Analiz
Giriş Tarihi : 24-10-2018 11:08   Güncelleme : 24-10-2018 11:08

Romantik cehalet!

Romantik cehalet!

 MEB eski bürokratı Dinçer Ateş, “Sıkı sıkıya bağlı kaldığımız ve kurtulmaya dair her adımı ihanet gibi gördüğümüz romantik cehaletimiz bizi edilgen hale getirdi” diyor.

Hayatın her ayrıntısından (bilim ve bilgi) uç veren büyük ve kadim ‘hakikat’ yolculuğu, akla ve ilkelere dayalı bir anlama kemâlâtı olan ‘hikmet’ ve çağı aşan bir yaşama düzeyini ifade eden ‘medeniyet’...

Bütün bunların, amansız bir rekabetin hüküm sürdüğü modern zamanlarda bizi götürmesi gereken yer; amentümüz dışında bütün doğmaları ve inanmaları bırakmak, aklı ve bilimi, hakikatin, hikmetin ve medeniyetin ana yolu olarak kullanmak olmalıydı. Halbuki öyle olmadı.

Yaratıcısına, aklederek, düşünerek (sorgulayarak) varması beklenen Müslüman toplumu, akıldan ve mantıktan uzaklaştı. Bütünlüğünü kaybetmiş, kırık dökük kavramların üzerine basarak duygularıyla hareket etmeye başladı. Bilgiden ve bilgiye ulaşma biçimi olan bilimden uzaklaştı. O kadar ki okuyanı bile kendi kutsal kitabını sadece bilmediği dillerle okudu. Öğrettiyse de öyle öğretti. Bütün kavramlar boşlukta kaldı. Böyle olunca da hakikatle (buradaki bağlamını, bilginin cari hali olarak düşünelim) ilişkisi koptu. Verilerden bağımsız sonuçlara yöneldi, zekasını ve stratejik düşünme yetisini kaybetti.

'Yaratıcısına, aklederek, düşünerek (sorgulayarak) varması beklenen Müslüman toplumu, akıldan ve mantıktan uzaklaştı.'

Bu arada asabiyesi gelişti. Aynı çevreye veya aileye mensubiyetler, kişisel çıkar ilişkileri liyakatin önüne geçti. Bütünlüğünü kaybedip gruplara ayrıldı. Her grup diğerlerini ötekileştirdi. Hatta çoğu kez düşmanlaştırdı. Aynı duygusal yapı nedeniyle cemaatlere, kişilere ve siyasal mekanizmalara, bir çeşit Tanrı’ya inanır gibi iman etti. Eleştirel akıl kayboldu. Her türlü eleştiri ihanet olarak anlaşılmaya başlandı. Takım tutma sadakati ve cehaletiyle -bir çeşit şirk olarak- iman edilen yapılar oluştu. Derin cehaletin bir sonucu olarak her şeyi cemaatlere, kişilere ve siyasal mekanizmalara sadakat-ihanet çizgisinde değerlendirmeye başladı. Bu yapılar sürekli konjonktürel bir değişim içinde olduğundan, aklının yanı sıra; en temel dayanakları olan istikametini, ilkelerini, doğruluğunu, dürüstlüğünü, merhametini; hasılı ‘emin olma halini’ de yitirdi. Bütün farklılıkları bir arada yaşatan, dünyanın en zengin kültürel zenginliğini barındıran bir coğrafyada en küçük meselelerden büyük ayrılıklar üretildi. Düşünmekten, üretmekten, entelektüel kaygılardan ve sanattan uzaklaştı. Bütün cahil toplulukların başına geldiği gibi en derin yarayı adalet, eğitim ve ekonomi sistemleri aldı. Kültür-sanat, bütün listelerin son maddesinde kaldı. Nezaketse çok daha uzakta...

Dünyanın öznesi olması salık verilen bir topluluk, -tarihin önemli bir bölümünde bunu yaptığı halde- dünyanın en kullanışlı nesnesi haline geldi. Küçük çıkarlar için büyük kayıplar verebilecek bir hâl oluştu. Yalan, rüşvet ve yolsuzluk arttı. Hemen hiçbir işte sistematik hareket edilemedi. Hemen hiçbir işte standart oluşturulamadı.

