Genel
Giriş Tarihi : 25-02-2019 12:02   Güncelleme : 25-02-2019 12:02

Şeriat geliyor deyip Hazineyi Yağmaladılar

​Gazeteci-Yazar Ekrem Kızıltaş, Erbakan’ın başında olduğu Refah-Yol hükümetine karşı gerçekleştirilen 28 Şubat darbesinin arka planını anlattı.

Şeriat geliyor deyip Hazineyi Yağmaladılar

Kızıltaş, Erbakan’a “şeriat ve irtica geliyor” diyerek darbeyi meşrulaştırmaya çalışanların perde arkasında devletin, milletin paralarını yağmaladığını ifade etti.

Gazeteci-Yazar Ekrem Kızıltaş ile 28 Şubat darbesinin hangi olaylarla başladığı, bu süreçte neler yaşanıldığı üzerine konuştuk. 28 Şubat’ta toplanan Milli Güvenlik Kurulu’nun diğer milli güvenlik kurulu toplantılarından farklı olduğunu söyleyen Kızıltaş, kurul sonrası kabul edilen 18 maddenin anayasa ve hukuk düzenine aykırı olduğunu belirtti. Refah Partisi ile refahlı günlere kavuşan bir Türkiye modelini görüp bu durumdan rahatsız olan kesimin bu post-modern darbeyi yaptığını ifade eden Kızıltaş, “28 Şubat’ta yapılmaya çalışılan Türkiye’yi birilerine teslim etmek, Türkiye’yi birilerinin arzu edeceği şekilde davranan bir ülke haline getirmekti. Birileri hala bu ülkenin kendi ayakları üzerinde durma gayretlerini engellemek için uğraşıyor. Çünkü ortak kanaat Türkiye’nin çok önemli bir ülke olduğudur. Batılıların bakış açısıyla Türkiye Türkiyelilere bırakılmayacak kadar önemli bir ülkedir.” Dedi.

28 Şubat 1997 tarihi sizin için ne ifade ediyor?

Öncelikle şaşkınlık. 28 Şubat süreci dediğimiz sadece bir tarihten ibaret değil. 28 Şubat 1997 günü toplanan Milli Güvenlik Kurulu bizim o güne kadar alıştığımız Milli Güvenlik Kurulları’ndan çok farklı oldu. Normalde MGK rutin olarak toplanır, belli meseleler görüşülür ve orada ortaklaşa olarak karar altına alınan hususların hükümete tavsiye olarak bildirilmesine karar verilir. 3-5 satırlık bir açıklama yapılır, genelde zaten görüşülen şeyler ve alınan kararlar gizli olur. Fakat o gün normalde 1-2 saat süren toplantı 9 hatta 10 saat sürünce dedik ki farklı bir şey var. Hakikaten öncelikle şaşkınlıktı bu. Orada neler olup bittiği akşam televizyonlarda, ertesi gün gazetelerde açıklandığında özellikle Milli Güvenlik Kurulunda öne getirilen hususların tavsiye değil mutlaka yerine getirilmesi gereken kararlar olarak takdimini görünce, daha da şaşırdık. Birileri kafalarına bir şeyler koymuşlar ve bunu yapmak için medyayı, çeşitli mekanizmaları, sivil toplum kuruluşlarını zaten kullanmaya başlamışlardı. Anlaşıldı ki askeriyeyi de daha ciddi olarak kullanmaya karar vermişlerdi. MGK’da o gün olup bitenler ve ertesi gün açıklanan kararlar bunun göstergesi oldu. Öncelikle şaşkınlık çünkü anayasal olarak MGK’yı olduğu yerden alıp hükümeti zorlamak maksadıyla başka bir noktaya taşıma söz konusuydu. Bu da yerleşik hukuk düzenine aykırıydı. Zaten dönemin asker sanıklarına ömür boyu hapis cezasının verilmesinin sebeplerinden birisi de MGK’yı o dönemde maksadı dışında kullanmaya çalışmalarıydı.

Milli Güvenlik Kurulu’nda alınan bu kararlardan sonra süreç nasıl ilerledi?

Zaten o kararlardan sonraki bir hafta Erbakan Hoca 18 maddeyi imzaladı, imzalamadı, imzalıyor, imzalamıyor şeklindeki bir gündemle geçti. Hukuki açıdan bu tabii ki tuhaf bir durumdu. Çünkü normalde MGK’dan birileri birtakım öneriler getirir, bunlar görüşülür ve ondan sonra bir karar alınır. Bu karar hükümete tavsiye edilir. Yani hükümet bunu dikkate almak zorundadır ama yapmak zorunda değildir. Fakat MGK’da birilerinin dikte etmeye çalıştığı o meşhur 18 madde belli ki bir dayatmayı hedefleyen maddelerdi. Bizzat o 18 maddenin içerisinde anayasaya ve hukuk düzenine aykırı hususlar olduğu, bunların gözden geçirilmesi için hükümete sevkine karar verildiğine dair sözler vardı. Ondan sonra gazeteler, belli ki Refah Partisi ve asıl olarak Erbakan hoca karşıtlığı üzerinden ‘Paşa Paşa İmzaladı’, ‘Hoca Direniyor’ şeklinde manşetler ile çıktılar.

