Röportaj
Giriş Tarihi : 15-08-2018 14:21   Güncelleme : 15-08-2018 14:21

Prof. Dr. Kemal Sayar: Bulunduğumuz Çağ ‘Şimdi’yi Yaşamamıza Fırsat Vermiyor

​Farklı illerde okumuş ortaokul yıllarından itibaren şiir ve edebiyata yönelerek ruhunun şifasını kelimelerde aramış bir tıp profesörü olan Prof. Dr. Kemal Sayar.

Prof. Dr. Kemal Sayar: Bulunduğumuz Çağ ‘Şimdi’yi Yaşamamıza Fırsat Vermiyor

Edebiyatı, tıp hayatının zorlukları arasında soluklanabileceği bir kaçış noktası gibi gören Sayar, “Bugün bana yakın olan yarın uzak olabilir, dün uzak olan bugün yakın hale gelebilir.” diyor. Sayar’la farklı bir söyleşi gerçekleştirdik.

Geçmiş, gelecek ve ölüm tablosunu iç dünyada dengeleyebilmek için, öz değerleri ruhta sindirmek gerek. Bu üçgen üzerinden, insan yolculuğunu bize değerlendirir misiniz?

İnsan geçmiş ile gelecek arasında uzanır gibi görünse de, geçmiş bugünden kurulur gelecek ile bu güne nüfuz eder dolayısıyla insan uzun bir şimdide yaşar. Geçmiş ve geleceğin içine derç olunduğu uzun bir şimdide. Hepimiz anın evlatlarıyız dolayısıyla geçmiş ve gelecek yok, hayatlarımızı bir göz açıp kapama haline getiren uzun bir şimdi var.

Dijital çağın sunduğu şartlar, rol kargaşasına neden oluyor mu sizce? Bu noktada edebiyatın geldiği yer, sunum haritası gibi. Bu iç dünyayı bize özetler misiniz?

Dijital çağ, gerçek ile sanalın arasındaki sınırları belirsizleştiriyor. Edebiyatta dijital çağın geldiği bu noktadan nasibini alıyor. Pek çok ürün daha hızlı görünme adına, matbaayı ve mürekkep ağıt buluşmasını değil de sanal âlemi tercih edebiliyor. Roman yazımında bir patlama görüyoruz. Bunun bireycilikle alakalı olabileceğini düşünüyorum.

NESNELERDEN UZAKLIĞIN BİR EHEMMİYETİ YOKTUR

Edebiyat demişken şiirlerinizde   ‘uzaklık’ çok farklı bir boyutta işleniyor.  Sizi okurken yakın olan şeylerin, uzak seyrine dalıyoruz. Kemal Sayar’ın şiirsel dünyasındaki bu ‘uzaklığı’  bize biraz açabilir misiniz?

Bir şiirimde söylendiği gibi, uzaklık ölümlerin eklenmesidir. Uzak ve yakın çok izafi kavramlar. Bugün bana yakın olan yarın uzak olabilir, dün uzak olan bugün yakın hale gelebilir. Nerede durduğunuza ve nereden baktığınıza bağlı olarak uzaklık ve yakınlık tecrübeleri farklılaşır. Ben insanın kendi ruhuna olan mesafesini gerçek uzaklık olarak ele alıyorum.  Bizi biz yapan bizi insan kılan insani öz ve cevherimizden uzaklaştığımız zaman gerçek bir uzaklıktan bahsedebiliriz. Kendi öz ve cevherimize yakın olduğumuz zaman ise yakınlık üzere yaşayan bir insan oluruz. Nesnelerden uzaklığın bir ehemmiyeti yoktur. İnsanın kendisinden uzağa gitmesinin, kendisine yabancılaşmasının ehemmiyeti büyüktür.

