Kültür
Giriş Tarihi : 30-12-2018 12:30   Güncelleme : 30-12-2018 12:50

Semih Kaplanoğlu; "Yaşadığımız dünya gösterilenin aksine, manada siyah - beyaz

Semih Kaplanoğlu;

Yağmurlu bir günde Üsküdar Paşalimanı’ndaki H Yayınları Kitap-Kahve’de buluştuk yönetmen Semih Kaplanoğlu ile. “Buğday”dan yola çıkıp hayat, sanat, hatta sanat siyaseti konuştuk.

“Yusuf Üçlemesi”, yani “Yumurta”, “Süt” ve “Bal” filmleri ile gerek Türkiye’de gerek uluslararası camiada adından söz ettiren Semih Kaplanoğlu, “Buğday” ile yeni bir eşiği daha aşmış görünüyor.

Maddi olanı, bir olayı, bir duyguyu sinemada anlatmak kolaydır. Sinemanın imkânları bunlar için seferber edilmiştir. Efektler, görsel materyaller, gerçekçi üç boyutlu teknikler vesaire… Peki ya manevi olan? Maddi olmayan? Ruhi olan? Metafizik olan? Müslüman sanatçıların en büyük açmazı, Tarkovski’nin zirveye çıkardığı bu ifade dilini, şiir dilini, sinemaya nasıl aktaracakları değil midir?

“Buğday” işte bu alanda öne çıkan bir örnek olarak Türk sinemasında bir çığır açmayı başarmıştır bizce.

“Bir bilim adamının maddi bir şey ararken (buğday), uhrevi bir yolculuğa çıkışını, ona rehberlik eden bilim adamının bir dervişe nasıl dönüştüğünü ve neticede aslında ortada bir derviş filan olmadığını, bu yolculuğu bilim adamının tek başına yaptığını ve dervişe dönüşenin de kendisi olduğunu” anlatıyor Buğday özetle…

Kaplanoğlu bu anlamda, İslâm’ın estetik ve sanatta “sırra bakan” inceliğini, tasavvufi bir şiiriyeti filmine yansıtmayı başarabilmiş midir? Bu rüyadır demeden bir rüyanın nasıl “rüya içinde rüya”ya dönüşebileceğini, bunun tevil ve tabiri gerektiğini anlatabilmiş midir? Bizce anlatabilmiştir.

“Buğday” aynı zamanda Batı “bilimi”nin geldiği noktaya da bir eleştiridir. Batı’nın düşüncesi üretilmemiş “bilim”le insanlığı sürüklediği felaketin, bir buğday tanesinin üzerinden tenkidi…

Sözü fazla uzatmadan bu güzel sohbetle sizi baş başa bırakıyoruz…

Sanat sanat içindir, sanat toplum içindir, sanat şahsî haz içindir gibi pek çok görüş arasında, belki de hepsini kapsayıcı bir tarifle Üstad Necib Fazıl diyor ki, “sanat Allah’ı aramak içindir”. Siz nasıl bakıyorsunuz?

Benim bakışım aslında o son söylediğinden çok farklı değil. Yani hakikatin ve Allahu Teâlâ’nın izlerini aramak bence sanat… İnsan yüzünde, eşyada, yaratılmışların hepsinde, O’nun izlerini görmek, şahid olmak ve o şahidliği kendi çapında paylaşmak. Yani sanatın önemli bir meselesinin de şahidlik olduğunu düşünüyorum…

Tarkovski’ye göndermeler hep konuşuluyor. Ama şunu görüyoruz. Tarkovski’nin mistik bir sineması var. Manevi olanı, diyelim, görselleştirmeye çalışıyordu. Müslüman sinemacılar da zaten Tarkovski’yi severler ve takib ederler. Ki onların da derdi odur. Aynı derttir. Manevi olanı sinemaya aktarabilmek. Bu pek başarılamamıştı, ama siz Buğday’da başardınız bunu. Kurduğunuz dille, sembollerle… Müslüman sinemacılar açısından baktığımız zaman…

Sembolik bir dil kurdum mu onu bilmiyorum aslında. Pek sembolik olduğunu da düşünmüyorum.

Metafor-mecaz anlamında diyelim. Yanlış ifade etmeyelim…

Evet metafor olabilir. Ama şöyle bir şey diyebilirim. Bir yol var aslında. Bu yolun benim için başlangıç noktası aslında İslâm düşüncesi, tefekküründe, İbni Arabi’den bu tarafa alıp gelen bir yol var. Eşyaya, hakikate, insana bakışımızı belirleyen… Ölçülerini koyan. O sınırlar içerisinde, o ölçüler etrafında sanat yapmak, film yapmak ve bunun yolunu bulmaya çalışmak, bulmak, aktarmaya çalışmak… Ve bizi orada harekete geçiren, tefekkür ettiren, hâlle yaptığımız filmin eşleşmesi, o hâlin seyircide karşılık bulması, bir karşılıklılık aslında… Nasıl anlatayım?.. Film, ancak seyircinin kendi arayış hakikatinin içerisinde mevcuda ulaşabilecek bir film. Sinema benim için böyle bir şey.

