Kültür
Giriş Tarihi : 01-01-1970 03:00   Güncelleme : 13-10-2018 13:27

SCHRÖDİNGER’İN KEDİSİ

Şrödinger’in Kedisi”, genel iddiasının aksine, Türk okuyucusuna bir çıkış kapısı ve kurtuluş yönü göstermiyor; ama ona, içinde bulunduğu zindanı tanıtmak gibi, ”işin yarısı” demek olan bir görev ifa ediyor.

SCHRÖDİNGER’İN KEDİSİ

Alev Alatlı’nın bir cildi “Kâbus”, diğer cildi “Rüyâ” başlığını taşıyan “Şrödinger’in Kedisi” isimli iki ciltlik romanı, bizce iki yönden çok şey ifade ediyor: Birincisi, bir “miladî kitab-manifesto eser” denebilecek şekilde, Türk edebiyatında bir “devrim” niteliği taşıyor... İkincisi, mücerret fikir değeri bakımından, genel ahlâkın “müraîlik-ikiyüzlülük” diye aşağıladığı bir varamayış ve olamayış engeline takılıyor...
“Şrödinger’in Kedisi”nin “Kabûs” başlığı altında kaleme alınan ilk cildi, 2000 yılında piyasaya çıktı. Alev Alatlı burada, içinde yaşadığımız çağın kahrolası gerçeklerinin dâvet ettiği felâketlere gömülü bir “gelecek zaman” hayâli kuruyor, böyle bir “kâbus” tasavvur ediyordu. Şuuru dumura uğramış, kendi tabiriyle (afazi) adında bir psikolojik hastalığa tutulmuş bir roman kahramanının şahsında, tıpkı Selçukluların dağılmasıyla ortaya çıkan beylikler döneminde olduğu gibi, parçalanmış bir Türkiye haritası çiziyor, ele aldığı bir takım ilmî, fikrî, siyasî, içtimaî ve sanatkârca hususiyetlerle de -herhalde- bu haritanın “karakter özellikleri”ni belirliyordu.

Alev Alatlı’nın, bize Üstad’ın “Kafa Kâğıdım” isimli son romanının sonundaki “sanki Moğol istil...” ibaresini tedai eden “Kabûs” fotoğrafı içinde biz İbdacılar’dan da ima ile bahsetmesi, itiraf edelim ki, bizim üzerimizde reklam etkisi yaptı. Okumamış olanlar için, bizim de bir tanıtıcı hizmetimiz olsun: Romanın birinci cildinde “Salihun Komandoları”olarak pek de bizim hâlimizi yansıtmayan, ama bizden başkası da olmayan bir “kült” şeklinde anlatılıyoruz ve parçalanan Türkiye manzarası içinde, aşağı yukarı “Osmanlı Beyliği”nin ilk zamanlar tutunduğu yörelere denk gelen bir arazide, “Salihun Devleti” adını taşıyan “terör devletimizi” kurmuş bulunuyoruz!
Bu yönüyle eserin geçmişin bir hatırası mı, yoksa geleceğin bir hayâli mi olduğu, oldukça su götürür. Bizim bu romanı okuduğumuz dönem itibariyle “geçmiş” olduğu için, bize böyle ele almak daha mantıklı görünüyor. Kartal zindanının bir “terör grubu” olarak istif edildiğimiz hücrelerinden birinde bu romanı elden ele dolaştırmak usûlüyle okumuş ve ona fazla da bir gelecek şansı tanımaksızın, arkadaşlarımızla aramızda şu değerlendirmeye tâbi tutmuştuk:

Kavga dergilerimizi görmüş ve kavgamızdan bir şeyler duymuş olduğu kesin ama, bütün bu dâvânın mahiyeti olan eşsiz fikriyattan (Büyük Doğu-İBDA Külliyatı) pek haberi olmamış!..

Geçiyoruz! Bu kez, aynı zindanın bir başka hücresinde, yine bir “terör grubu” teşkil eden farklı arkadaşlarla, söz konusu “Romanın” bu sefer “Rüyâ” başlığını taşıyan ikinci cildini elden ele dolaştırıyoruz. Birincisinden yaklaşık bir yıl sonraya isabet eden bu ikinci buluşmada, Alev Alatlı’nın korkuları ve nefretlerinden sonra, özlemleri ve sevgilerinin ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Meraklısı için hemen not düşelim ki, bu ikinci cilddeİbdacılar’la ilgili şu veya bu şekilde bir bahis yer almıyor; bununla beraber,İbdacılar için altı çizilerek üstünde durulması gereken çok daha önemli fikirler bulunuyor.

Ancak bu noktada, kimileri için “kâbus”, kimleri için “rüyâ” ifade eden zindan arkadaşlarımız ve onların temsil ettiği mânâ adına bir inceliğe dikkat çekmekte fayda var. Biz görünüşe çıkan herhangi bir fikir ve sanat eserine, “bizden bahsediyor- bizden bahsetmiyor”, yahut “bizden-bizden değil!”tarzında kaba ve maskara bir “kült edebiyatı” penceresinden bakmayız. Bizim kültürümüz, böyle bir eserin fikir ve sanat değerini tayin edici ölçüleri bizzat dünya görüşümüzden almayı ve herşeye bu ışıkla bakmayı gerektirir.
 
Bu ölçülerin ne olduğunu yukarıda madde madde sıralıyoruz, ama burada incelediğimiz romanı yazanın kimlik bilgilerine dair bir araştırmayı da lûzumlu görüyoruz.
 
III.
 
