasına doğru açıldığını görür. Bunun üzerine, hesab yapmak için, bir Hindistan cevizi daha atar okyanusa. Ve o Hindistan cevizi de aynı şekilde uzaklaşır kıyıdan. Kıyıdan uzaklaştıran dalga 7. frekanstır. Yâni her 6 dalga kıyıya vurduktan sonra, 7. dalga okyanusa doğru atıp savurmaktadır. Sözkonusu 7. dalgayı hesab ederek kayalıklardan aşağı atlarsalar, oradan kaçıp kurtulacaklardır.

Hemen dostu Dega’yla birlikte 2 tane torba-sal yapar. Yâni bir çuvalın içine denize batmayacak ağırlıkta Hindistan cevizlerini doldurarak, ilkel bir sal imâl ederler.

Kelebek ve Dega okyanusa atlamadan önce birbirlerine sarılırlar. İki dostun, ömürlerinin sonuna kadar son görüştükleri ândır bu. Bir daha birbirlerini göremeyeceklerdir. Zira, Dega’nın okyanusa atlamaya niyeti yoktur. O okyanustan sağ salim kaçıp kurtulan olmamıştır. Kelebek, onun peşinden Dega’nın atlamayacağını biliyordur aslında. Ama sanki sözleşmiş gibi, ikisi de birbirine bu durumu hissettirmez.

Ve Kelebek, tam 7. frekansın kıyıya yaklaştığı esnâda, ilkel salıyla birlikte okyanusa atlar. Dega, beklendiği üzere, atlamaya cesaret edemez ve geri kalan ömrünü Şeytan Adası’nda tamamlamaya devam eder.

Kelebek, kendisini oradan kurtaran ilkel salının üzerinde, Şeytan Adası’na doğru son bir kez bakar ve onlara şöyle haykırır:

– “Hey! Sizi pislikler! Ben hâlâ buradayım!”…

Kelebek, Şeytan Adası’ndan kaçmamıştır sadece. Teslimiyetten kaçıp kurtarmıştır kendini. Teslim olmamıştır beşerî sistemlerin insanlara zorla dayattığı zorba kanunlara. Hukuk koyucuların kendi hukuklarına bile riayet etmediği adalet sistemine boyun eğmemiştir.

Zira, firar etmek, sadece kaçmak değil, mücadele etmenin başka bir yoldan devam edişidir!..

Sebahattin Arslan / Akademya Dergisi

adminadmin