Film bittikten sonra başlıyorsa eğer, sinemadan çıktıktan sonra film sizin için başlıyorsa, benim için değerli olan o. Dediğim gibi o ölçüler içerisinde düşünüyorum. Bu merhalelerde, dediğim gibi Tarkovski de var bunların içinde, başka yönetmenler de var. Tek başına onu söyleyemeyiz. Ama tabiî hani bu zincirin halkaları gibi öncesi, öncesi, öncesi var. Drayer var, Ozu var, Bresson var, bunlar farklı disiplinlerden, farklı dünya görüşlerinden, farklı geleneklerden gelen kişiler. Ama sonuçta biz de biliyoruz ki aslında, bizi harekete geçiren şey, belli bir birikim var. O şekilde oluşan yol ya da bakış açısı diyebilirim.

Bu çerçevede Batı sinemasına bakalım, Hollywood sineması var Batı’da. Bir de sanat filmleri denilen Festival filmleri var. O da enteresan bir ayırım.

Parçalamak onların ruhunda var herhalde.

İnsanlara sunulan bu: Hollywood sineması. O da tıkandı bir noktada. Marvel’in tekrar tekrar çekimleri. Yıldız savaşlarının tekrarları… Devam filmleri, basit animasyonlar vesaire… Bunu nasıl görüyorsunuz? Burada tıkandı ve fakat insanlara bunu dayatmaya devam ediyor. Ötekini de dışlıyor. “Festival filmi o” diyerek…

Yani bu şöyle bir şey bence. Bir sektör bu, global bir sektör. Ama Amerikan sineması dediğimiz ya da bir anlamda aslında Batı sineması da diyebileceğimiz, hatta Batı sinemasında tırnak içinde katılmadığım tanımlar var ya, sanat sineması, Batı sinemasının sanat bölümü vesaire… Orada da temel bir tükenmişlik var. Bütünüyle aslında o medeniyetin ürünlerinin bir tek sinemada değil, edebiyatta da plastik sanatlarda da, müzikte de, bütünüyle aslında bir tükenmişliği var. Yeni bir söz söyleyemiyorlar. Dünya hakkında söyledikleri yeni bir yaklaşım yok. Felsefe de aslında bitmiş bir noktada. Ya da yerine yeni bir şey koyulamıyor.

Hawking’in bir sözü var, şöyle diyor hatırladığım kadarıyla: “Biz bilimde o kadar ileriye gittik ki, felsefe geride kaldı. Eskiden felsefeye bakarak ilham alarak temellendirmelerde bulunuyorduk. Şimdi felsefeye bakıyoruz bitmiş. Ama bilim ilerlemeye devam ediyor.”

Çok önemli bir şey söylüyorsun. Düşüncesi üretilmemiş ilmin insana ne kadar fayda getireceği de tartışılır bir şey. Zaten oradan Buğday’a gelirsek… Filmde aslında biraz da buna dikkat çekiyoruz. Tabiî maalesef Türkiye’deki “İslamafobik” çevreler olayı başka türlü algılıyorlar ve artık cehalete düşmüş durumdalar. Kendi toplumuna değil kendine bakmayı bile unutmuş bir “insan”dan bahsediyoruz. Yani insan diyebilir miyiz bilmiyorum ama tekâmül edebilir mi? İnşallah insan olurlar.

Düşünce de, felsefe de, aslında bir anlamda hakikati çevrelemeye çalışan anlamaya çalışan bir disiplin. Belli bir bakışı var, sınırlandıran, yeni perdeler ortaya çıkaran… Arkasında düşüncenin olmadığı bir sanat alanı bence artık tükenişte. O yüzden de form arayışındalar. Formla, formalist bir bakışla, yeni bir şey yapılabilir algısındalar ama geleceğe dair umutlu bir durum değil.

“ÖLÜMÜ ZAMAN KAVRAMIYLA İDRAK EDİYORUZ”

İslâm’ın zaman hakkındaki tefekkürüne baktığımız zaman, zaman “süre” olarak anlaşılıyor. Ânlarda toplu. Geçmiş geçmiştir, gelecek daha gelmemiştir. Ânda yaşıyoruz. Bu da insana mahsus. Tekâmülünü ölçmek için “süre” deniyor. Böyle diyor Mirzabeyoğlu. İnsanın tekâmülünü izah babında “süre”. Siz de “Zaman inşa etme sanatıdır” diyorsunuz Sinema için…