Herhalde, Alev Alatlı’yı sadece bu romanıyla tanıyıp diğer eserlerini görmemiş olan biri için, “Şrödinger’in Kedisi”, müellifin nasıl bir kimse olabileceğine dair yeterli ipuçlarını verir; bundan sonra gerek yazılı, gerek görüntülü basında verdiği röportajlar bu hizâda, bu romana göre yerine konulabilir. Eğer öyleyse, onun fikir ve sanat değerini, Büyük Doğu-İBDAçizgisi dışında takdir etmek gerekecektir; bu değerlendirme boyunca söylenecek olanlar da bu güzergâhta görülmelidir.
 
Değişik bir tip, değişik bir mizaç! Türkiye’de Kemal Tahir’de, Cemil Meriç’de ilk temel şekillerine rastladığımız, sirke kokusu gibi keskin bir inançsızlıkla, bulamamacasına bir arayış arasındaki o kavruk edebiyat neslinden geliyor. Yer yer benzerlerinden fazla, yer yer eksik ama muhakkak onlardan başka, nevi şahsına münhasır, kendi kendine örnek biri. Cemil Meriç’teki ince lirizmi de, Kemal Tahir’deki kaba materyalizmi de ard arda sıraladığını görebilirsiniz. En bariz alâmeti de, belki bu ikisinden daha fazla gayrete sahip olmasına rağmen, onlardan daha az yerli ve daha çok yabancı bir seciye belirtmesi. Belki bu husus bugün çok az kimsenin dikkatini çekiyorsa da, ülkemizde Batılılaşmanın geldiği merhalenin edebiyat alanındaki ifadesi bakımından, başlı başına dikkat konusudur.
 
Kemal Tahir’in Türkiyesi, zavallı bir gayrimüslim Şark kültürüyle kavrulmuş, Osmanlı’nın son döneminin tabiî bir uzantısı gibiydi. O yerli değerlere daha çok sahibdi; fakat bütün bunlar onda öylesine bir cansızlık, donukluk, apışmışlık, bezginlik şeklindeydi ki, bu yapı üzerine hiçbir inkılâb ve heyecan bina edilemezdi. Kemal Tahir yıkan, saldıran ve haykıran üslubuyla, resmî edebiyat anlayışı gözünde roman bile sayılamayan romanları, bütün çürük yapıyı, taş üstünde taş bırakmamacasına parçalamak zorundaydı. Fakat o yalnız cemiyetinin (kemalizmin) sığındığı kuleleri sallamakla kalmadı, güya cemiyetine kurtarıcı olarak gelen Batılı fikrinin (komünizmin) mahzenlerini de şiddetle sarstı. En son Necip Fazıl’ın dizi dibine gelmeye müsait hale geldiğinde ise, bu sarsıntıdan kendisi de ne kadar sarsılmış olacak ki, Ecevit’in burnu doğrultusunda parendeler atmaya başladı.
 
Cemil Meriç biraz daha farklı bir Türkiye buldu. Bu sırada Türkiye’de yeni gençlik heyecanları yeşermeye başlamıştı. Değişmeyen bir şey vardı: Efendi gene Batı’dan gelecekti. Ne var ki Batı’dan gelen efendi, bu sefer inandırıcılıktan hayli uzaklaşmış, ne dediği iyice anlaşılmaz olmuş, kart ve öksürüklü, çaptan düşmüş ve yavaşlamış bir haldeydi. Az çok duyabilen bütün ruhlar, canhıraş bir feryatla Doğu’ya dönüyor, orada haline ayna olabilecek bir fikir arıyordu. Cemil Meriç, Batı’da Türkiye’nin aradığının bulunmadığını sezmekte ne kadar haklıysa, Batı’nın Doğusu’nda (Hind’de) tam da Türkiye’ye lâzım olan şeyin bulunduğunu düşünmekte o kadar haksızdı. Metodsuzluk ve sistemsizlik denizine metodlaşmak ve sistemleşmek üzere yelken açmış bu üslub, sağda ve solda başını kayadan kayaya çarpacak, nefsini fedaya dek varacak binbir teselliyi güzelce buluyor, hakikate daha kolay yaklaşıyor ve ondan daha çabuk uzaklaşıyordu.
 
Sirke kokusu gibi keskin inançsızlığı eğer Kemal Tahir’e, bulamamacasına canhıraş arayışı Cemil Meriç’e bırakacak olursak, Alev Alatlı’ya ne kalır? Bu iki eski değerimizden gelen hisseyi çıkardıktan sonra ne kalırsa, bilinmelidir ki, bu yine de onu küçük fotoğraf heveskârlarının üstüne çıkarır. O bir çok yönden muarızı Orhan Pamuk’tan geride kalır ve yine bir çok bakımdan onu fersah fersah geride bırakır. Geride kaldığı noktalar; mücerret değerlendirme ve yerine koyma gücü, lisana hakimiyet hüneri, millî ve mahallî değerleri tanıma potansiyeli olarak sıralanabilir; fakat bu şeylerle Orhan Pamuk, inançsızlığın ötesinde bir inkâr yobazlığına varıp, bir (UNESCO) yazarı olmaya davranır.
 