ŞİİR ŞİFADIR

‘’Acelesiz, hiç yarışmadan, sessiz oturabilir miyiz seninle?’’  diyorsunuz bir şiirinizde. Sessizliğin farkını anlayabilecek insan sayısı o kadar azaldı ki. Sessizliğin bile acelesi var neredeyse. İyi ki özlemlerimiz, şairlerin naif dilinde kodlanıyor Kemal Sayar’ın şiir evini bize tanıtır mısınız?

Şiir şifadır. Söz şifadır, ses şifadır. Bu terapi seanslarından birinde, arka sıralarda şizofreni hastalığından muzdarip bir genç birden ayağı fırlamış ve hepimizin şaşkın bakışları altında, o sırada kliniğimize konuk şair olarak gelen tanınmış bir şairimizin şiirini ezberden okumuştu. Şiir güzellik terapisinin bir parçasıdır. Bu terapilerden aklımda kalan, pek çoğu düşünce bozukluğundan malul gençlerin nasıl günden güne kelimelere sığındıklarını ve şiir üzerinden, kendilerini çok daha iyi ifade edebildiklerini görmek olmuştur.  Şiir onların ruhuna değiyor ve onlarda bu sayede kendi ruhlarıyla temas ediyorlardı. Şiir içimizdeki güzelliği sesler, onu uyandırır. Pek çok ruhsal patolojinin hayatımızda çirkinliğin kurduğu saltanattan kaynaklandığını görüyorum. Güzellikle karşılaşma anları bizi onarıyor. Şiir de güzelliği taşıdığı ölçüde şifa veriyor, insanı onarıyor.

Yoğun ama üretken bir kişisiniz. Yazılarınızı okurken huzurlu buluyor insan. Yazı bittiğindeinsan umudu dalabiliyor yanına.  Ruhtaki dağınıklığı toparlayanı biri olarak - sanat ve duruş-   dediğimizde bize neler söylemek istersiniz?

Güzellik her yerdedir ve onu görmek için ruhunuzun ayarlarıyla oynamanız gerekir. Dünya sonsuz güzelliğin bir aynasıdır. Güzellik vasıtasıyla sonsuzluk, gün ışına çıkar. Hüner fark edebilmekte. Görebilmekte. Hissedebilmekte… Etrafımızda ki güzelliği ne kadar algılarsak o kadar yurdumuzda hissederiz kendimizi, var olmaktan o kadar memnun oluruz. Yağmur sesinde, bulut şeklinde, bir bulutun yer değiştirmesinde, bir şiirin dizesinde, bir insanın yüzünde veya sesinde, bir kuşun ötüşünde ve ya bir yaprağın yeşerişinde; bakmayı ve görmeyi bilen için, işitmeyi becerebilen için güzellik her yerde İnsan olarak hepimiz güzelliğe aidiz. Ve En Güzelin gölgeleriyiz.

HER ŞEY GELECEK İÇİN YAPILIYOR

İnsanların en çok şikâyet ettiği şeylerin başında geliyor – mutsuzluk –İnsanların, hep bir tarafı kırık ve acıdan labirenttin içinde çıkışı arıyorlar.  Buna rağmen yaralarını çoğaltmayı da ihmal etmiyor insan.  Mutsuzluğu şair kimliğiniz ile anlatmanızı istesek?

İçinde bulunduğumuz çağ, ‘’şimdi’’ yi yaşamamıza fırsat vermiyor, her şey gelecek için yapılıyor. Bu durumun bizde yaşattığı zorlanma duygusu da bizim ihtiyaçlarımızın, çocuklarımızın ihtiyaçlarından önce gelmesine, bu yüzden onları acele ettirmemize neden oluyor. Çocuklarımıza kolayca şekil ve kıvam verebilir, her türlü eğip bükmeye müsait varlıklar olarak algılıyoruz.  Dolayısıyla onlardan bizim ihtiyaç, program, ilgi ve bakış açılarımıza uymalarını bekliyoruz. Sonuç ise fazla programlanmış, endişeli ve mutsuz çocuklar.

MÜKEMMELİYETÇİLİK

Mükemmeliyetçilik olgusu, kusursuz olmayı ret ediş mi? Ya da özel olma çabası ile hiyerarşik bir düzen kurma, özenti ve ötekileşme olabilir mi? Mükemmeliyetçilik ihtiyaç mı, kaçış mı?

Kimse kaderini kontrol edemez. Kontrol yanılsaması bize modernlikle gelen bir yanılsama. Hayatımızın bütün girdi çıktılarını tam manasıyla kontrol edebileceğimizi ve elimize alabileceğimizi, kendi kaderimizi kendimizin yazabileceğini zannetmekle büyük bir yanılgı içine düşüyoruz. Mükemmeliyetçilik özellikle iş kolik insanların yeni bir hastalık biçimi olarak karşımıza çıkıyor. Hâlbuki insan kendini kaderin doğal akışına bıraksa, teslim olmayı başarabilse çok daha fazla rahat edecek.

HIZLI YAŞAMA KÜLTÜRÜNÜN ÜRÜNÜ: VURDUMDUYMAZLIK

Sanal dünya  - A sosyal kimliği -  besliyor. İnsanı yoksullaştıran metropol de iç kargaşayı tetikliyor. Mekân dokusundaki tahribatlar ile değer kıyımı yaşayan insan, dün birçok şeyin kınayıcısı, bugün savunucusu. Buradaki değişim çizgisinin ana nedeni sizce nedir?

Modern şehirde bir nemelazımcılık ve vurdumduymazlık hissi pek çok insanda hakim. Sosyal psikoloji araştırmaları da bize şunu gösteriyor; insan nüfusunun yoğun olduğu yerlerde sosyal kaytarmacılıkta artıyor. İnsanlar bir başkası ızdırap içindeyken, ’’ ne de olsa başka yardım eden olur’’ diye kaytarabiliyorlar, sorumluluklarını unutuyorlar.  Bu yönüyle bile modern şehir, bir başkasının derdiyle dertlenmeyi, bir başkasının ızdırabını yüklenmeyi emreden ihtimam ahlakından uzaklaşmayı temsil ediyor. Şehrin dikey olarak kurulması zaten bunun başlıca sebeplerinden bir tanesi.

Mahalle kültürünün yok olması ile yeni binalarda birbirinden habersiz küçük kutucuklar içinde yaşayan insanlar, birbirinin kim olduğunu bile bilmeden yaşayıp gidiyorlar. Şehrin daha geniş alanlara yayılarak yataylaşması ister istemez bir mahalle kültürünü, en azından bir bahçe ile diğer bahçenin komşuluğunu, insanların zorunlu olarak birbirini görmesini ve görüşmesini getirebilirdi.  Modern şehirde yaygın olarak karşımıza çıkan vurdumduymazlık bazen ölümcül bir biçimde kendini gösterebiliyor.  Bunun çok enteresan bir örneği, 1970’li yıllarda New York’un 5.caddesinde KittyGenovese adında bir kadının güpegündüz bıçaklanarak öldürülmesinde kendini göstermiştir.

Psikoloji bilimi bu kadının New York’un bu kadar işlek bir yerinde gündüz vakti öldürülmesine insanların nasıl seyirci kaldığının mutlaka incelenmesi gerektiği düşünmüş olacak ki pek çok araştırma yapılmış.  Bu kadının çığlıklarını duyan insanlara gidilip konuşulduğu zaman hepsi şunu söylemiş;  ‘’Çığlıklar o kadar açıktı ki herkes duydu ve içimizden biri mutlaka polisi aramıştır diye düşündük’’. Ama herkes böyle düşündüğü için polisi kimse aramıyor. Vurdumduymazlıkla hızlı yaşama kültürü ile beraber nezakette kayboluyor.

