Kültür
Giriş Tarihi : 26-05-2019 12:15   Güncelleme : 26-05-2019 13:11

Sanata ve Sanatçıya Genel Bir Bakış

İslam sanatında sanatçı, Allah’la yarışmaz, sanatını, O’nu sevmeye, anlamaya ve yüceltmeye vakfeder; “izafi güzellik”ten “Mutlak Güzel”e giden yolu arar.

Sanata ve Sanatçıya Genel Bir Bakış

Geçmişten günümüze sanatın birçok tanımı yapılmış, her devire, her dünya görüşüne göre sanat yeniden tanımlanmıştır ve sanat ona göre işlev kazanmıştır. Sanat kelimesi Arapça bir kelime olup, ‘imalat, işçilik, ustalık, hüner’ anlamına gelir. “Sanat ve estetik nereden doğmuştur veya kaynağı nedir?’’ sorusuna vereceğimiz cevap bizim çerçevemizden şudur: “Allah (cc), “Ben ona kendi ruhumdan üfledim. Ben onu yarattım, ona bir ölçü verdim.” buyuruyor. Ayete bu gözle bakıldığında ortaya muhteşem bir sanat eseri çıkmaktadır. İnsan, fâilini ve sanatkârını da gösteren ilahi bir sanat eseridir.”(1) Allah’ın (cc) ruhundan üflediği, maddi ve manevi bir sanat eseri olan insan da bedeninde taşıdığı ruh sebebiyle veyahut ruhun güzellik ve estetik ihtiyacına binaen, içinde bulunduğu dünyada, temaşa ettiği, üzerine tefekkür ettiği, işittiği ve dokunduğu ‘güzellikler’ karşında tepkisiz kalamamıştır. Tepkisiz kalamayan, üretme, nesne üzerinde hüner gösterme durumunda olan insana ‘sanatçı’ deriz. Ortaya çıkan ‘yeni’ ürüne de ‘sanat eseri’… İnsan, bulunduğu dünyada ‘yaratılmış’ olan nesneye, ruhundan ve aklından katarak ‘yeni’ bir şey oluşturur. Bu bir nevi yaratmadır fakat nasıl bir yaratma? Bu yaratmayı şöyle açıklayabiliriz: “Sanatçı, işi Tanrı’nın yaratışını taklide yeltenme cinsinden bir iş olmakla birlikte, O’nun gibi yoktan var edici değildir elbet. Onun işi, yaratıştan bir yaratış çıkarmak, varlıklardan yeni bir varlık, var olanlardan yeni bir var olan türetmektir.”2

Batı’da “Sanat nedir?” sorusuna verilen ilk cevap sanatı bir yansıtma, benzetme ya da taklit olarak görme eğilimindeydi. Sanat eserlerinde gördüğümüz doğadır, insandır, hayattır ve sanatçı eserinde bize bunları yansıtır. Sanatçı dünyaya bir ayna tutar.Platon, sanatı bir yansıtma olarak görür. Sanatçı bu yansıtmayı da ayna ile yapar.

Platon’un Devlet adlı eserinde, Sokrates ile Glaukon’un konuşması şöyledir:

+İstersen bir ayna al eline, dört bir yana tut. Bir anda yaptın gitti güneşi, yıldızları, dünyayı, kendini, evin bütün eşyasını, bitkileri, bütün canlı varlıkları.

-Evet görünürde varlıklar yaratmış olurum ama hiçbir gerçekliği olmaz bunların.

+İyi ya! Tam üstüne bastın işte düşüncemin; çünkü bu türlü varlık yaratan ustalar arasında ressamı da koyabiliriz, değil mi?

-Koyabiliriz tabii.

+Yaptığı şeyin gerçekliği yoktur diyeceksin ama ressamın yaptığı sedir de bir çeşit sedir değil midir?

-Evet görünüşte bir sedir onunki de…

+Ya dülgerin yaptığı? Biraz önce demiştim ki dülger sedir ideasını, yani bizce aslını, özünü yapmaz, bir çeşidini yapar.

-Sedirin aslını yapmadığına göre, gerçeğini değil, gerçeğine benzeyen bir örneğini yapmış olur.