Bununla beraber, Alev Alatlı’da, içinde bulunduğumuz günün nabzını yakalayan ve tamamen kadınca bir sezginin saflığından kaynaklanan öyle bir yaklaşım tarzı, öyle bir “prezentasyon-takdim edâsı” göze çarpar ki, böyle bir şeyi, ne muarızları, ne selefleri, ne de bizim camianın sözümona “İslâmcı roman” lâfazanları hayâl edebilir. Bu sezgi, Alev Alatlı’yı tıpkı kendi zamanında bir şaheser vermiş, hattâ bir miladî kitab telif etmiş Batılı devlerde görüldüğü gibi, zamanında herşeyin üstüne çıkarır ve belki de en fazla TİLKİ GÜNLÜĞÜ’ne yaklaştırır. Nasıl ki, kendisine güvenilmez ve inançsızlığı meşhur bir adam “Allah bir!” dese bile, halk içinde ona şüphe gözüyle bakılır ve böyle demesinde bir bit yeniği aranır; ama dürüstlüğü ve içtenliğiyle taştan taşa savrulan birisi “Allah yok” diye zikredecek olsa, buna bir hikmet payı bırakılır ve tevil kapısı aralanır. Orhan Pamuk ile Alev Alatlı arasındaki edebiyat farkı budur.
 
“Şrödinger’in Kedisi”nin bilhassa ikinci cildinden sonra, Türkiye’de Amerikan aleyhtarlığı duygu ve düşüncesinin geliştiği söylenebilir. Bu tam da çağın ihtiyacı olan, hastanın dudağına değer değmez onu diriltecek şifalı bir iksir gibidir. Ama otu acıdır, çürük şeylerin bataklığında yetişmiştir, krizantem çiçeğinin kokusunu taşımaz ve böğürtlen tadı vermez. Zaten böyle bir hizmet sultan seviyeden değil, başhekim rütbesinden beklenebilir; o da sultanî iradenin kendi işinde gerçekleşmesidir. Özel televizyonlar ve stratejik ortaklıklar Türkiye’sinde “nabza göre şerbet” diye buna denir!
 
Bilâkis, Alev Alatlı bize, “kâbustan beter rüyası” içinde yer verecek olsa sevinirdik ve bu haliyle onun bizim rüyamız mevkiinde ve bizim dâvâmızı temsil kadrosu içinde görünmesine seviniyoruz. Yani, tam da her türlü nezaket gösterisini bırakıp, bu kitabı bir “terör grubu” hâlinde elden ele dolaştıracak zaman! Başta onu kendi kendinden ibaret ve çizgimizin dışında bir yerde işaretledikten sonra, şimdi, işte böyle, bir iç hizmet kademesinde değerlendiriyoruz. Elverir ki, o da, kendi başarısını güdük bir beceriden ibaret bilmesin ve bunun gerçek bir dava gerçek bir edebiyat temeli olduğunu görerek, bize hak versin!
 
Batı’nın 70 sene gecikmeyle ele alabildiğimiz (Ulysses)’inden sonra, bizim çağın başında böyle bir şeye sahip olabilmemiz, edebiyatımız adına “rüyadan güzel kâbus” diye karşılanabilir ve TİLKİ GÜNLÜĞÜ’ne giriş için gereken bir çok kültür köprüsünden birincisi diye selamlanabilir!
 
……………………
 
V.
 
Alev Alatlı, roman dünyasına, görünüşte mânâsız bir esintiyle, ama Türk edebiyatında daha önce görülmemiş bir ilgiyle, “yeni fizik” diyerek giriş yapıyor. Açıkçası, “Bütün Fikrin Gerekliliği” gibi bir temel düşünce ve teslimiyet şartını yerine getirmiyor; kendini “Bütün Fikir” yerine koymak isteyen bir modern düşünce olan “Kuantum felsefesi”nden hareket ediyor ve bunu şöyle açıklıyor:
 
“Kuantum mekaniğinin Potinbağı Hipotezi, ne kadar bölünürse bölünsün, maddenin “temel” (yani, “bütün”) olarak nitelendirebileceğimiz bir parçasının olmadığını, hiçbir parçanın diğerinden daha temel olmadığını, bütünün birbiriyle örülü olayların hareket şebekesi olarak değerlendirilmesi gerektiğini söyler. Biz burada maddeyi “yeryüzündeki hayatın bütünü” olarak yorumluyoruz - sadece insan ırklarının değil, tüm canlı türlerinin birbirlerinin hayatlarıyla örülü birliktelikleri. Hiçbir milletin hayat tarzının diğerlerinkinden daha temel, dolayısıyla daha vazgeçilmez, dolayısıyla daha üstün olduğunu görmüyoruz.
 
Holistik derken söylediğimiz bu. Dikine hiyerarşiye karşılık, enine simülâsyon. YÜCE KOALİSYON’a karşı BÜYÜK SİMÜLÂSYON.
 
Büyütülmeye çalışılan simülasyon demek daha doğru! Bizimki zamanı da içine alan (eyvah!) dört buudlu bir matriks, her ân yeni bir veri ekleyip büyütmeye çalışıyoruz. Eşitlik anlayışımız, kimseyi simülâsyonun dışında bırakmamak yönünde. Zaman zaman çok zor, çok meşakkatli ama böyle. Ülkümüz “Göksel Gerçeklik”i gezegenimize birebir yansıtmak. Göksel Düzen’le uyum içinde yaşamak. Göksel Güç, kimseyi kayırmaz, hiçbir canlıyı diğerine yeğlemez. Göksel Güç’ün egemen olduğu Dünya da öyle olmalı.
 
Şimdi, evvelâ ne dendiğini iyice anlamak için, kavramların mânâsını aydınlatalım; “Atomist, tecrübeyi parçalayan. Holist, tecrübenin bütününe bakan. Eski fizik atomistti, kuantum fiziği holistiktir.”
 
Alatlı, “YÜCE KOALİSYON” derken, anladığımıza göre, “Amerika Birleşik Devletleri”ni kastediyor; daha açıkçası, Amerikan emperyalizmini meydana getiren birleşik kuvvetleri. “Kâbus”undan hatırladığımız kadarıyla, sözkonusu kuvvetleri, cansıkıcı bir Şark mistisizmine bulaşmış bir tarikat ilişkisi ve ona nazaran dünyayı bir Hindu tekkesi şeklinde tasarlıyor.
 