Özden kopuş fırtınasına tutunanlar, yaşadığı devrin dezavantajlarını argüman olarak sunarak, kendilerine ayrı bir doğruluk tablosu oluşturuyorlar. Bu tırnak içindeki boşluğun temelinde sizce neler yatıyor?

Modern çağın en bariz hastalıklarından birisi narsisistlik kişiliğin yaygınlaşması yani önce ben, hep bana diyen kişi tipinin yeryüzüne bir klon gibi yayılmasıdır.  Büyük metropollerde görürsünüz, herkes kendisi için yaşar, kendisini ve kendi yakınlarının önceliğini düşünür. Modern şehirde insani temas noktalarının azalması ve diğerinin ızdırabını yok sayacak imkânların çoğalmasıyla maalesef bu nezaketsizlik ve merhametsizlik tırmandırılıyor, bu narsisist kişilik yaygınlaşıyor. Şehrin sakinleri eninde sonunda aynı kaderi paylaşır, bunu idrak etmemiz lazım. Biz maalesef bu bilinçten uzak bir şekilde yaşıyoruz , çok hızlı arabalarda, büyük konutlarda, ötekinin ızdırabını tamamen görünmez kılarak yaşıyoruz. Dolayısıyla bu gettolaşmanın da etnik grupların kendi arasında gettolaşmasının da bir şekilde önüne geçmek gerekiyor. Önyargının kırılması için toplumsal kesimlerin birbirine değmesi gerekiyor.  Daha merhametli şehirler kurmak için insanların birbirinin ızdırabını gördüğü şehirler tasarlamamız lazım.

Fark edilmek için cesur üslup ile sanat yapmaya çalışan kimliklerin, oluşturdukları kültürel hegemonyayı, çöküntü ibresi olarak değerlendirebilir miyiz? Sanat yapmaya çalışan insanların, anlam ile sorunu ilk hangi noktada başlıyor?

Sanat insanın manayı arayışıdır. Kalbimizi güzelliğe açtığımız her dakika manaya da açmış oluruz. Bu yönüyle sanat bu dünyada niye var olduğumuzun ve ne uğruna ısdırap çektiğimizin bilgisini verir. İnsanın yeryüzündeki macerasını yankılamayan onun en derin arayışlarına ne ölçüde cevap verebilir bilmiyorum. İnsan bana sorarsanız manevi olanın izini süren, kendini aşmak ve ötelerde ki hakikate ulaşmak isteyen bir varlık. Anlamdan kovulmuş bir sanat sadece insanın yabancılaşmasını tırmandırır.

Hızla değişiyoruz. Değişirken de kirleniyoruz ama bununfarkında değiliz. Bir yüz yıl sonra insanlığı nerede görüyorsunuz?

Geleceği okuma yeteneğine sahip değilim. İnsanlığın nerede olacağını, nerede duracağını, kendi yıkıcılığına ne derece son vereceğini şu andan bilemiyorum. Karamsar senaryolara da inanmak istemiyorum. Ama şu var ki eğer insanı ve tabiatı korumak istiyorsak ego sistemden ekosisteme geçmek zorundayız. İnsanın bencil arzuları ve dürtüleri etrafında örgütlenen bir dünya görüşünden bütün varlıkları bir ve biricik gören daha nazik ve nazenin dünya görüşüne geçmek hayatı korumaya almak mecburiyetindeyiz.

Bizim kültürümüzde ‘’‘mahremiyet’’ çok önemli bir olgudur.  Bir milleti güçlü kılan en büyük unsurlardan biri de kendine özgü kültürüdür. Günümüzde bir teşhir yarışını gözlemliyoruz.

Mahremiyet, bizi dikkatlerin kısa ömürlü olduğu ve malumatın bilgiyle karıştırılabildiği bir dünyada gereksiz yere yanlış tanımlamaktan ve yargılamaktan korur. Bir başka insan hakkındaki doğru bilgi, ancak karşılıklı içini dökme ile yavaş yavaş elde edilebilir.