Nesneye ‘ayna’ tutan sanatçı, yaratıştan bir yaratış çıkaran kişi değil de direk yaratıcı olduğu ve yaratma eyleminde bulunduğu zannına kapılıp bir sınır ihlali ile karşı karşıya kalabilir. Batı sanatı bu ifrat içine sıklıkla girmiştir. Bu diyalog, sanatçının konumunu belirlemek ve sınırlarını çizmek bakımından büyük bir önem arz eder. Bu tür sınır ihlallerine karşılık İslam sanatında bu sınırlar çizilmiş ve gerekli uyarılar ayet ve hadisler ile yapılmıştır.

İslam sanatındaki sanatçı ile Batı sanatçısını arasındaki farkı şu cümleler ile açıklayabiliriz: İslam sanatında sanatçı, Allah’la yarışmaz, sanatını, O’nu sevmeye, anlamaya ve yüceltmeye vakfeder; “izafi güzellik”ten “Mutlak Güzel”e giden yolu’ arar. O, eserine tapınan Batı (Greko-Latin) sanatçısından farklı olarak, yalnız Allah’a yönelir ve O’na kulluk eder.4

Üstad Necip Fazıl’ın tanımlamasıyla: “Sanat ki, bizim gözümüzde en çevik ve en gizli usulle Allah’ı aramanın müessesesidir; namütenahi mücerrede, yâni aslî gayesine yaklaştıkça İslam’da değer bulur. Bu bakımdan, bütün İslam sanatlarından, mücerredin şiiri tüter. Taş, halı, gergef ve kâğıt üzerine aksettirilmiş bütün İslami ruh plastikası, mümkün olduğu kadar kaba ve bayağı müşahhastan uzaklaşmanın ifadesidir.”

Üstad Necip Fazıl’ın bu tanımlamasından hareketle şu çıkarımda bulunabiliriz: İslam ve Batı sanatının birbirinden keskin hatlar ile ayrılmasının sebebi, İslam sanatının özü itibariyle mücerret ile olan sıkı irtibatı, Batı sanatının da özü itibariyle müşahhas olan ile sıkı irtibatıdır. Ve sanatçı da bu anlayışa göre şekillenmiş ve bu anlayışın tezahür ettiği şekilde eserler vermiştir. Bu çıkarıma ek bir çıkarım yaptığımız takdirde; sanat hiçbir zaman inanç çerçevesinden dışarı çıkmamıştır.

Din, insan yaşamını bir bütün olarak ele alır; inanç ve ibadet hayatının yanı sıra sanat, giyinme, süslenme, akrabalık ilişkileri, cinsel hayat ve yeme-içme gibi insan yaşamının çeşitli alanlarına dair hükümler getirir. Böylece insanın Allah, toplum, kâinat ve kendisiyle olan ilişkisini bütün boyutlarıyla konu edinerek ona, hayatı bütüncül bir şekilde özünden kavratmak ister. Bu gaye, insan hayatının, düşüncesinin, önsezisinin, hayal gücünün, entelektüel çabasının, edebi anlatımıyla sanatsal uğraşısının bütün tayflarını kapsar. Din içselleştirildiğinde, aklı ve kalbi, beşerî varoluşun anlam ve amaçları etrafında bütünleştirir ve bunun sonucunda insan, din vasıtasıyla kazandığı bakış açısıyla hayatın bütün panoramasını bütünsel olarak yeniden anlamlandırır.6