“Simülâsyon”u ise şöyle tarif ediyor; “SİMÜLÂSYON”, yaparak öğrenmek demektir. Bir çocuk gibi, dünyayı taklid ederek öğrenmek. Oyuncakları yahut başka nesneleri, temas ettikleri insanların, hayvanların yerine koyarak öğrenmek – MIŞ GİBİ YAPARAK öğrenmek.”
 
Yani, “yalandan iş görücülük”... Böyle söylenebilir ve bununla anlatılmak istenen, hakikat olmayan bir (sanal-mevhum) âlem oyunu olduğuna göre, böyle bir hakikati kavrama girişimi, baştan sona erdirilebilir...
 
Lâkin bu işin bir yönüdür. Biteviye bu yönde ilerlendiği takdirde, sonunda hiçbir hayâle, misâle, teşbihe, mecaza hakikat atfedilemeyecektir. Bu ise, hakikate yapılacak en büyük zulüm olur. Madem ki, mesele, hakikati elde etmektir, onun şöyle veya böyle elde edilmesinden ne çıkar? Sonunda hakikatin elde edilip edilmediği, onun metodunun alışılmış olup olmamasından daha önce gelmez mi?.. Kaldı ki...
 
Açıkçası, “simülâsyon” dedikleri, bilgisayar dünyasının iddiasını dinlemelidir. Alev Alatlı bununla demek istemektedir ki: Yeni fiziğin mevcut verilerini taklid ederek, iman ihtiyacımızı tatmin edecek bir mevhum ideoloji inşâ edelim ve onunla hem hakikati öğrenmiş, hem hakikat için mücadeleyi temellendirmiş olalım!
 
Pekâlâ, bu nasıl mümkün? Maddede “temel” olabilecek ve “bütün” denebilecek bir dayanak bulamadıktan sonra, bu bulamayış nasıl “temel” alınabilir ve onunla “bütün” olmaktan, yahut giderek “büyümek-bütünleşmek”ten söz edilebilir? Giritli’nin çıkıp, “bütün Giritliler yalancıdır!” demesinden başka neye benzer bu? Eğer söylediği doğruysa, kendisinin doğruluğuna nasıl inanılır ve eğer kendisi doğruysa, söylediğinin doğruluğu nerede kalır? Bunun gibi, “temel diye bir şey yoktur!” hükmü, hangi bakımdan temel alınır?
 
Dikkat edilecek olursa, zamanımızda İslâm dışı çevrelerin umumi hâli de burada görülecektir. Alev Alatlı, zamanımızın hâkim fikri durumundaki postmodern düşüncenin kısmi bir temsilcisi olmaktan başka bir yenilik belirtmiyor. Postmodern Adam, “Herşey mümkündür, her fikir birbirinin aynıdır, herkes birbirine eşit ve birbiri kadar haklıdır!” gibi, kafa karışıklığından maada pek mânâsı olmayan bir takım sözler sıraladıktan sonra, bir de bakıyorsunuz, “her hangi bir şey”e tutunup “bütün her şey”e sahip olduğunu haykırıvermiş!.. Halbuki safsatanın bu türlüsünün Sokrat’tan sonra bir daha gün yüzü görmeyecek şekilde hezeyan kuyularına gömüldüğü sanılırdı, ve İBDA’nın “Mihraksız Tümevarım Zaafiyeti”olarak damgaladığı bu şuuru, en azından kendisi için bir başlangıç değeri, bir görünüş imtiyazı, bir inanç temeli tanıması umulurdu.
 
“Hiçbir parçanın (yani, hakikat tecellisinin) diğerinden daha temel olmadığını” söyledikten sonra, “Bütün’ün (yani, “hakikatin hakikati”nin) birbiriyle örülü olayların hareket şebekesi olarak değerlendirilmesi gerektiğini” savunmak, mücerret fikir haysiyeti bakımından bir şey ifade etmez, sadece bir sanat ve edebiyat tutumu olarak bir kıymet taşıyabilir. Eğer parçalar arasında bir önem sıralaması, bir değer derecelemesi, bir zıtlık ve mücadele kavramı yoksa, o halde onların bütünlüğünden, yahut bütünleşmesinden bahsetmenin mânâsı da yoktur. Fakat “ilimde tecrid teşhis içindir” diyen ilmin aksine sanat, “sanatta teşhis tecrid içindir”şeklinde konuştuğundan, onda her duygu bütün, her tecelli tamam ve her yaklaşım bir başlangıç kabul edilebilir; bu durumda onun temeller arasında yapacağı tercih, tenkid ve sıralama tavrına kimsede itiraz olamaz; “nasıl?”ı, onun “asl”ı olur...
 
Anlaşılacağı gibi, “Kuantum mekaniğinin Potinbağı Hipotezi”, Nasreddin Hoca’nın “Ben âlemin merkezini burası kabul ediyorum!” demesinden farklı bir yere ait değildir ve bu aidiyetiyle maddeciliğin değil, tam aksine ruhçuluğun bir delilidir. Zaten maddeyi darmadağın edip bir hakikat temeli olmaktan çıkaran yeni fizik, her ne kadar madde âleminde başlamış sanılıyorsa da, esasen ruhçuluğun ihtilal çapında bir gelişmesi ve fetih hamlesidir. Maddeci görüşün birkaç bin sene “bir tek ânda bir tek prensip” arayıp iflas eden atomist tecrübesinden sonra, bu gün “bir tek ânda bir çok prensip” olabileceğini kabul eden holistik denemesi, artık ruh karşısında bu inadın büsbütün tuz ve buz olduğunu ispatlamaya yeter! Eskiden bu şebeke, insanları duygularına inandırabiliyordu, Kuantum Fiziği bu inancı da ondan aldı! Bütün maddeciliğe, “zamanı da içine alan” diye, aslında zaman idrakından büsbütün mahrum olan kuru bir böbürleniş kaldı!
 