Günümüzün ‘aç kendini’ toplumunda, yaralarımızı göstermemiz o yaralarımızı da bir başarı öyküsüne döndürmemiz bekleniyor. Gönül burukluğunu bile pazarlayabilen bir iktisat karşısındayız. Yakın ilişkilerin mahremiyete ihtiyacı vardır. Kişinin ruh arkadaşına ifade ettiği his, tutku ve düşünceler toplum önünde söylendiğinde anlamını kaybeder ve başka bir şey olur. Günümüzde sessizlik hor görülüyor. Konuşan insanın sağlıklı olduğu önermesi alttan alta destekleniyor. Oysa kedere sessizce de katlanabilir insan. Hayatın keder ve sevinçleriyle bizi usul usul büyütmesine izin vermek gerekir.

Mahremiyet, bürokratik kayıtsızlığa dur diyebilmek gücüdür. Hakkımızdaki bilginin nasıl, nerede ve ne amaçla kullanılabileceğini bilmek hakkıdır. Kişisel bilgilerimizin alınıp satılmasına, hayatın türlü gözetim vasıtalarıyla didik didik edilmesine dur diyebilmektir.

Yediklerini, alışverişlerini, gezdikleri yerleri,  ölümleri, doğumları her anı internette paylaşma güdüsünün altında ne yatıyor? Bir Kültür sapması mı yaşıyoruz. Ve gelecek nesle bu nasıl yansıyacak?

Bu toprağın bilgeleri aşk ile anı seyrediyordu, bugün aşk ile ‘ben’i seyrediyoruz. Kendimizi seyretmelere doyamıyoruz.

Selfi Sendromu ifadesi, önceki zamanlarda ayıplanacak kadar kendi içine gömülme ve kendisiyle aşırı meşgul olma durumunu anlatıyor. Kendimizle o kadar sarhoşuz ki başka insanların yiyip içtiklerimizle, gittiğimiz tatille, çocuğumuzun doğum günüyle ilgileneceklerini sanıyoruz. Kendimize aşırı odaklanmak, hem çevremizdeki insanları  sarih bir biçimde görmemizi engelliyor, hem de kendimizin gerçekte ne olduğunu fark edebilmemizin önünü tıkıyor. Kendimizi özel hissettiğimizde, kendimize dair farkındalığımız azalıyor.

Çok da uzağa gitmemize gerek yok: Sosyal medyada yediklerini paylaşanlar, başka insanları kızdırabildiklerini çoğu zaman fark etmiyorlar bile. Elbette sosyal medyanın ‘gayrı şahsi biçimde şahsi’ doğası içimizdeki özseverliği kışkırtıyor. Çevrim içi etkileşimde muhatabımızın buğulanan gözlerini, bükülen ses tonunu çoğu zaman görmüyor, işitmiyoruz. Bu uyaranların yokluğu bizi daha duyarsız, kopuk, düşüncesiz ve ben merkezci kılabiliyor. Araştırmacılar buna ‘ahlaki sığlaşma varsayımı’ adı veriyor: Ultra hızlı çevrim içi etkileşimlerimiz yüzeysel ve hızlı düşünceler uyandırıyor ve bunun sonucunda hem kendimizi hem de başkalarını daha sığ biçimlerde algılıyoruz.  Batı dünyasında yapılmış çalışmalar, yeni nesillerin narsisizm ölçeklerinden öncekilere oranla çok daha yüksek puanlar aldığını gösteriyor. Dünyanın yeni veba salgını bu, kendini beğenmekte sınır tanımayan, ukala ama içi boş bir insan tipi, hız teknolojileriyle birlikte bütün dünyaya yayılıyor. Ama durun bi dakika! Bir kuşağı narsisist olmakla suçlamak pek kolay evet ama acaba onlar sadece içinde yaşadıkları kültürün bir belirtisi de olamazlar mı?

