Nasıl kafamızı hilkatte bir kusur olmadığına ayarladıysak İslâm’ın ruhumuza başlı başına bir terakkiyi aksettirdiğini de tereddütsüz fark edeceğiz. Bu demek ki, İslâm dairesi içine her ne vesileyle olursa olsun giren eşhastan beklenen onun bir tekâmüle, bir ilerleyiş serencamına, bir gelişmeğe, açıkçası imana talip olmasıdır. Hem imana talip olup hem de zahmetten uzak durmak mümkün değildir. Böylesi bir talebelikten imtina eden için İslâm dairesine girip (girildiği halde/girilmesine rağmen) dünyalığı doğrultma derekesine düşmek de var. Bir dereceyi umursamayıp bir derekeye düşenin çulsuz çoban veya samur kürklü padişah olması arasında fark yoktur. Beri yandan iman gücünün her Müslime dünya ahvaline dair karar hakkı sağlayacağı muhakkaktır. Beşeriyet, insaniyet gibi kavramların büyük bir aldanış ve giderek bir aldatmaca unsuru olup olmadığına dinimiz gereği bir şekilde karar vermemiz gerekiyor. Kararı ve sebatı emniyete alan hangi şekil ise, insanların başından geçenleri maceralar olarak adlandırıp adlandırmayacağımızı belirleyen de o şekil olacak. Herkim aklını Allah’ın kitap indiren Allah olduğuyla yormuşsa aynı aklı Allah’ın Türklere bir vatan verip vermediğiyle de yormak mecburiyeti altına girmiştir.
Kur’an nâzil olmasaydı ne olacaktı? Türkler vatan sahibi olmasaydı ne olacaktı? Bu ikisi karşımızda birbirinden bağımsız suallermiş gibi çıkıyor; ama herkim ne kadar uğraşırsa uğraşsın bunlara iki farklı cevap bulamayacaktır. Her iki sualin cevabı da tıpatıp aynıdır: Kur’an belli bir çağda, belli bir yere indirilmeseydi ve Allah Türklere tarihin bir kavşağında vatan nasip etmeseydi küffar bütün dünyanın hâkimi sayılacak, küfür düzeninin karşısına bir gücün çıkamayacağı zannı bütün dünyayı kaplayacaktı. Küfrü ve küffarı dünya hâkimiyeti tacından, tahtından alıkoyan hem İslâm’ın askeri gücüdür ve hem de bu gücün kuvveden fiile geçmesini temin eden İslâm siyasi teşkilâtıdır. Türkler millet vasfı edinmeleri kadar, millet olarak kalma şartlarını yerine getirmelerini de İslâm’ın askerî gücünün ve siyasi teşkilâtının mümessili bilinmelerine borçludurlar. Buna mukabil gerek “Türk olmayan Müslüman” ve gerekse “Müslüman olmayan Türk” birer mefhum olarak askerî güçten mahrum, siyasi mukavemeti kırılmış bir İslâm’ın (Eğer ona hâlâ İslâm denebilecekse) habercileridir.
Ne demek “insanlık macerası zaviyesinden bakıldığında”? Gününü gün etme fikrine kapılan herkes kendini insanlık macerası dışında bir yere atmış sayılır. Birisi görünürde paçayı sıyırmanın her şey olduğunu sanıyorsa gününü gün etmeğe bakacaktır. Buna mukabil mesuliyet hissi insanların gününü gün etme tutumuna gayri ahlâkî nazar atfetmelerine sebep olur. İnsanın mesuliyeti neye karşıdır? İnsan neyin veya kimin karşısında beraat etmeyi beklemektedir? Nazarında temize çıkılacağı düşünülen, kendisinden mükâfat umulan kimine göre tarih, kimine göre gelecek kuşaklar, kimine göre Allah’tır. İnsanlık macerası mesuliyet sepetine düşmekle başlar.
Hayatiyet belirtisi göstermek sepette kalmak için kâfidir. Gösterilen hayatiyetin her kendiliğinden telef olan unsuru çöpe göndermek gibi bir sonucu hâsıl ettiği, giderek kimi unsurları telef ettiği de vakidir. İnsanlık macerasının cereyan ettiği sahada telef olmadığı halde çöp sepetine atılmış bulunanın çöpe gitmediği, yani çöplenme derekesine düşmediği defalarca görülmüştür. Global âlem mesuliyet sepetini parçalayamadı, kıramadı, ezemedi. Kur’an nâzil olur olmaz Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın butlana uğradığını görmüş bulunanlar hâlâ sepetin içindedir. Diyar-ı Rum’un Dar-ül İslâm hüviyeti kazanır olur olmaz Türk vatanını doğuruşuna ebelik yapanlar hatırdan Misâk-ı Millî’yi çıkarmayanlardır. Sepette midirler hâlâ?
İsmet Özel
http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr