Köşe Yazıları
Giriş Tarihi : 25-07-2012 15:21   Güncelleme : 25-07-2012 15:21

Şeker pancarından kağnı..

Şeker pancarından kağnı, karpuz kabuğundan teker   Beş yaşına kadar hiç oyuncağı olmamış çocuklardanım

Şeker pancarından kağnı..
Şeker pancarından kağnı, karpuz kabuğundan teker
 
Beş yaşına kadar hiç oyuncağı olmamış çocuklardanım. Yalnız, Hafız Dedemin kucağına çıkıp sarığını çözdüğümü, düzgün taranmış, uzun, güzel sakallarıyla oynadığımı, dedemin de bana takılma yollu “kucağımıza oturup sakalımızı yoluyor” dediğini hatırlıyorum. Bu benim aynı zamanda ilk öğrendiğim deyimdi.
Hazır oyuncak diye bir şey olduğunu bilmiyorduk zaten. Oyuncaklarımızı kendimiz yapıyorduk. Bazen ağabeyleri, bazen de dedeleri çocukların oyuncak yapmalarına yardımcı olur, onlarla beraber yaparlardı. Yardım gerektiren oyuncaklar genellikle topaç, kızak, düdük gibi çivi çakmayı, yahut keskin bıçakla yontmayı gerektiren türden oyuncaklardı.
 
Şeker pancarından kağnı:
Benim yapmayı (oynamayı değil, yapmayı) en çok sevdiğim oyuncak, gövdesi şeker pancarı, tekerlekleri karpuz kabuğundan kağnıydı. Güz gelip de pancarlar sökülmeye başladığında biz çocuklar, tarladaki yığınlar içinden en iri pancarı seçmek için yarışırdık adeta. Yemyeşil pancar yaprağı yığınları üstünde bağdaş kurup oturmuş, eski entariler, kalın hırkalar giyip, başlarını yaşmakla sarmış kadınlar, kızlar, pancarları kesip doğrayıp zayi ettiğimizi ileri sürerek bizi kovarlardı. Bu yüzden tarladan iri, üçgen pancarı almak biraz gizli ve tehlikeli bir işti. Üstelik daha evden bıçağı yürütme işi vardı sırada.

Seçtiğim iri ve tam üçgen yapılı şeker pancarını yere yatırır, anamın tandırdan ekmekleri çıkarmak için kullandığı kör bıçakla önce üstünden, sonra çevirip altından ince birer dilim alırdım. İki düzgün yüzey elde ettikten sonra bir yüzüne bıçağın ucuyla derin bir dikdörtgen çizer, sonra bu dikdörtgenin içini oyup boşaltırdım. Güz güneşi renginde samanlar dolduracağım kağnımın içi hazırdı. Arka yüzüne ise pancarı enine kateden küçük parmağım sığacak kadar bir kanal açardım. Burası mazının (dingil) yuvasıydı.
 
Karpuz kabuğundan kağnı tekeri:
Sıra tekerleri yapmaya gelmişti. Önce çöplüğe atılmış taze bir karpuz kabuğu bulur, bıçağımla daire biçiminde iki teker keserdim bu kabuktan. Kör bir bıçakla oval bir karpuz kabuğundan tam ve düzgün bir daire kesmek öyle her babayiğidin harcı değildi tabi. Övünmek gibi olmasın ama bu karpuz kabuğundan araba tekeri yapma işini de zaten çocuklar arasında ben icat etmiştim. Sonraki yıllarda ne zaman bir “tekerleğin icadı” lafı duymuşsam, kıs kıs gülümsemişimdir bıyık altından. Tekerlerin orta noktalarını –yıllar sonra “dairenin merkezi” lafını duyduğumda da gülümsemiş olduğumu tahmin edersiniz- bıçağın kör ucuyla hafifce delerdim. Bahçemizdeki söğütlerden taze bir dal koparıp kabuklarını soyar, kağnımın genişliğince kestiğim parçanın iki ucuna karpuz kabuğundan tekerlekleri takardım. Son olarak kağnımın sivri ucuna yine çöplüğümüzden bulduğum bir ipi bağlar, çekmeye başlardım.

Vay be! Yürüyor resmen! İşte bu harika alet benim eserimdi! Kendimi gerçekleştirmiş gibiydim. Artık onu gönül rahatlığıyla “beceriksiz”, benden “küçük” ve sevindirilmeye muhtaç bir çocuğa verebilir, becerikli, güçlü, büyük ve işe yarar biri olduğuma dair inanç ve güvenimin keyfini ikiye katlayabilirdim. Hatta ona arabanın nasıl düz yerde ve hassasiyetle sürüleceği, samanın yahut toprağın nasıl yükleneceği, arabayı geriye doğru dikerek yükün nasıl boşaltılacağı gibi incelikleri de öğretebilirdim!
 
Ok ve yay:
Tabi her oyuncağın bir mevsimi vardı. Bahar gelip de harmanlara basmalar yayılıp loğ taşlarıyla bastırılarak düzlendiği mevsimde, ok ve yay yapmayı severdim. Yayı söğüt, oku kavak dalından yapardık. Bu oyuncak için çöplükten bulunacak bir iplik yeterliydi. Evlerinde bahçe olmayan çocuklar ise bir komşunun bahçesinden bir iki dal koparmalıydılar.