Öyle ya, madem ki insan bugün, kendisine, tüm canlı türleri içinde hiçbir şeref payı bırakmayan bir fikre inanıyor, o halde hayatın hakikatini gösterme şerefini niçin tahtakurusuna bırakmayı göze almıyor! Bu durumda, “canlı” kabul edilebilen herhangi bir şeyden, meselâ bir maydanoz sapından faydalanmak, hakikat karşısında üstünlük taslamak ve hakikate karşı çıkmak, olacaktır. Şuurun madde karşısında “sıfır”a indirildiği ve maddeden doğduğu kabul edildiği yerde, hiçbir prensip geçerli olamaz hiçbir saat (zaman) tiktağı duyulamaz, hattâ “canlılar” diye bir eşitler hiyerarşisi bile kurulamaz!
 
Niçin “Göksel Gerçeklik”, “Göksel Düzen”, “Göksel Güç” diye bir büyüklük kanunu (yahut sade “perspektif”) arıyorsunuz ki! En büyük kanun, insanın içindedir ve o bugün büyük görülen şeylerden çok daha büyüklerini, bugün küçük görülen şeylerden çıkarabilme kudretindedir! İsbatı mı? İşte dünün büyüğü Dünya, dünün küçüğü yıldızlar önünde bugün ne halde? Dün büyüklüğü bile bilinmeyen atomaltı dünyası, bugün hangi büyük küçük açılmış gözlerle seyrediliyor? Ve kimbilir, yarının meçhul adımları içinde, bugünün hakikatlerini yere çalacak daha ne hakikatler saklıdır? – Ki bunlar ancak, “Bütün Fikir” diye, insan merkezli bir hakikate teslim olanların büyük ve küçük zaferleri olacaktır, maddenin değil...
 
VII.
 
Bir de şu satırları okuyup, bize ne söylenmek istendiğini ve bizim bunlar üstüne ne düşünmemiz gerektiğini daha derinden kavramaya çalışalım:
 
 “Taklid”, yahut “sahte”, “kalb” demektir ya SİMÜLÂSYON, biz de gerçek hayatı taklid etmeyi, ânlık insan durumları ve enstantaneler tarafından kandırılmaktansa, bir HAYAT OYUNU tertipleyip, süreçleri gözlemlemeyi kararlaştırdık. Türkler “nasıldılar”, değil, “Türkler nasıl olmak istiyorlar”, “hangi yolda gerçekleşiyorlar”, tesbit etmek istedik. Ardarda çekilmiş iki resim: Birinde hunharca işlenen bir cinayet, ikincisinde cinayeti işleyenin bağrına bastığı çocuk ceseti. Resimleri ayrı ayrı görürsen olayın telmihi (doğrusu, “tedaisi”) başkadır, arka arkaya görürsen başka. Bir üçüncü resim bambaşka bir hikaye anlatabilir. Olan biteni doğruya yakın değerlendirmek için, “bütün”ü görmekten başka çaremiz olmadığını idrak ettik. Ki...
... Ki, bu da örtüşüyordu, Yeni Fizik’in “holistik”anlayışıyla.
 
(...)
 
 “SİMÜLÂSYON”, “yaparak öğrenmek” demektir. Bir çocuk gibi, dünyayı taklid ederek öğrenmek. Oyuncakları yahut başka nesneleri temas ettikleri insanların, hayvanların yerine koyarak öğrenmek - MIŞ GİBİ YAPARAK öğrenmek.
 
Türkiye’nin “ön insan/çocuk” hüviyetini en büyük avantajımız olacak şekilde dönüştürmeyi başardığımızı söylerken demek istediğimiz buydu. Böyle bir eğitim sistemi! (“Oyun içinde eğitim”, der İBDA Mimarı.)
 
Evet, evet aklı kavramanın yolu, Aklı olabildiğince çok sayıda “kısmî gerçek”e açmak! Doğrularının sayısı sınırlı olan Akıl, tanımadığı bir durumla karşılaştığında şaşırıyor, karışıyor; reddediyor çünkü. Oysa çocuklar hiçbir şeyi yadırgamazlar. Çevrelerindeki insanları, hayvanları yahut başka şeyleri oyuncaklarına tahvil eder gibi, oyuncakları aracılığıyla konuşturur, hareket ettirir, dünyayı taklid ederler. Ve bu yetenekleri zaman içinde kaybolur!
 
“Yukarıdakiler” (İleri Memleketler), kaybolan bu çocukluk yeteneklerini BİLGİSAYAR SİMÜLÂSYONU ile yeniden kazanma yoluna gittiler. Sunî çevreler ve hayâl âlemleri kurdular. “Sunî Zekâ” diye bir şey geliştirdiler. Ama dikkat et, onların simülâsyon modelleri “olan”ı taklid eder, “olabileceği” değil! Belli şartlar altındaki bir sistemin nasıl çalıştığını gösterir, ama sistemin en iyi nasıl çalışabileceğini aramazlar. Oysa Mucizeler Diyarı’nın sisteminde unsurlar canlıdır. Akıllar ile birlikte gönüller de gelişir. Birbirlerinden etkilenir, birbirlerini dönüştürürler.
 