Küresel bir neoliberal benlik bize yepyeni bir ufuk tayin ediyor nicedir: Hızlı, girişimci, dışadönük, ince, güzel, bireyci, iyimser, yeri geldiğinde bencil ve çıkarcı, iyimser, girişimci, yüksek benlik saygısı ve selfi çekebileceği bir cihazı olan…’Başarmak için bütün güç içinizde’ diyor bu fısıltı. O halde başaramıyorsak bütün suç da bizdedir. Benliğin bir sınırsız kaynaklar haznesi olarak neoliberal tasviri, mağlup olanlar için bir kâbusa dönüşüyor. Şişmiş özgüvenin yerini bir kendini suçlama tiradına bırakması an meselesi. Neoliberal dedikodu, haddi zatında insan mutsuzluğuna hizmet ediyor.

Muhteşem tatilimden bir kareyi Facebook sayfama koyduğumda neyi murat ediyor olabilirim? Yapmak istediğim şey nedir? Kendimizle ilgili bir bilgiyi paylaştığımız çoğu zaman, aslında kendimizi takdim etmenin hazzını yaşıyoruz.  Hır gürün hiç eksik olmadığı kimi evlerdeki karı kocalar, başkalarının yanındayken birbirlerine ‘balım, hayatım, aşkım’ demeyi pek sever ya, hani dostlar alışverişte görsün misali. Galiba sosyal medyada da kendimizi olmak istediğimiz biçimlerde takdim etmenin hazzını yaşıyoruz. Hep gülen, hep mutlu, hep gezen, eğlenen, hayattan kam alan, keyifli bir aile hayatı olan mükemmel insanlar olarak görünmek istiyoruz.

Bir tür sosyal mükemmeliyetçilik. Ümit ettiğimiz, düşünü kurduğumuz benliğimizin ölçüsüzce reklam edilmesi, gerçekler ve hayaller arasındaki makas açıldığında benliğimizi un ufak eden bir sonuç doğuruyor. Başkalarını nasıl da çekici, başarılı ve mutlu bir insan olduğumuza ikna etmeye çabaladıkça gerçekte en derinimizde, ta içimizde ne ölçüde yetersiz, başarısız ve mutsuz hissettiğimizi kendimize hatırlatmış oluyoruz. Hayaller aleminden gerçeğe uyanmak için şimdi reçetemize geldik:  Önce, tevazu. Mükemmel değiliz, bir çok zayıflığımız var.

Mütevazı olmadan bunları fark edemeyiz. Hayatta başardığımız her şey bizim zekamız ve yeteneğimizle gerçekleşmedi, Allah yardım etti, başka insanlar omuz verdi. Başka insanların fikir, tavsiye ve eleştirilerine açık olalım. Bilmediğimizi söyleyelim, başkaları bizden daha iyi bildiğinde takdir edip onları dinleyelim. Reçetemiz sürüyor: Madem zayıflıklarımız var, kendimizi olduğumuz gibi kabullenmekten ar etmeyelim. Kendimizi geliştirelim evet ama olduğumuz hali görmezden gelip olmak istediğimiz kişiyi oynamayalım. Ne isek o olalım. Gerçek, sahici insan olalım. Kusurlarımız var ve onları düzeltmeye çalışsak da onlar bizim bir parçamız. Kendimizi olduğumuz gibi kabul edelim, zinhar kandırmayalım.

Sanal alem iletişimi, insanlığın yalnızlık kabuğunun kırma arzusu mu?  Bireysel açlık ve bastırılmış güdüler bu iletişimin arka fonu mu?  Bu dairedeki duygusal tepkileri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Günümüzde yalnızlık, artık ‘yeni yoksulluk ’tur. İyi beslenmiş insanların açlığı. Çağımızın ruhsal sorunlarını geriye doğru sardığımızda, yeme bozukluklarından alkolizme, depresyondan intihara dek yalnızlığın ayak izlerini bulacağız. Modern insanın refah ve yaşama standardı yükseliyor da olsa, içinde iyileşmeyen bir boşluk var. Dışarıdaki hayat o kadar büyük bir hızla akıyor ki insanlar kendilerini tuhaf ve tanınmaz bir dünyada buluyor. Sadece dünün ülkesinde yaşayan ve karşılaştığı yeni manzaradan şaşkına dönmüş yabancılar haline geliyoruz. Dünün haritası bugün yol göstermiyor. Dün evinde olan, bugün gurbette. yalnızlık, modern dünyanın bir salgını.