Şöyle düşünüyorum bunu: Şimdi biz şu zaman içindeyiz ya, “kün” emri olduğu andan itibaren o zamanın içindeyiz aslında. O emrin oluşu devam ediyor. Zaman şimdiki zaman aslında. Biz o “şimdiki zaman”ın şu ânına muhatabız, ömrümüz içerisinde. O yüzden de işte, tekâmül meselesi sadece insana ait bir şey. Şöyle bir şey var: Ölümü zaman kavramıyla idrak edebiliyoruz. Zaman kavramı elimizden alınsa ölüm mevhumunu belki (affedersin), hayvanlar gibi bilemeyeceğiz. Zamanı bildiğimiz için öleceğimizi biliyoruz. Ölümü bilmek demek aslında zamanı idrak etmekle alâkalı bir şey. Bu dünyada biz zamanlı varlıklarız. İşte aslında sinemanın ya da filmin bir zaman inşasını ben aslında ölüm idrakını vermesi anlamında söylüyorum. Yani o anlamda “kün” emrinin olduğu zaman devam edegelen mi diyelim, Dehr mi diyelim, onun duygusunu sanat eseri bize vermeli zaten. Yani bu dünyada başıboş, kopuk, kendi nefsinin içinde yaşayan; gelecekle ilgili meselesi, ya da geçmişle ilgili meselesi tamamen bir tür bilinmezlik içerisinde yaşayan bir insan olarak, ya da varlık olarak değil… Aslında ruhun varlığına ve zamanın idrakına sahip olduğumuzu hissettirmeli sanat. Diyoruz ya işte, belki de ilk sorduğun sorunun cevabının devamı gibi. Bu anlamda da eğer biz zaman kavramını, zamanı inşa ederken, bunu bir tür ölümü unutturacak şekilde, yani Amerikan sinemasının, Avrupa sinema tarzlarının yaptığı şekilde yaparsak, inşa edersek, aslında hakikati perdelemeye başlarız. Zamanı o şekilde inşa edebiliriz, kurabiliriz, insanlara verebiliriz, aktarabiliriz. Yoksa hani zaman inşa etme “haşa” yani. Öyle bir mânâda söylemiyorum. Tıpkı şey gibi bu, mekân inşa etme gibi… Sinan’ın mekânı inşa etmesi gibi. Yani çünkü baktığın zaman mekânı inşa eden Allahu Teâlâ. Mekân kavramını düşündüğünüz zaman. Ama insan bir mekân da inşa edebiliyor. Ve o mekân bizi nereye götürüyor ve o mekânda biz neyi tefekkür ediyoruz meselesi çok önemli. Mekân işte öyle olmalı ki, ya da zaman öyle olmalı ki, bizim bağımızı koparmasın.

Kuantum fiziğiyle birlikte ortaya çıkan kuantum felsefesi filan var… Ona tutunuyorlar biraz…

Evet yeni inanç sistemleri diyelim.

“Allahsız ruhçuluk” diyor bu mistik inanışlara Salih Mirzabeyoğlu.

Semih Kaplanoğlu: -Evet çok doğru…

Sizin filminize gelen malum çevrelerden eleştirilerde onu görüyoruz. “Evrensel” değil mesajı diyor birisi mesela. Evrensel nedir? Kuantum fiziğinin gelip dayandığı hakikat de aslında o mânâda “evrensel” değil. Cern’ün son açıklamasında diyor ki: “Aslında kâinatın hiç varolmaması gerekirdi”.

Daha ne isbat arıyorsunuz?..

Evrensel nedir bunun cevabı yok. Tebliğ ediyor deniyor. Oysa filme baktığımız zaman tebliğ etmiyor. Film aslında hiçbir şekilde “İslam” demeden İslam diyor. Annem babamla izledim filmi mesela. Pür dikkat izlediler. Hani bir Allah dostunun sözü var ya “söz kalpten gelince kalbe tesir eder” diye. O mânâda. Böyle de bir tesiri var. Film bütün sinema salonlarına girebilseydi daha çok izlenecekti, ben kendi tecrübemden bunu çıkardım.

İzlenecekti muhtemelen. Türkiye’de şöyle bir şey var, bu dağıtımın tröstleşmesi, kültürü belli bir alana hapsetme hali, belli alanların içerisinde tutma hali… Ve tabiî bizim kendi açımızdan da kendi iletişimimizi, ağlarımızı bir türlü verimli hale getiremememiz onun da bir etkisi var. Ama bunun hakikati şu: Yani 40-45 sinemada değil de 150 sinemada girse, bizim gördüğümüz 200 bin seyirciye ulaşma imkânı olan bir şeyden bahsediyoruz. Zaten öyle bir sayıya ulaştığında onun arkası mutlaka gelir. Ama maalesef o ihtimal gerçekleşmiyor bir türlü. Bu sınırlı dağıtım ağı meselesi yüzünden. Buna da birilerinin bir çözüm bulması lazım yahut alternatif bir sistem kurmamız lazım. Kültür merkezleri yapıyorlar Anadolu’da biliyorsun. Dünya kadar var. İçinde hiçbir şey yapmıyorlar. Düğün salonu olarak kullanılıyor çoğu. Onları devreye sokmak lazım.