Bu durumda tasvir, sadece bir “ân”dır, derhal değişir. Hayatın kendisi gibi!
 
(...)
 
Nasıl yani?
 
Yıldız Fidanlığı’ndaki gibi. Şu ânda atlar, balıklar, yosunlar, bitki örtüsü aynı hızı paylaşıyoruz. Ama şöyle bir şey yapabiliriz, eğer istersen. Sen ve ben aynı hızda kalırız, erguvanları süratlendiririz meselâ. Yahut asmayı veya Afgan sarmaşığını veya hepsini. Yarın üstündeki küçük tuğla evi görüyor musun? Duvarın dibinde bir mavi yasemin çalısı vardır. O çalı o büyüklüğe beş dünya yılında geldi. Ben ektim, evet. Zamanı, beş yılı on dakikaya sığdıracak şekilde hızlandırırsak, çatıya ulaşmasını seyrederiz. Yasemin çatıya ulaşırken, asma arşa tırmanır. İster misin?
 
El değmemiş bir dünya, yemyeşil bir dünya. Kirlenmemiş bir dünyanın nasıl bir yer olabileceğini hatırlatmak için. Çocuklara göstermek için. Çocuklara ve TÜNEL’i bilen büyüklere...
Böyle başlıyor, kısacası böyle bitiyor Alev Alatlı’nın “Rüyâ”sı. Doğrusu, bizim gibi, F Tipi Cezaevi “kısmî gerçeklik”i içinden dünyaya bakanlar için, böyle bir rüyâda anlaşılmayacak taraf yok. Aslında meseleyi yanlış ortaya koyuyoruz. TİLKİ GÜNLÜĞÜ okuyucusu için, hayatın bu surette kavranışında anlaşılmayacak bir taraf yok, demeliydik. Fakat kasdedilen “bilgisayar simülâsyonu”nun ne demek olduğunu ve sahiden ne işe yaradığını ebediyen kavrayabileceğimizi sanmıyoruz!
 
Aslında Batı’nın bu noktaya gelmesinde ve bizim teknolojinin bu seviyesinde olmamamızda ne onlar için bir sevinç, ne bizim için bir hüzün vesilesi bulunduğunu ilân etmek gerekir. “Bütün bunların mânâsı ne?”Ne olacak; Batı kendi öküz kalıblarını kırarak, nihayet –sunî yoldan da olsa- hayal kurabilir ve rüya görebilir bir hâle geldi! İyi ama, bir müslüman için bunda gocunacak bir şey olamaz ki; “İslâm Büyükleri-Bâtın Kahramanları”, insanın hayal ufuklarını keşfedeli ve rüya tablolarını resmedeli kaç yüzyıl oluyor?.. Batı’nın bilgisayar oyunları bu mânâda yeni bir şey söylemiyor, hattâ söylemeye bile çalışmıyor ki!..
 
Batı’nın gururu, büluğ çağına eren bir çocuğun duyduğu memnuniyete benziyor. Klonlama, simülâsyon, zamanda yolculuk vesaire; hepsi, hepsi bu kadar. Halbuki, “daha bilmediği öyle çok şey var ki!” Herşeyin başında da şu: Bizim, onun teknik zaferlerini ve hayal oyunlarını taklide ihtiyacımız yok!..
 
VII.
 
Alev Alatlı’nın “Mucizeler Diyarı” adında bir de toplum projesi vardır. Bu proje fizikte “Dalga Fonksiyonunun Oturması”, yahut “Şrödinger Muadelesi” adıyla bilinen bir teoriye dayanır. Takib edelim:
 
“Mucizeler Diyarı’nın Ana Yasası, yeni fiziği esas alır... Birinci madde: Mucizeler Diyarı’nın Ana Yasası’nın farazî temelini, Kuantum sistemlerinin yansımaları oluşturur. Ana Yasa, “neyin ne olduğu” kadar, “neyin ne olabileceği” esası üzerine kurulmuş olduğundan yazılı değildir, sonsuzadek revize (tadil) edilebilir. Bu çerçevede, nasıl ki Kuantum sistemleri tekâmül ettiklerinde var olan sonsuz ihtimâller sergilerler, Mucizeler Diyarı’nda da sonsuz sayıda ihtimal aynı ânda yaşatılır. İhtimaller, birbiriyle çelişebilir, hattâ birbirini nefyedebilirler ama hepsi, aynı ânda üstüste binmiş (süperpoz-tevafuk) durumunda ve buradadır.
 
Madde iki: Kuantum dalga fonksiyonu, maddenin “dalga” olmasını, yani zaman ve mekânda bir baştan bir başa dalgalar gibi yayılmış ve belirlenmemiş hâlini tarif eder; sistemin herhangi bir ânda muhatab olduğu ihtimallerin matematik ifadesidir. Mucizeler Diyarı, Türkler’in “belirlenmemiş”, yani “dalga” hallerinin yayıldığı zaman ve mekânlar (bir nevi “Kayıp Cennet”). Bu meyanda Mucizeler Diyarı, Türkler’in ne olduklarının değil, ne olabileceklerinin ifadesidir.
 
...”Şrödinger’in Kedisi”nin durumunda fonksiyon, iki ihtimalin, ölüm ve hayat ihtimallerinin matematik tarifidir. Oysa, değil iki, elliiki ihtimâl de düşünebilirsiniz... Ama ihtimâllerden birinin gerçekleşmesi, diğer şıkları iptal eder. (Ölümle kalım arasında elliiki ihtimâl!) (...)
 