Sanat Akımları ve Dünya Görüşü Ekseninde İslam ve Batı Sanatı

Yazımın girişinde belirttiğim gibi sanat, her devrin dünya görüşüne göre değişebilir; kavramsal ve işlevsel olarak farklılıklar gösterebilir. Her dünya görüşü, içinde bulunduğu dünyayı kendi sanat anlayışı ile yorumlar. Şiir, heykel, resim, mimari, müzik vb. gibi sanat türlerini tarihsel süreç içerisinde incelediğimizde her dünya görüşüne göre nasıl yorumlandığını görebiliriz. Eşya ve hadiseler zamanla değiştikçe, insan değişen eşya ve hadiselere karşı bir düşünce tavrı almak zorunda kalır; sırasıyla yeni bir insan, yeni bir tefekkür, yeni bir sanat anlayışını beraberinde geliştirir. İslam sanatına nazaran bütünü kavrayamayan ve parçayı bütünün yerine ikame etmek isteyen Batı sanatında günümüze kadar birçok sanat akımı zuhur eder. Bu akımlar bir diyalektik içinde günümüze kadar devam edegelir. Diyalektik, düşüncenin ve gerçekliğin bir tezle antitezden, söz konusu iki karşıtın bir sentezine varmak suretiyle, gelişmesini gösteren varlık ve düşünce yasası olarak ortaya çıkar. Örnek verecek olursak, XVI. yüzyılın sonlarından itibaren teşekkül etmeye başlayan, XVIII. asrın sonuna kadar varlığını devam ettiren, bir aristokrat akımı olarak tanımlayabileceğimiz Klasisizm akımı, sanatı belli normlar içinde ele alır. Sanata keskin sınırlar çizer. Sanatçı, bu sınırlar içinde kendisine yaşam ve faaliyet hakkı bulur. Bu sanat akımında akıl belirgin olarak ön plandadır. Bu sanat akımını tez olarak alabiliriz. Bu tezin anti tezi olarak, XIX. yüzyılın başından ortalarına kadar süren Fransız İhtilali ile doğuş zemini bulan Romantizmi ele alabiliriz. Romantizmi antitez olarak almamızın sebebi, Klasisizmin sanat anlayışına ters bir sanat anlayışı benimsemesinden ve onun ardı sıra gelmesinden dolayıdır. Aklı ön planda tutan Klasisizme karşı duyguyu, ruhu ön plana çıkarmıştır bu sanat akımı. O zamanın tarihi, sosyal, siyasal ve düşünsel gelişmelerini ve değişmelerini göz ardı etmemek gerekir çünkü bütün olarak ele almadığımız takdirde meseleyi tam manasıyla kavramamız mümkün değildir. Bu iki zıtlığın çarpışması ile oluşan sentez hiç şüphesiz Realizm akımıdır. Realizm akımını da şöyle tarif edebiliriz: “XIX. yüzyılın başından itibaren yer yer ilk belirtileri görülmeye başlayıp, yüzyılın ortalarından itibaren de prensipleri tespit edilerek sanat hayatına hâkim olan ve pozitivist felsefenin üzerine oturmuş; gerçeğin nesnel gözlemini esas alan sanat akımıdır.”

Batı düşüncesi ve sanatı günümüze kadar hep bu diyalektik üzere ilerlemiştir. Bu, bize Batı’nın temelindeki eksikliğini, noksanlığı ve tam anlamıyla bir fikir üzere tatmin olamayışını işaret eder fakat yine bu diyalektik, Batı’nın eleştirel düşüncesinin ve fikri dinamikliğinin sürekli ayakta durmasının temel sebebidir.

İslam sanatında bu fikri dinamiklik nasıl elde ediliyordu?

“Anladım işi, sanat Allah'ı aramakmış,

Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış...”8

Müslüman, aklını ve duygularını, teslim olduğu dinin kendisine çizdiği oldukça geniş alanda ve Allah’ın dışındaki tüm kullukları reddeden bir özgürlükle kullanır. Ruhî gıda ile nefsin arzularını birbirine karıştırmaz. İnsanların çoğunluğu, bir şeye doğru ve güzel dese bile o, “uydum kalabalığa” diyemez. Herhangi bir kimsenin sanat saydığı veya güzel dediği bir şeyi, düşünmeden ve inancına danışmadan kabullenemez.9Bu inanç ve bilinç seviyesindeki Müslüman sanatçı, sanatını insani normlara göre değil ilahi normlara göre icra eder. Üstad Necip Fazıl’ın, “Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış” mısraında görüldüğü üzere İslami sanatta ve fikirde dinamizm, tamamen ‘Allah’ı aramak’ ile bağlantılı bir olgu olarak karşımıza çıkar. “Allah’ı aramak” faaliyeti, insanı, düşünceyi ve sanatı kemal noktasına doğru bir yolculuğa sokar. Buna binaen Seyyid Ahmet Arvasî İslam sanatını ve sanatçısını şöyle tanımlıyor: “Sanat, sadece duygudan ibaret değildir. Onda, fikrin, tefekkürün ve aklın bütün çilesi vardır. Fakat unutmamak gerekir ki, sanat, ilimden çok ibadete benzemektedir. Bu durumu özellikle İslam sanatkarlarında gözlemek mümkündür. İslam sanatkarı, tam bir mutasavvıf gibi eser verirken, seyr-i afaki, seyr-i enfüsi ve seyr-i mutlak merhalelerinden geçerek gittikçe yücelen bir güzel idealinin peşine takılır.”10