“YAŞADIĞIMIZ DÜNYA GÖSTERİLENİN AKSİNE, MÂNÂDA SİYAH-BEYAZ”

Buğday nedir, filmin adı, filmin içinde de sürekli başından sonuna kadar bir hikâyesi var. Bir metafor olarak nedir buğday, bunun alt metni nedir?

Biliyorsunuz Hazreti Âdem’in dünyaya düşüşündeki sebeplerden, düz mânâlarına gidersek, bizim literatürümüzde o buğday olarak da geçiyor. Buğday’ı yeme meselesinden dolayı düştüğü… Buğday dünyevî bir şey aslında: Dünyalık bir şey. Ama buğday sadece buğday değil o anlamda. Birçok arkaplanı da olan bir şey. Bunlardan bir tanesi de, en temellerinden bir tanesi, insan dünyada hiçbir şey kalmasa, sadece buğdayın içindeki, (tabiî genetiğiyle oynanmamış, hakiki buğday), bütün minerallerle ve besin çeşitleriyle ayakta durabilir. Yaşayabilir. Bu mesela bence filmin de temel konularından birisi. Dünyayı temsil ediyor ama aynı zamanda bu konuda çok farklı yorumlar da var…  İslam düşüncesi içinde belli ekoller bu konuda düşünmüşler, buğdayın karnında elif çizgisi var demişler, bunu çeşitli şeylere benzetmişler. Hatta benim okuduğum kaynakların bir kısmında bunu sperme bile benzetmiş ki, o kaynakların yazıldığı dönemde spermin şekli bilinmez. Dölleyen olarak. Artı kadın organına benzetmiş. Yani burada çok geçişli bir anlam var. “Hem birleştiren hem ayıran” demiş, vesaire… Bu konuda çok düşünce üretilmiş.

Benim için sorarsan Buğday nedir? Ben de aslında Buğday’ın Yunus Emre’deki kavramı gereği, orada “dünya mı, hakikat mi” diye soruluyor ya Yunus’a… Benim için “dünya”nın karşılığı aslında buğday…

Tam bu noktada, Buğday’ın siyah beyaz çekilmesinin nedenini sormak istiyorum…

Filmin siyah beyaz çekilmesinin nedenini birçok estetik vesaire kavramını manipüle ederek anlatabilirim. Hani orada estetik bir dünya varmış, anlamında. O da var. O işin bir yanı. Orada gerçekçilik meselesi yüzünden bu şekilde bir tercih yaptık. Onu da açarım şimdi. Ama temel mesele şu: Çok farklı ülkelerde, çok farklı iklimlerde, çok farklı mekânlarda, farklı tabiat şartlarında çalıştık. Filmde şöyle bir şey var. Amerika’nın Detroit şehrindeki bir sokaktan alıyoruz kahramanı Almanya’daki bir başka mekâna, oradan Türkiye’ye getiriyoruz. Şimdi, o kadar farklı yerler, farklı iklimler ki, bunların hemhal olması, aradaki renk farklılıklarının ortaya çıkmaması gerekiyor. Hani alâkasız bir dünya oluşmaması için. Bir dünya kuruyoruz ya biz orada… O dünyanın gerçekliği açısından bunu yapmamız şarttı. O yüzden siyah beyazı temel, pratik bir sebepten dolayı seçtik. İkincisi filmde belli ikilikler var. Mesela “ölü topraklar, şehir”. İki ana kahraman, bir tanesi filmin ilk yarısında giriyor. İkincisi filmin ikinci yarısında ortaya çıkıyor. O karakterlerin, ton, kontrast farklılıkları ve sonra birbirlerine dönüşmeleri gibi sebebler aslında siyah beyazı tercih etmemizin nedeni.

Bir de şöyle bir şey var: Biz renklerin yani yapay renklerin sinemada ya da görsellikte çok fazla ele alındığı, çok fazla manipüle edildiği, çok fazla değiştirildiği bir dünyada yaşıyoruz. Aslında, savaşların, açlığın, hastalıkların iklimdeki değişimlerin, insan sömürüsünün, katliamların yaşandığı bir dünyada, son derece cafcaflı bir tasavvuru sunuyor görsel dünya. Ama gerçek bu değil. Gerçek aslında mânâda bence renksiz, hatta ölü neredeyse. Yani şu ândaki benim gördüğüm anlamında. Görüntüden bahsediyorum tabiî. Bir de bunu his olarak seyirciye aktarmanın da önemli olduğunu düşünüyorum. O gözümüze çekilen renkli perdelerin hakikati, gerçeği, yaşadığımız çağın gerçeğini yansıtmadığını düşünüyorum. O yüzden de bu renk konusunda böyle bir yaklaşım geliştirdim.