Madde Üç: Yörüngesini değiştirmek isteyen bir Kuantum parçacığı, bir elektron, nihai geçişini yapmadan önce tüm ihtimâlleri el yordamıyla değerlendirir. Elektronun tüm muhtemel yörüngelere ve aynı ânda “hayali geçişler” yapmasının sebebi, kendisi için en iyi geleceği tayin etmektir. Mucizeler Diyarı vatandaşları, kendileri için en iyi geleceği tayin etmek gayesiyle, tüm muhtemel yörüngelere hayali geçişler yaparlar.
 
...Bizim için en iyi gelecek, baki kalmaktır. Ezeli ve Ebedi Gerçeklik’in zorladığı her şartta hayatta kalmak. Kazara bir pozitrona çarpıp ışıncık olmamak, Kâinatın madde (halk) cenahında kalmayı başarmak. Bu sebeple, “sahici geçiş”e karar verilmeden, yani dalga fonksiyonu bir ihtimale oturtulmadan önce (“karar”dan önce), tüm ihtimaller aynı ânda araştırılır.
(“Biricik meselem, sonsuza varmak!”)
 
“Nasıl? Hayali geçiş yapmayı nasıl başarıyorsunuz?”
 
SİMÜLÂSYON, tabiî! Aynı ânda onlarca SİMÜLÂSYON gerçekleştirerek. Mucizeler Diyarı’nı bir “simülâsyonlar konfederasyonu” gibi düşün. Bir ve aynı olan gerçeğin, Ezelî ve Ebedî Gerçek’in sembiyotik yansıtıcıları (manevî tezahürleri) olan simülâsyonların BÜYÜK SİMÜLÂSYON’la (nihai karar = herhalde, “Kıyamet”) sonuçlanan “bütün”ünü. Münferid simülâsyonları onların akisleri olarak da düşünebilirsiniz.
 
Madde Dört: Atomlar, yörüngelerine hayali geçişler yapıp, uğrayıp giden elektronları “bilirler”, çünkü elektronlar uğradıkları konaklarda iz bırakırlar. Mucizeler Diyarı’nda geçmişin izleri özenle korunur. (“Hiçbir şey yoktan var edilemez, ve var olan hiçbir şey yok edilemez!”) Ne geçmişsiz gelecek vardır, ne geleceksiz geçmiş.
 
...Bana hakikati değil, muradını söyle. Olmak istediğin gibi görün, olduğun gibi değil, her yalan bir yaratış. Çünkü hakikat tek değil. “Hakikat sizin dalga fonksiyonunu oturtmayı tercih ettiğiniz bir ihtimâlden ibaret. Düşünürseniz, aynı ânda sayısız hâlde olabileceğinizi görürsünüz. “Hayal gücünüz” yok mu!
 
(...)
 
Mucizeler Diyarı Ana Yasası, Madde Beş: Kaos, Göksel Gerçeklik’in bize açılan yüzlerinden birisidir... Madde Altı: Âlem işbirliği halinde yaşayan sembiyotik parçalardan oluşan tek bir canlı organizmaya benzer. Bu çerçevede, Darvinci Evrim Nazariyesinin sosyal atıflarını reddederiz.
 
Anahtar kavram, “kısmî gerçeklik”, çıkış noktası ışık. Dalga / parçacık ikiliği. Işık bazen dalga, bazen parçacık gibi davranır ya, nasıl davranacağı duruma, daha doğrusu, bizim ona nasıl davranmasını istediğimize, bizim ona nasıl baktığımıza bağlıdır.
 
İki Delik Tecrübesi’den bahsediyoruz. O tekinsiz “İki Delik Tecrübesi”nden. Bir ışık kaynağından yayılan fotonların önüne iki delikli bir engel koyuyorsunuz. Gözlemci fotonları ayrı ayrı ölçmek istiyorsa, engelin arkasına iki cisimcik dedektörü yerleştiriyor; fotonlar da onun isteğine uygun olarak iki deliğin birisinden geçip, dedektörü teker teker çınlatıyorlar. Yok, hayır, ayrı ayrı değil de hep beraber ölçmek istiyorsa o zaman engelin arkasına levha şeklinde bir dalga dedektörü yerleştiriyor. Bu defa da fotonlar iki delikten birden geçip dalga dedektörlerini işaretliyorlar. Yani Işık, tecrübeyi yürüten cisimcik istiyorsa cisimciği sunuyor, dalga istiyorsa dalgayı. Doğru mu? (Eğer yanlış anlamıyorsak, “Şrödinger’in Kedisi”nin esprisi burada: Tecrübede kobay olarak kullanılan kedi, silâhla “bir ânda” vuruluyor; ama deliklerden birinden bakınca hâlâ canlı ve diğerinden bakınca ölü görünen “bir ânda”.)
 
Şu şerhle ki, ışık ne dalga olup bazen cisimcik gibi hareket ediyor, ne de cisimcik olup bazen dalga gibi hareket ediyor. Dalga veya cisimcik; bunlar Işık’a dair “kısmî gerçekler.” Işık, bu kısmî gerçeklerin her ikisinden de farklı bir şey; onun bize gösterdiği, bizim ondan görebildiğimiz kadar.
 
... Mevlana Hazretleri’ni hatırlayınız: “anlattığım, muhatabımın anladığı kadar!”
 
 
VIII.
 