Tamahkârlığı, esiri olduğu irrasyonel duygu durumu ve ampirik toplumsal algıları, onu hem zalimleştirdi hem de her türlü aldatılmaya ve manipülasyona açık hale getirdi. Asılsız övgülere ve kurgulanmış yalanlara akılsızca inandı.

Ortadoğu’nun her yerinde gördüğümüz gibi temel ilkelerine sahip çıkarak, akla ve bilime yönelmek, değer ve ürün oluşturup, dünya rekabetinin öznelerinden biri olmak yerine umut tacirlerinin esiri oldu. Kendilerinin sahip olmadığı gücü ikame etmek üzere, olağanüstü yetenekleri olan kahramanlar ve işbirlikçiler bulmaya çalıştı. Son asırlarda ülkelerin içinde gördüğümüz, bizi bugüne getiren dini ve siyasal figürler ve retorik genellikle bu zaafın sonucu olarak ortaya çıktı. Cehaleti nedeniyle inançları üzerinden sömürüldü ve inandığı insanlar/yapılar tarafından kullanıldı. Dışarıda ise güçsüzlüğü ve irrasyonel yaklaşımları nedeniyle sürekli sömürüldü ve yüzüstü bırakıldı.

Soru sormayı, hayatı ve dünyayı okumayı öğreten ‘son peygamber’e inandığı halde, hâlâ bir kurtarıcıya ya da kahramana ihtiyaç duyacak kadar zayıfladı. Böyle olunca da özgürlüğünü kaybetti. Kahraman ya da kurtarıcı sandıklarının ve onların gizli/açık çıkarlarının esiri oldu. Kurtarılmak umuduyla kimliğinden ve özgürlüğünden vazgeçti.

Dün Almanyalar, Amerikalar, Avrupalar, filanca siyasetçiler, falanca cemaatler, mesela fetullahçılar... Yarın başka siyasi ya da dini figürler, Rusyalar, Çinler ya da başkaları... Hiçbiri rasyonel değerlendirilmedi, hiçbiriyle rasyonel ilişkiler kurulmadı.

Sıkı sıkıya bağlı olduğumuz ve bundan kurtulmaya dair her adımı ihanet olarak gördüğümüz ‘romantik cehaletimiz’ bizi ileri düzeyde edilgen yaptı. İçi boşalmış  sloganlar ve anlamsız ezberler dışında dünyaya yeni/yeniden söyleyecek sözümüz kalmamış gibi görünüyor. Her şey o kadar sağlıksız ve yapılandırılmamış haldeydi ki kimse düştüğü yerden kalkmayı başaramadı.

'İçi boşalmış sloganlar ve anlamsız ezberler dışında dünyaya yeni/yeniden söyleyecek sözümüz kalmamış gibi görünüyor.'

Dünya genelindeki Müslüman algısına bir bakın: Artık mantıklı düşünemiyor, ne bilim, ne düşünce, ne sanat ne de medeniyet üretemiyoruz. En azından dürüst ve çalışkan olmayı başarabilirdik. Fakat ondan da yoksun olduğumuz için iyi işçilik çıkarmaktan bile aciz bulunuyoruz. Güvenilir, adil, eğitimli ve güçlü değiliz. Aslında durum tam da tersi. İşte Irak, Suriye, Kuzey Afrika ülkeleri ve Arap Yarımadası... Örnekler yanıbaşımızda duruyor. O kadar irrasyonel, gayretsiz, hoşgörüsüz ve tahammülsüzüz ki… Birleşerek değil bölünerek çoğalıyoruz. Ve hâlâ kahraman peşinde koşuyoruz. Birileri gelip bizi kurtarsın, biz de bağırarak arkalarından yürüyelim, sonra da heykellerini yapalım.

Oysa sürekli kurtarılmamız gerekiyorsa kötü ve muhtaç bir haldeyiz demektir. Kimse bizi, bizden kurtarmayacak. Yüksek sözler söylemenin/dinlemenin bir anlamı yok. Fena halde edilgeniz.

Bu romantik cehaletten kurtulamadığımız sürece daha çok bekleyeceğiz.

Dinçer ATEŞ - KARAR

adminadmin