Bilim adamını seçmenizin bir anlamı var. Bu adamın buğdayı ararken kendini bulması, Cemil Akman’ın rehberliğinde. Bu hikâye tarzı aslında pek çok kültürde, dinde, dini inanışta, mitolojilerde belli bir “türdür”. Böyle bir yolculuk hikâyesi… Stalker’de de vardır. “Hızır-Musa” hikâyesini hatırlatıcı bir yönü vardı zaten. Hani hakikat tektir ya, “evrensel” filan dedik ya bütün kültürlerde bu yolculuk hikâyesi insanın kendi içine doğru yolculuğu, bunun metafizik boyutlarının filan olması, aslında Peygamberleri, “hakikatleri getirenler olarak” bunların kaynağı gibi görebiliriz. Bir Hint kültüründe bile böyle bir hikâye bulursak, hakikatinin aslında o Peygamberden gelen bir bilgi olduğunu, zamanla değiştirilmiş bozulmuş olsa da kaynağın tek olduğunu… Üstad Necip Fazıl söyler: “Peygamberler olmasa medeniyet olmazdı” diye.

Olmazdı, evet.

Bütün o mitolojik tarih içinde birleşen mânâlar, olaylar, kişiler var. Hep toparlanıyor mânâlar. Hikâye aslında “evrensel”. Siz filminizde hakikatine işaret ediyorsunuz o sebeble “evrensel değil” diyorlar.

Garabet olan şu. Yani öyle bir nesil olarak yetiştirilmişler ki, aslında hiçbir zaman kendilerini ait zannettikleri Batı Medeniyeti diyelim, o Batı medeniyetinin de hakikatini kavrayamamışlar. Çünkü onun altında da başka bir “metafizik” var. Kendi yaşadıkları toplumu da, kavramıyorlar. Çok büyük bir cehalet. Hatta bu Mekkelilerin cehaleti gibi bir cehalet. Vahiy gelmeden önceki. Gerçekten neredeyse öyle. Yani bir yere bağlanamıyor. Sonuçta “evrensel” tırnak içinde, kavramı da bana çok öyle muğlak bir kavram gibi geliyor. Ama yani sonuçta dediğiniz gibi geriye doğru gittiğimizde kaynağın bir olduğunu zaten biliyoruz. Yani kaynak tek bir kaynak. O kaynağın tahrif edilmesi ya da farklılaşması ya da insanın bu konudaki acziyetinden kaynaklanan bir “tekrar” var. Ama din tamamlanmıştır zaten. O anlamda biz bugün sanatla ilgili bir şey yaparken, aslında dayandığımız nokta çok güçlü ve temel bir nokta. Ama bu şu demek değil, aksine çok yeni sorularla, güncellenerek, her ân yeniden anlamaya çalışarak belli bir mefkûre üzerinden bakmayı gerektiriyor.

Yani “Allah’ı aramak işi” dedik ya, büyükler “bulamamacasına arama” derler.

Tabii ki, bulmak diye bir şey olabilir mi ki?

Zaten anlaşılmayan o: İslam “mutlak fikir”dir. Böyle deyince onu donuk bir şey gibi algılıyorlar. İslâm tüm zamanlara ve mekânlara hitap ediyor. Ve her çağda, O’na “muhatap anlayış” yenileniyor. Şeriat ve Tasavvuf iki kanadı İslâm’ın. Alttan akan bir ruh var; Tasavvuf gibi. Ve bu alttan akan damar, sanatta edebiyatta estetikte insanın ruhunu besleyen, “seyru sülük” dediğimiz insanı “kemâl” noktasına götürebilen… Filminiz hep bunları hatırlatıyor aslında. Bu konulara aşina olan insanların da büyük zevk aldığına eminim…

Orada mesela söyle bir şey var. Birisi şey yazmış, “çocuğu öldürmek”… Arkadaş sen bu kadar düz mü okuma yapabiliyorsun? O zaman sen Kur’ânı okuduğun zaman nasıl okuyorsun?.. Bu kadar düz mü? O zaman senin sanatla kurduğun ilişki nedir? O zaman izlediğin bütün filmlerdeki cinayetleri ya da başka şeyleri bu kadar düz mü görüyorsun? Bu nasıl düz bir okuma? Zavallıca…

“BİZİM BİN SENELİK RÜYÂ TABİRNAMELERİMİZ VAR”

M parçacığı meselesi var filmde. Cemil Akman’ın “o olmadan kainatta hiç bir şey varolamaz” mealindeki tezi. “M parçacığı” da sanırım bir metafor olarak, İslâm düşüncesinin “kozmolojisini” temel aldığı “hadis”e de gönderme gibi. “Allah her şeyden evvel Muhammedi Nuru yarattı” mealinde başlayan ve devam eden…

Evet, “Nuru Muhammedî”…

Salih Mirzabeyoğlu şöyle diyor mealen: Allah dostlarının sözleri “zamanüstü gayesinden” olarak, tecrübe olarak insan ve toplum meselelerinin halli sadedinde değerlendirmeye mevzudur.