Görüldüğü üzere, Alev Alatlı yeni fiziğin bir kısım hipotezlerinden hareket ederek, kendine hayalî bir dünya kuruyor; bu hayalî dünyayı kendince bir takım semboller yardımıyla, “bildiğimiz” dünyayı anlamaya ve yaşadığımız günün nabzını yakalamaya yarayacak bir “kısmî gerçeklik”e dönüştürüyor ve bu “kısmî gerçeklik” üzerinden bu sefer bildiğimiz dünyayı değiştirme hedefine dönük Şamanist bir “ütopya” geliştiriyor: “Mucizeler Diyarı” dediği ve Ana Yasa maddelerini kuantum fiziğinden alan bazı psikolojik özetlerle de payandalandırılmış bulunan roman esprisi, bu!.. Bize sorarsanız, buradan şamanizmi hemen kaldırıp atalım; çünkü Türkler müslüman olmakla, “bizim böyle bir tarihimiz yoktur ve olmayacaktır!” diye ilân etmiş bulunuyorlar.
 
O zaman, bütün bunların ve özellikle önceki bölümde anılan yeni fizik kavramlarının tefekkür plânında yeri ve değerinin ne olduğunu anlamak için, gelin gözümüzü bütün bunların dışında bir sahaya çevirelim. Bize öyle geliyor ki, “mantık”tan bugün anlaşılanın ne olduğu, sözü edilen “kısmî gerçeklik” ve ona benzer eşyayı kavrayış biçimlerinin hakikat nezdinde ne olduğunu da ele verecektir. Zira mantık, bir nevi “varlığı kavramak için yapma varlık” kapsamına girer ve bütün ilimlerin üzerinde de, mücerret fikir ve hikmet düşüncesiyle müsbet ilimler arasında köprübaşı vazifesindedir.
 
Bilindiği gibi “mantık denince” Aristo ve Aristo denince “mantık” hatırlanır. Aristo felsefe içinden mantık unsurunu çekip almış, onu müstakil bir ilim hâlinde kavramlaştırmış ve ardından felsefenin ve diğer ilimlerin hizmetine sunmuş kimsedir. O gün bugündür kimse bu silahı elinden bırakmaya yanaşmıyor ve onu hasmına kaptırmayı göze alamıyor. Mantığı, bütün dâvâları haklı kılacak ve bütün hakikatlere şahidlik edecek bir mevkide görmek tutumu, bilhassa modern zamanlarda yaygınlık kazandı. Şimdi mantık denince gözleri parlamayan ilim ve fikir yok: Ha, o mu, “aklın kendi kendisiyle yüzleşmesi” ve “düşünmenin kendi üstüne düş(ün)mesi!”
 
Ancak mantığa böyle koca ve yüce mânâlar atfedenlerin gözden kaçırdıkları bir husus var: Bu sevimli oyuncağı, Aristo’dan hayli zaman önce sofistler icad etmişlerdi ve onunla her türlü hakikat binasını yıkıp, yerine sevimsiz bir lâfazanlık heykeli dikmişlerdi. Mantık bakımından sofistlerin kimseden bir eksiği yoktu; onu herkesten iyi bilirler, her iddia sahibini susturabilirlerdi. Oysa bu mantıklı yaratıkların “hakikat” diye bir dâvâları yoktu; hattâ o kadar yoktu ki, hakikat diye bir şey olmadığını anlattıkları kitablarına “Hakikat” adını vermekten çekinmezlerdi. Nihayet Sokrat zuhur etti ve hakikati mantığın zulmünden kurtarabilmek için, başını diyet olarak verdi. Bu sayede gerçek mantık da, Sokrat’ın dâvâsı içinde yerini bulmuştu. Aristo’nun bütün yaptığı onu oradan çekip alıp, kendi ayakları üstüne dikmekten ibaretti.
 
Bir başka hususu daha vurgulamak zorundayız: Mantık, onun büyük üreticisi olan Aristo’da bile bir dâvâ halinde değil, ancak bir âlet yerindedir. Mantığın kurucusu Aristo, mantığın adını dahi bilmezdi. Aristo, bir ilim dalı haline getirdiği mantığı sadece “analitik tahlil âleti” olarak zikrediyor, belli ki bu zikriyle aklın olur olmaz savruluşlarını gemleyebilmeyi hayal ediyordu. “Mantık” adını sonraları Heraklit’in (logos)undan apararak Stoacılar çıkardı ve yeni baştan mânâlandırıp kendi fikirleriyle bezedikleri Aristo’nun fikirlerine (Organ-Âlet) ismini onlar taktı. Böylece Hristiyan skolastiğine neredeyse bir “vahiy meleği” ve onlardan sonra, onların düşmanı olarak zuhur eden Rönesans Pozitivistlerine neredeyse bir “gerçeklik güneşi” armağan etmiş oldular.
 
……………..
 
İşte Alev Alatlı’nın “saçaklı mantık” dediği hadisenin aslı-astarı budur. Şüphesiz, 20. asır fikircilerinin hayal ufuklarını paramparça eden Yeni Fizik teorileri, bu mantığın doğup büyümesinde mühim bir rol oynamıştır. Zaten bu yeni fizik teorileri olmasaydı, modern mantık herhalde, son derece mantıksız bir şey olurdu. Ama bu yine de onun hakikat temelli olduğu mânâsına gelmiyor. Şu itibarla ki bu, mantığın hakikatini ve ondan ne beklenmesi gerektiğini de çerçevelendirir:
 
“Doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olmayacağı gibi, “doğru düşünce” olmasaydı, “doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olmaz” düşüncesi de olmayacak, varılanın “doğru” olup olmadığının bilinmesi bir yana, ne “düşünce” ve ne de “doğru” diye bir şeyden söz edilemeyecekti... Son tecritte, MUTLAK FİKRİN GEREKLİLİĞİ!.. (Salih Mirzabeyoğlu, Bütün Fikrin Gerekliliği, İBDA Yay., 2. Baskı, Sh. 125)

adminadmin