Yalnızlık ve sosyal yabancılaşma insan için ağır bir yük. Başka insanlarla anlamlı bir bağ kuramadığımızda hem beden hem de ruh olarak ölüyoruz. Başka insanlarla bağ kurabilmek, hem bizi kendi bencil heveslerimizin ve süfli arzularımızın ötesine taşıyor hem de daha geniş toplumun menfaatlerini görmeye/gözetmeye başlıyoruz. Sosyal bağlarımızın derecesi bizim sağlık ve mutluluğumuzu artırdığı gibi, bizimle irtibata geçen insanları da olumlu yönde etkiliyor. İnsan olarak birbirimize muhtacız. Uzaklığın şifası yakınlık, yalnızlığın şifası da birbirimize yurt ve sığınak olabilmemizde.

İnternet aile üzerinde olumsuz etkilere yol açıyor. Cep telefonları ile evinde ayrı bir dünya yaşayanlar, aile değerlerini hırpalanıp yok olmasını önemsiyor bile.  Aile değerlerini,   bu kuşağa nasıl öğreteceğiz. Bu atmosferde sizce aile nasıl korunmalı?

İnternet, televizyon ve cep telefonları çocukların ve gençlerin dünyasını bambaşka bir biçimde yoğuruyor. Çocuklar ve gençler ekran teknolojilerinin etkisiyle hızla tüketici kimliğine doğru itiliyor. Artık reklamcılığın yeni kurbanları ve potansiyel müşterileri onlar.  Psikolojide hakim görüş olan, çocukluk çağı ruhsal incinmelerinin yetişkin hayata taşınabildiği düşüncesi, anne babaların doğru ebeveynlik hakkındaki kaygılarını artırıyor. Ne yapmalılarda çocukları sağlıklı yetişkinler olsun?

Çocuklarının daha iyi eğitim alması için kurstan kursa koşturan, evlatlarının her türlü duygusal ihtiyacı için emre amade bekleyen anne babalar; kendilerini çocuklarının her türlü ihtiyaç ve eğitimleri konusunda baskı altında hissediyorlar.

Artık çocuklarının duygusal ihtiyaçlarına azami derecede dikkat etmesi gerek öğretmen anne babalar olmaları gerekiyor. Duyarlı, esnek anne babalar. Birbirlerini izliyor ve neyi ne kadar yaptıklarını karşılaştırıyorlar. Anne babalık artık en rekabetçi spor dalı haline gelmiş bulunuyor çocukların hayatlarının çeşitli etkinliklerle tıka basa doldurulması, sadece zaman kaybı değil, aynı zamanda zararlı da. Modern zaman çocuklarına hayal kurmak ve oyun oynamak neredeyse haram edildi. Bırakalım da çocuklar hayatlarında eksik olan şeyi yapsınlar: Çocukluğu!

Teknoloji ilerledikçe, iletişim ağı genişledikçe insani ilişkiler de daralma oluyor. Kimse birbirini anlamıyor. Doğal olarak da çığ gibi büyüyen bir iletişimsizlik ile karşıkarşıyayız. Üstelik bu tatsız yalnızlaşmayı da yansıtmaktan korkuyoruz. İnsan iç tabusu renk mi değiştiriyor?

Tüketim toplumunun kurumları materyalist bireyciliği beslerken, tüketicinin yenilik arama tutkusunu cesaretlendirir. Zira ekonominin devam etmesini sağlayan şey, tam da bu tutkudur. Sürekli istim üzerinde olma, harcayarak var olma, için boşluğunu dışa asılan markalarla giderme hali. Ekonomistler bize hürriyetin pek çok seçme şansına sahip olmakla alâkalı olduğunu söyler. Peki ya bunun aksi doğruysa? Belki de seçeneklerimi sınırlayabilmek, bu fırsatlar sofrasında olmaktan çok daha özgürleştiricidir. Gürültü ve hız dünyasında, umutsuz bir miyopluk içinde, bize hoş görünen şeyleri seçiyoruz. İnsanlara, kurumlara ve en çok da eşyaya bir sadakat hissetmiyoruz.

Zenginlik ve yenilik tutkusu, ana babalarımızın sadakat ve adanmışlıkla koruduğu şeyleri, bizim için kolay harcanabilir kılıyor. Sadakat olmadığında ne insan, ne de nesneyle kurulan ilişki bir nitelik, bir derinlik kazanıyor. Büyük babalarımızın saatini taşıyor olmak artık pek azımıza heyecan veriyor. Yama yapmayı çoktandır unuttuk, annelerimizin yemek israf etmeyen tutumu ise şu an pek çoğumuza arkaik görünüyor.

Her birimizin aynı giysileri giydiği, benzer evlerde yaşayıp benzer arabaları sürdüğü bir hayat tanınma, bilinme, kendimizle gurur duyma yolundaki o çok derin ihtiyacı karşılayamazdı, değil mi? İnsan kendisini hep başkalarıyla mukayese etmek istiyor. Oysa dünyadan aldıklarımızla değil, dünyaya kattıklarımızla itibar ediniriz. Duruşumuz, bilgimiz, bilgeliğimiz ve bütün bunları neyin hayrına kullandığımız bize bu dünyada itibar verir. Tüketim kültürü eşya simgeciliği üzerinden insana bir tanınırlık veriyor. Çok çalışalım, çok biriktirelim ve harcayalım ki toplumda ümit ettiğimiz konumu bize sağlayabilecek eşyaları edinelim. Yoğun trafikte geçirilen uzun saatler, yüksek stres düzeyleri, akıl uyuşturan bilgisayar işleri, zaman darlığı, hazır gıdalar, bozulan sağlık derken ev işlerine, çocuk bakımına, ev yemeklerine para ödemeye başlayalım. Harcamak için kazan! Eh bu ekonominin büyümesi için iyi de, bireyin ruhu nasıl büyüyecek?

Ruhlarımız ancak ele geçirme yarışına karşı durabilmekle, ‘ruhun ihtiyaçlarını fark edebilmekle büyüyor. İnsanlar eğer tüketmek yönünde bir içsel güdüye sahip olsaydılar reklamlara trilyonlar harcamaya hiç gerek olmazdı. İçsel güdülerimiz var elbette ama birbirimizle bağ kurmak, birbirimizle ilişkilenmek şeklinde var. Arada aylak kalabilmek, işten uzun molalar almak şeklinde içsel güdülerimiz var. Ancak bu zevklerin pek çoğunu sözüm ona ‘iyi Hayat’ın peşi sıra giderken kaybediyoruz.

Neyi feda ettik? Yolda neyi düşürdük, neyi kaybettik? Büyüme ekonomilerimiz her yıl daha fazla kirlilik, gürültü ve atık üretiyor. Kimimiz kaybettiğini hatırlıyor ve ruha dikkat kesilen, manevi olanı merkeze alan daha zengin bir yaşama standardının peşine düşüyor. Hayat nadir bir şey ve onu nadide bir gül gibi koklamak, içimize çekmek gerek. Onun kıymetini bilmediğimizde dünya giderek bir ‘yaşayanlar Mezarlığı’na dönüşüyor.

Ümit Zeynep – Milli Gazete

adminadmin