Sanat aynı zamanda dinin estetik olarak tebliği anlamına gelmektedir. Bir mü’min, inancını, hayata bakışını, yaşanan olayları sanatla yorumlayabilir. İlahi öğretide doğruların ve güzelliklerin kişisel olarak benimsenip yaşanması yeterli görülmez. Onların başkalarına da sunulması gerekir. Fakat güzellikler güzel bir şekilde takdim edilmelidir. Aksi halde mesajınız ne kadar doğru olursa olsun kabul görmez. Buradan anlaşıldığı üzere sanatın gayesi ne salt sanattır ne de salt toplumdur. Sanatın gayesi Allah olunca, vasıta olması bakımından sanat da bir kıymet hükmü kazanır, toplum da bu sanattan payına düşeni alır.

Hiçliğe Giden Yol: Sanatımızın Donması, Pörsümesi ve Eksen Kayması

İslam medeniyetimizin 16. yüzyıla kadar devam eden kemalat yolculuğu, yine bu asırda gitgide hissizlik haline bürünür ve gelişen Batı karşısında kendisine yeni bir refleks geliştiremez. Üstad Necip Fazıl, bu donmanın, pörsümenin temel sebebini aşk ve vecdimizin kaybolmasına bağlar; anlayışımızın ham yobaz ve kaba softanın şahsi idraklerine kurban gittiğini söyler. Bununla beraber ibadet olarak gördüğümüz, aşk ve vecd ile yaptığımız sanatımız da bu donmadan, pörsümeden zorunlu olarak nasibini alır. İnanç ekseninden kayan ve Batı’nın fikir ve sanatı karşısında refleks göstermeyen İslam sanatı, artık ‘İslam’ sanatı olmaktan çıkar, sadece ‘sanat’ olarak sahipsiz kalır. Belirttiğimiz gibi sanat tek başına bir anlam ifade etmez, sahipsiz kalamaz ve bir inanca bağlı olmadan yaşayamaz. Ham yobaz ve kaba softa sayesinde sahipsiz kalan sanatımız, içimizden türeyen ‘taklitçi’ kesimlerin hamleleri ile 19. yüzyılda hakim olan sanata yani Batı sanatının eksenine girer. Bu dönemde, Batı’nın sanat ve fikir tezlerinden hareketle, sabitelerimize uygun yeni yorum ve düşünce üretmekten ziyade, Batı’nın ürettiği tüm normlara körü körüne uyar, sadece değişkenler üzerinden bir sanat ve fikir akımı üreten Batı’nın değişkenlerini, sabitelerimizin yerine ikame etmeye çalışırız. Bunun sonucu şahsiyet kaybı olur.

Üstad Necip Fazıl’ın tabiriyle, “Giden şey İslam, gelen şeyse hiçti.” 

Dipnotlar

1- Mahmud Erol Kılıç, Sufî ve Sanat, Sufî Yayınları, s.14

2- Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları I, Diriliş Yayınları, s.13

3- Berna Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Cem Yayınları, s.15

4- S. Ahmed Arvasî, Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz, Burak Yayınları, s.172

5- Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yayınları, s.135

6- Muhammed Gazalî, “İslâmi Sanat ve Edebiyat Üzerine Düşünceler”, çev: Adem Çalışkan, Ondokuz Mayıs Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, s.11

7- Prof. Dr. İsmail Çetişli, Batı Edebiyatında Edebi Akımlar, Akçağ Yayınları, s.80

8- Necip Fazıl Kısakürek, Çile, Büyük Doğu Yayınları, s:33-34

9- Abduh, Mustafa, Eseru’l-Akide fi Menheci’l-Fenni’l-İslâmî, Daru’l-İşrak, Beyrut, 1410/1990, s. 197-208.

10- S. Ahmed Arvasî, Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz, Burak Yayınları, s.188

Muzaffer Ayvalıoğlu 

Aylık Dergisi 175. Sayı

adminadmin