Fikir
Giriş Tarihi : 30-04-2017 13:00   Güncelleme : 30-04-2017 13:00

Paylaşılamayan Yalnızlık

Faili mutlak olanın bizlere doğrudan verdiği mesaj şudur: Dünyaya gelen de, dünyadan giden de yektir.

Paylaşılamayan Yalnızlık

Hakikatte iki tür yalnızlık vardır: Biri beşeri diğeri uhrevi.

Bilimde üç tür yalnızlık vardır…

Sosyal yalnızlık: Bulunduğu çevreye adapte olmayla arasında geçen süre.

Duygusal yalnızlık: Ayrılık, ölüm, terk edilme gibi kayıplardan oluşan yalnızlık.

Bir diğeri de kişisel yalnızlıktır. Fazla utangaç, içine kapanık kimseler başkalarıyla iletişime geçemezlerse yalnız kalırlar.

Buradan yürürsek “yalnızlık” ontolojisini algılayışımız da farklıdır.

Bir ruh bilimciye göre: İnsanın en büyük gereksinmesi yalnızlığını yenmek, yalnızlığının kafesinden kurtulmaktır. /Erich Fromm

Bir bilim insanına göre:  Sakin bir hayatın tekdüzeliği ve yalnızlığı, yaratıcı aklı harekete geçirir. /Einstein

Bir sanatçıya göre:  Büyük bir yalnızlık olmadan, ciddi bir eser verilemez. /Picasso

Bir şaire göre: İnsanın insana verdiği en değerli şeydir yalnızlık./ Edip Cansever

Bir filozofa göre: Bir derin kuyuya benzer yalnız. Taş atmak kolaydır içine: ama bu taş dibe inecek olursa, kim çıkarabilir?/ Nietzsche

Eskilerin deyişiyle yalnızlık: “Allah’a mahsustur”

Şimdilerde “yalnızlık” 21. Yüzyılın laneti. Kimilerimiz için yalnızlık bir kaderdir. Kimileri için kutsaldır, ilhamdır veya cezbeye giden yoldur. Mesele aslında şudur: Yalnızlık mı seni yoksa sen mi yalnızlığı seçtin?

Çirkinliklerin karşısına konan “değerli yalnızlık”  kıymetlidir. Sızlanmadan, şikâyet etmeden dik duran bir yalnızlıktır o. Günümüzdeki “yalnızlık”, değerli olmak bir yana, değerlerimizin erozyonundan müteşekkil, mankurtlaşmış bir tür. İnsanı kendinden bile mahrum, mahpus eden, tecrit eden haller bütünü. Yapılan araştırmalara göre Türkiye'de 3,1 milyon, İstanbul'da ise yaklaşık 564 bin 873 kişi yalnız yaşıyor. Bunların bir kısmı kimsesi olmadığı için yalnız yaşarken, bazıları yalnız olmadığı halde yalnız. Yani terk edilmiş veya öylece bırakılmışlar.  

Onlar yalnızlığı bir karanfil gibi göğsüne takmıyor, avize gibi asmıyor.  

Sebebini bilmedikleri bir cezanın, yoksunluğun, boğazdaki düğümüyle yaşıyorlar. 

Birbirine benzeşen hayatlarıyla kümeleşmişler. Onlardan biri geçenlerde okumalarım sırasında karşıma çıktı. İstanbul’da berberlik yapan 70’lik bir amca 17 yıldır yalnız yaşıyor. Kimi, kimsesi yok. Yani var da yok. Üç çocuğu var ama görüşmüyor. Bir evi yok, berber dükkânındaki çekyatta yatıyor. Hayatı, 15 metrekarelik dükkândan ibaret. 15 metrekareye yıllarını sığdıran bu adam diyor ki "Saat yedi, yedi buçuk gibi hava karardığında kederleniyorum. Benim için zaman çok zor geçiyor. Perdeyi çektiğim zaman yalnızım, hayatla ilişiğin kesiliyor. Bir televizyonla olmuyor. Yani zorluğu budur. Müşteri beklerken, sağa sola bakarken gün geçiyor ama akşamlar çok uzun oluyor. Hele bir de yalnızsan, hiç geçmiyor..."

Onun 17 yıllık damıtılmış hayatını okuyunca ister istemez bir soru çengeline takıldım.

Çevremizde sürekli koşuşturmakta olan ancak bize hiç değmeyen insanlar neyimizdir?

Tam bu soruyu düşünürken ikinci paragrafın tokadını yedim: "Hayvanlar olmazsa, hayat olmaz. Hayvanlar çok iyi. İnsanlara 10 sene emek verirsin, bir gün bir şey yapmazsın, senden kötüsü olmaz. Ama hayvanların ağzı var dili yok. Dedikodusu, kötü düşüncesi yok. "

Gelenekte de gelecekte de beşeriyetin tipik özellikleri her daim baki.

Para, kariyer, bilim ve teknoloji “insanı” yaşatıyor, ömrüne ömür katıyor fakat “insanlığını” tüketiyor. Bir çeşit takas usulü ile işliyor bu sistem. Zahiri kusursuz kılarken bâtıni olanın içini boşaltıyor. Öylesine muntazam bir sistem ki bizi her geçen gün biraz daha iplerinden çekiştirilen kuklalar haline getiriyor.

İnsandan vazgeçiren bir “insanlık” türü etrafta kol geziyor. Bu “tür” hırs, tamahkârlık, kıskançlık ve bencillik gibi duyguların ete kemiğe bürünmüş hali.      

Birlikte aynı pencereden bakamadığımız, aynı sofrada yemek yiyemediğimiz, aynı kanı taşıyan ama birbirine yabancı, kör, sağır kardeş, baba, evlat oluveriyoruz.

Tek çare hepimizin sonradan icat edilmiş, aitliği mutlak olmayan yüklerden kurtulmamız.

Meselemiz eşimizi, dostumuzu, ailemizi “yük” olarak görmenin yükünü atmak olmalı.  

İşte o zaman yalnızlıklar biçare değil, ilham perisi olarak yerlerini alırlar.

Değil mi ki başlangıç ve bitişlerin tamamı enikonu “yeklikte” toplaşırlar.

Değil mi ki tek geliş tek gidiş var bu yolculukta.  

Büşra Sönmezışık / Diriliş Postası

adminadmin