Kesinlikle. Ve şöyle düşün ki, Anadolu bunlarla dolu aslında ve kapağı açılmamış binlerce mütefekkir, düşünce adamı, tasavvuf ehli, mürşidi kâmil, eserler bırakmışlar. Biz daha onların kapağını yeni yeni açmaya çalışıyoruz. O sebeble kaynak çok zengin. Peygamber efendimizden gelen bu tarafa akan büyük önemli bir mesele var. Ve biz buraya dayandığımız sürece aslında hakikat arayışını sorular sorarak devam ettireceğiz. Hiçbir zaman böyle bir eminlik içerisinde değil… O zaman insan nasıl gelişebilir? İnsan kendinden şüphe etmediği sürece nasıl gelişebilir zaten? Nasıl mümkün olur?

Cemil Akman’ın kızı filmde bir oyun gibi bir şeyle oynuyor bilinmeyen bir dilden harfler okuyor sanki?

Orada kaybolmuş medeniyetlerin alfabeleri var. Okyanusya’dan,Tuvala adalarından, kaybolmuş dillerinden harfler, Sümer yazısı da var. Çivi yazısı da var. Sayısız kaybolmuş yazının harfleri onlar. Onlarla bir oyun oynuyor. Çizgileri buluyor çizgilere onu yerleştiriyor. Oradan bir harf çıkıyor filan. Zaten bu dil meselesi, mesela bir rüya görüyor orada bir eskişehir, yıkılmış bir tiyatro var. Parçalanmış, orada bir sütunun alınlığı var. Latince var mesela. Onu anlamaya çalışıyor okumaya çalışıyor kahraman. Sonra işte şeye çıkıyor, yanan ağaç var, “bir şey duydum ama ne dediğini anlamadım” diyor. Şimdi onu “anladım” dese o başka bir makam. Hazreti Musa makamı o. Ona ulaşamaz o. O yüzden dille ilgili kelimelerle ilgili birbirimizle anlaşmakla ilgili o tür bir alt metin de koymaya çalıştım.

İmamı Gazali iştikak ilmini bütün ilimlerin ilk basamağı kabul eder. Kelimelerin köken bilgisi. İştikakla ilgilendiğin zaman bakıyorsun pek çok kelime benzer okunuşlarıyla söylenişleriyle, başka dillerden gelen kelimelerle, sayı değerleriyle birleşmeye başlıyor. Dil gerçekten sihirli bir şey.

Yani düşünürsek, Hazreti Âdem ve Havva’dan geliyor, onların bir dili vardı sonuçta. Dağılmış bir sürü diller meydana gelmiş ama bir kaynaktan geliyor o dillerin hepsi. İşte dediğiniz gibi başka dillerde başka kelimeler birbirini buluyor. Mesela ben Japonya’dayken, konuşuyorlar insanlar, yanımda metroda orada burada. Sanki Türkçe konuşuyorlar gibi geri dönüp bakıyorum. Sonra öğrendim ki aslında Japonca ile Türkçe aynı dil grubundan. Ural-Altay dil grubu. Ama orada bir aşinalık oluyor ki insan şaşıyor. Allah Allah dedim sanki bana bir şey demişler gibi hissediyorum. Mesela su onlarda da “su”. Su gibi temel bir kelime yani. Ne kadar önemli bir şey. O sebeble dil meselesini çok önemli buluyorum.

Manevi olanın sinemaya aksettirilmesi. Gençlere yahut sinemayla ilgilenenlere neler tavsiye edersiniz? Zor bir mevzu. Sizin işlediğiniz konu itibariyle de zordu, siz bunu verebildiniz. Nasıl beslenmeli genç sinemacılar?

Ben şöyle düşünüyorum, sınırlamak da istemem tabiî. Ama bir sınırlanmaya da ihtiyaç olduğunu düşünüyorum beslenme konusunda. O nedenle de Kur’ân önemli bir temel kaynak tabiî… Ama bizim tefsir geleneğini iyi takip etmek gerek. Çünkü Kur’ânın her âyetini tefsir ediyoruz biz. Böyle bir geleneğimiz var. Yüzlerce yıllık gelmiş geçmiş bir sürü farklı ekolün farklı âlimin tefsirleri var. Bu ne demek? Bu aslında şu demek: Bir kıssanın bile on, yirmi çeşit yorumu var. Bu nedemektir? Bu,bize, hayata da bakarken, birçok farklı şekilde yorumlayabileceğimiz, tefekkür edeceğimiz disiplini verebilir. O nedenle bir hikâye yazdığımız zaman, bir senaryo yazdığımız zaman, o senaryoyu kaç türlü “yorumlayabiliriz”i, akletmeyi ve kalpten düşünmeyi gerektirebilir. Bu çok müthiş bir gelenek aslında. Biz hep tek şeyle sınırlıyoruz kendimizi, tek başına, anlatacağımız şeyin tek yönüyle, bu çok çevrelenebilir, çok farklı ele alınabilir bir şey. İşte bu bence bizim eğitim sistemimizde de temel bir eksiklik. Bir olayı tek başına, tek yönden görmek. Mânâsı ile kendisi arasındaki farklılığı, mânânın daha farklı olabileceği meselesini çok düşünmemek. Mesela film yapmak isteyen arkadaşlar için bu meselenin bu anlamda önemli olduğunu düşünüyorum. Bir de tabiî Anadolu irfanı var. İbni Arabi’den, Gazali’den bu tarafa gelen… Halvetîlerin, Kadirîlerin, Nakşibendîlerin müthiş farklı bakışları var, yaklaşımları var, değerlendirmeleri var. Divanlar var. Menakıblar var. Mesela ben en son Şeyh İsa menakıbı okudum. 14. 15. yüzyılda yaşamış bir zat. Akhisar’dan kalkıp, Hacca gidip, Mekke’ye gidip geri gelişini anlatıyor. 14. Yüzyılda. İnanılmaz hikâyeler, inanılmaz detaylar, inanılmaz karşılaşmalar var. O kadar zengin ki ve o, bir geleneğin içinden bakarak bunu yazmış. Bu anlamda aslında çok fazla referans noktamız var. Ama değerlendirmiyoruz. O anlamda biraz çalışmamız lazım. Bir de hani düz bakışlardan artık kurtulmamız lazım.

“Nas uykudadır öldükleri zaman uyanırlar” hadisi. Bunun şerhi sadedinde bir Allah dostu şöyle diyor mealen: “Dünya hayatında gördüğümüz şeyler tıpkı rüyada gördüğümüz şeyler gibi sadece hayaldir. Bu mânâda tevil ve tabire ihtiyacı vardır”.

Zaten şimdi düşünsenize. Bazen gülüyorum. Çok komik geliyor. Mesela bir şeyi değerlendirirken, bizim arkadaşlarımız da bu yola sapıyorlar çoğunlukla. Freud’a göre… Psikanalize göre… Jung’a göre… Tamam da, bizim bin senelik rüya tabirnamelerimiz var. Üstelik bunlar her döneme göre update ediliyor, yenileniyor: Bir zaman atla gidiyorlar sonra trene biniyorlar. Adam rüyasında tren görüyor bunun mânâsı önemli. Artı insanların ruh hallerini ve geldikleri seviyeleri, Şeyhleri, onların rüyâlarını anlamlandırarak yapıyor. Bir sürü dergâhta rüya defterleri tutulmuş. Demek ki biz Freud’tan önce insanı rüyasının üzerinden yorumlayıp bakmışız. Ve maddi dünyanın tezahürleri olduğu kadar manevi dünyanın tezahürleri olarak ayrıştırmamış, birleştirerek bakmışız. Sen şimdi bütün bunları bilmeden, cehalet içerisinde, sadece son yüz senedir elli senedir, Freud’un, Jung’un, (Jung önemli bir adam tabii ki), görüşleri çevresinde bakıyorsun ama bununla sınırlayamazsın. Şimdi bak oradan insan psikolojisine geleceğiz, insana geleceğiz. Biz filmde bir yönüyle de psikoloji üstünden bakıyoruz. Freudçu bir psikanalizin kahraman yaratma tipolojisiyle insana bakarsan veya senaryo bununla sınırlı olursa, senin bu toplumda, bu ülkenin dinamiklerine insan karakterine yaklaşabilmenin imkânı var mı? Tabiî ki yok. O zaman sözünü nasıl söyleteceksin o adamın üzerinden. Söyletemiyorsun, değmiyor çünkü. Problem buralarda ve bunlar çok temel meseleler.

Mesela sizin filminizi izleyince insanlar biz az çok okuyup ettiğimiz için bağlantıyı anlıyoruz ama, mesela genç entelektüel ve İslam’ın ortaya koyduğu anlayışa uzak olan birisi bu filme baktığı zaman gerçekten merak eder bu metaforları. Yani “sinema telkin sanatı” der Üstad. Bu anlamda sizin sinemadaki telkininizle insanların zihninde bir şeyler uyanmıştır, bu da önemli.

Mesela Japonya’da, Londra’da izleyiciler film bittikten sonra çok uzun dakikalar boyunca gelip soru sordular. “Bunu ben böyle anladım bu nedir” filan diye… Birkaç tane dindar Hristiyan geldi mesela, “Saint John bu, Saint John bu” deyip duruyorlar bana… (Gülüyor). Hintlilerle mesela, en son Hindistan’daydım. Çok ilginç şeyler oluyor. Fakat orada en çok hoşuma giden şey şu oldu: Hindistan’daki üç gösterimde de bu oldu.

Orası Müslümanların yoğun olduğu bir bölge. Film bitince bir ânda, mesela sinemada 200 kişilerse 70 tanesi filan böyle büyük bir aşkla geliyorlar yanıma. Sarılıyorlar filan mutluluk içerisinde, ağlayanlar filan oluyor. Diyorlar ki “bizim hikâyemiz bu, bu biziz işte filan” diye. Bu en mutlu olduğum ânlardan biri oluyor. Yani bu insanların gelişi onlarla karşılaşmamız, bütün o sınırları aşan dilleri aşan gelenekleri ülkeleri aşan bir şey, bir damar… O çıkıyor ortaya.