Söğüt çubuğunun bir ucuna ipi bağlar, öteki ucunu yay biçiminde eğecek şekilde sıkıştırıp düğümlerdim. Okun ucunu sivriltmesen de olurdu. Hafif kavak dalından yapılma ok, göğe doğru çıkarken yalpalardı. Askerlerin atış talimi yaptıkları Güllü Dağ’dan bulduğumuz boş mermi kovanı başlığını okumuzun ucuna takar da fırlatırsak, o zaman mübarek, havada yalpalamadan gelin gibi süzülür, gözle görülemez kadar yükseldikten sonra da yıldırım gibi dimdik inerdi. Basmaya saplanışını seyretmek ise harikaydı. Çocukların tepesini deler korkusuyla büyükler, mermi uçlu ok yapmamıza izin vermezlerdi gerçi, ama her çocuk oyunu biraz da büyükleri atlatmak üzerine kuruludur zaten.
 
Kızak ve fırfırık:
Altı ayın kış olduğu Erzurum’da şüphesiz en mühim oyuncak, kızak, fırfırık ve patendi. Küçük büyük her çocuğun bir kızağı mutlaka olur. Küçüklerin kızakları fazla sürat yapmasın da düşmesinler diye pabuç kısmına karyola çemberi çakılırdı. Büyük abilerin kızaklarının pabucuna ise parmak kalınlığında çubuk demir çakılırdı. Böylece iki demir ray üstündeki kızak, hışır karın üstünde tren gibi kayardı. Bir tahta, iki çubuk ve bir karyola çemberinden paten yapıp lastik ayakkabılara çuvalağzı iplerle bağlama işi ise biraz tafsilatlı bir oyuncak yapımıydı.

İstanbul Türkçesinde topaç denildiğini sonradan öğrendiğim fırfırık ise kamçıyla dövülerek çevrilirdi. Dönen fırfırığa kamçı vurmak maharet isterdi. Kamçıyı geniş üst kısmına sardıra sardıra düzenli aralıklarla vurup çekmeli, bu vuruşlar hem dönüşe yeni hız katmalı hem de gidilecek yöne doğru fırfırığı itmeliydi. Köyün ortasından akan çay buz tutar tutmaz fırfırık mevsimi başlardı. Gurup halinde çocuklar köyün üst başından alt başına kadar fırfırıklarını kamçılaya kamçılaya gidip gelirlerdi.

İyi bir fırfırık, ucunda “kadama” çivisi olandır. Bu kalın başlı kısa saplı özel çiviler, eski çeyiz sandıklarında desen vermek için kullanılmıştı. Anneannemin böyle üzerine çiviler çakılarak çiçek deseni verilmiş bir çeyiz sandığı vardı ve mahallenin bütün çocukları fırfırıklarının ucuna çakmak için bu çivilerden yalvara yakara isterlerdi.
 
Pamuk ipliğinden yıldız:
Benim yalnızken oynadığım bir oyunu da yazmadan duramayacağım. Bu oyunda bir oyuncak söz konusu değildi belki, ama hemen her gün aynı oyunu oynadığım için kullandığım taşlar ve çubuk parçaları benim oyuncaklarım sayılırdı.
Ailemden uzakta, dayımların köyünde (şimdi Ilıca’ya Başçakmak köyünde) hafızlık yaptığım yıllarda, yani beş ile sekiz yaş arasındaki dönemimde, günlük hıfzımı tamamlayıp da oyun için dışarı çıkarıldığımda, harmanda kendime küçük bir dam yapardım. Yol kenarından topladığım el büyüklüğündeki yassı taşlardan duvar örüp bir göz dam yapar, üstünü de çalı çırpıyla özenle örterdim. Harmanın bitişiğindeki samanlığın duvarından da dördüncü duvar olarak yararlanırdım. Damımın bir kapısı bir de penceresi olurdu. Üstünü çubuklarla ördükten sonra avuçlarımla toprak taşıyıp güzelce örtmeyi de ihmal etmezdim.

Bu oyunu o kadar oynadım ki sonunda dama bazı eklemeler yapmaya başladım. Bunların en önemlisi ise damı bir fitille aydınlatmaktı. Evden, yorganların kaplanmasında kullanılan kalın pamuk ipliğinden parmak boyu bir parça alır, kibriti de gizlice cebime koyup çıkardım. Damı yapıp üstünü de örttükten sonra orta tavandaki çubuklardan birine bu pamuk ipliğini bağlayıp odanın ortasından sarkıtırdım. Bu bir elektrikli lambaydı. Sonra kibritle ucunu hafifçe yakar, eğer alevlenmişse de alevi üfleyip söndürürdüm. Tabi alev sönünce de pamuk ipliğinin ucundaki kızarıklık kalır, ve iplik ağır ağır bir fitil gibi yanarak karanlık damın içinden küçük bir yıldız gibi bana göz kırpardı. Yüzükoyun toprağa yatarak, yaptığım damın minik penceresinden içerideki lambamı seyretmenin keyfine doyum olmazdı.

Şimdi ne zaman Kur’an-ı Kerim’i iki yıl boyunca gaz lambasının, hatta bazen idare lambasının ışığında okuyup ezberlediğim aklıma gelse, yaptığım bu dam ve içinde kızıl bir yıldız gibi ışıldayan lambam da aklıma geliyor.

Bir de ağaçlara iyice su yürüdükten sonra söğüt dalından düdük, iplik makarasından ve telden araba; ve son güzde kurumuş evelik saplarından ‘şeytan oku’ yapma bahsi var ki artık nasip olursa onları da bir başka yazıda anlatırız.

İyi ki hızlı yaşıyoruz diyorum bazen! Kırk yaşımı henüz idrak etmeme rağmen kendimi hem “tarihte” hem “gelecekte” yaşamış gibi zengin ve mutlu hissediyorum!
adminadmin