Yani bunu önemli buluyorum tabiî. Umuyorum bundan sonra yapabilirsek işler, filmler, küçük ya da büyük bilmiyorum, sonuçta bir aşk hikâyesi de anlatırsın, onun içine de bir sürü şey koyabilirsin.

Biz bu konuda hep şikâyet ediyoruz ya, ben şöyle düşünmeye başladım. Tefekkür ettikçe şunu hissediyorum: Hani gelenek kesilmiş kopmuş anlamıyoruz meseleleri var ya, ben bunun şöyle bir şey olduğunu düşünüyorum. Yayın geri çekilmesi gibi bir şey bu bence. Çünkü düşünce durduğu için yay geri çekildi. Öyle umuyorum ki, bu ok çok daha güçlü bir şekilde ortaya çıkacak. Çünkü dünyanın bu ne biliyim son iki yüz üç yüz senedeki büyük değişimini anlamamız idrak etmemiz ve bizim söyleyeceğimiz sözü ortaya koymamız biraz zaman alacak. Ben bunu bir tür yayın geriye çekilişi olarak algılıyorum ve düşünüyorum. O sebeble hiç umutsuz değilim. Bazı arkadaşlarda böyle bir umutsuzluk var, hep işte, kesilmiş hocam nasıl bağlayacağız, o bağlı zaten alttan gidiyor da, kopmamış.

Filminizde de bu var zaten, bu umut. Adam buğdayı arıyor, kendini vermiş o işe, adamış yani. O buğdayı buluyor, aradığını buluyor. Bulduktan sonra yani o dünyayı ele geçirdikten sonra “nefes” diyor. Çalışıyor didiniyor uğraşıyor kazıyor taşıyor ve bulduğu ânda terk ediyor. İnsanın bütün hikâyesi de o zaten…

Bunun için buradayız zaten…

Benim sorularım bu kadar. Çok teşekkür ederim…

Ben teşekkür ederim, çok güzel sorular. Allah razı olsun.

SEMİH KAPLANOĞLU KİMDİR?

Semih Kaplanoğlu, 4 Nisan 1963 tarihinde İzmir’de dünyaya geldi. Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema Televizyon Bölümü’nden 1984 yılında mezun oldu. Mezuniyet tezi olarak, mezuniyet filmi olan MOBAPP’ı (Meşru Olmayan Bir Aşkın Parçalanmış Portreleri) TRT kameramanı bir tanıdığından temin ettiği parça filmlerle gerçekleştirdi. Okuldayken kısa filmler yaptı ve bitirir bitirmez uzun metraj çekmenin hayalini kurmaya başladı. Bunu gerçekleştirebilmesi için 16 yıl geçti. Bu sürede hikâyeler yazarak, senaryo çalışmaları, kamera asistanlığı yaptı.1984 yılında İstanbul‘a yerleşti. İş hayatına Güzel Sanatlar Saatchi&Saatchi ve Young&Rubicam reklam şirketlerinde reklam yazarı olarak başladı. 1986 yılında Süha Arın‘ın yönettiği ödüllü “Eski Evler- Eski Ustalar” ve “Mimar Sinan” belgesellerinde Kamera Asistanı olarak çalıştı. Semih Kaplanoğlu aynı zamanda şiir de yazmış, Tan, Oluşum, Varlık, Gergedan, Gösteri, Argos gibi dergilerde yayınlanmıştır.1994 yılında yayınlanmaya başlayan “Şehnaz Tango” adlı TV dizisinin 52 bölümünün senaryo ekibinde yazdı ve yönetmenliğini yaptı. 2001 yılında ilk filmi olan “Herkes Kendi Evinde” filmini yaptı. Kaplanoğlu’nun ikinci uzun metrajlı filmi “Meleğin Düşüşü” uluslararası eleştirmenler ve izleyiciler tarafından daha geniş bir ilgiyle karşılandı. Semih Kaplanoğlu, yönetmen olmanın yanı sıra, plastik sanatlar ve sinema üzerine yabancı dillere de çevrilmiş makaleler yazdı. Bu makaleler, Gergedan, Gösteri, Cumhuriyet ve Sanat Dünyamız gibi dergilerde 1987–2003 yılları arasında yayınlandı.1996-2000 yılları arasında Radikal Gazetesi’nde kısa öykülerden oluşan “Karşılaşmalar” adlı köşe yazarlığı yaptı. “Karşılaşmalar” adlı köşeden seçtiği yazıların bir kısmını daha sonra aynı adla kitaplaştırdı. Yumurta-Süt-Bal adlarında film üçlemesi yaptı. 2010 yılında Semih Kaplanoğlu’nun yönettiği ‘Bal’, dünyanın en prestijli festivallerinden Berlin Film Festivali’nde büyük ödül Altın Ayı’yı kazandı. Son filmi “Buğday” ile de Tokyo Film Festivali’nde “En İyi Film” ödülünü aldı.

Röportaj: Gülçin Şenel | Fotoğraf: Yağmur Dinç – Akademya Dergisi

adminadmin