28 Şubat darbesi hangi olaylarla başladı?

28 Şubat’a sebep olan olaylar, Erbakan Hoca’nın iktidara gelir gelmez işçi, memur, emekli, dul, yetim ve müstahsile ciddi paralar vermesi, birileri bunun karşılığı yok zannederken kaynak paketleri ile bunların karşılığını bulabilmesi ve Refah Partisi’nin belki 1980’den sonra ilk defa ciddi manada ekonominin dizginlerini ele alıp daha iyiye doğru gidilebileceğinin müjdesini vermesiydi. Tabii bir de arka planda o sıralar yapılan araştırmalarda 1995 genel seçimlerinde %22 oy alan Refah Partisi’nin oy oranının gittikçe yükseldiğinin ortaya çıkmasıydı. Refah Partisi bu şekilde başarılı olarak yoluna devam ederse bir daha onu iktidardan indiremeyiz kaygısıydı.  Arka plandaki sebeplerden bir diğeri de Kamu Ortak Hesabı yani Havuz ile ilgili. Bu bu kamu ortak hesabı ile sadece faizden 1 yılda 9 milyar dolar tasarruf etmişti devlet. Kamu ortak hesabı olmasaydı 9 milyar dolar birilerinin kasalarına gidecekti. Ama o paralar devletin hazinesinde kaldı ve o zaman Türkiye’yi oluşturan 65 milyon insana refah payı olarak dağıtıldı. Birileri için kasalarına girecek bir paranın millete dağıtılması affedilmez bir hataydı. Dolayısıyla süreci zorlayan şartlardan biri  de kamu ortak hesabı oldu. Bir medya patronu Erbakan hocaya geliyor, ‘Hocam siz ne yapıyorsunuz, bizi aç mı bırakacaksınız? Biz daha önce devletten 0 faiz ile uzun vadeli borçlar alırdık , birtakım paralar, teşvik, kredi alırdık bunu devlete satardık ve bunun üzerinden para kazanırdık. Şimdi siz kamu ortak hesabını kurdunuz, bizden borç almıyorsunuz. Biz ne ile geçineceğiz?..’ diyor. Düşünün bunu bir medya patronu söylüyor. Hoca da bu milletin hakkıdır gibi konuşunca o da, ‘Bütün gücümle sizi yıkmak için çalışacağım.’ Diyor. O arada mesela aynı kişinin bir başka sözü de şöyle, ‘Ben bunları göndermezsem bunlar beni gönderecekti’. Yani hükümeti yıkmazsam bunlar beni batıracak manasında sözler söylüyor.

28 Şubat’ın miladı nedir?

28 Şubatın miladı Refah-Yol Hükümeti’nin kurulmasıdır. Arkasından birilerinin  zannettiği gibi hükümetin kısa sürede başarısız hale gelmesi düşüncesinin ve özellikle Refah Partisi’ne yönelik insanımızın teveccühünün bitecek olması düşüncesinin yanlış olduğunun ortaya çıkması. Buradan hareketle hükümeti gönderme kararı verildi. En keskin nokta belki 28 Şubat günü yapılan MGK toplantısı oldu. Çünkü artık o gün zirve noktasıydı. O güne kadar bir şeyler yapıldı ama o gün yapılan toplantıyla birlikte her yerden saldırıya geçtiler. Yani düşünün bir anda bütün üniversitelerde başörtüsü yasağı uygulanmaya başlandı. Birden bütün medyaya davalar açılmaya başlandı. Mesela ben o sıralar Milli Gazete’nin başındaydım ve sürekli Devlet Güvenlik Mahkemleri’nde davalar açılmaya başlandı. Aslında hiçbir gereği yokken de davalar açılıyordu. Sonra anladım ki her ay bir dava açılsın diye emir verilmiş. Bakıyorsunuz, Çevik Bir suç duyurusunda bulunmuş. Yani sanki Genelkurmay 2. Başkanı Basın Savcısı olmuş. Ondan gelen suç duyurusunu hemen işleme koymayı tercih eden savcılar vardı. Böyle bir süreç başlatıldı. Tabii perdenin arkasında bizim farkına varmadığımız ideolojik gibi gözüken başka bir şeyler vardı. Ön tarafta irtica, mürteci suçlamaları varken diğer tarafta bütün bu olanları yapıp edenlerin birbirleri arasında ülkeyi paylaştıkları ortaya çıktı. Arka planda büyük servetler el değiştiriyordu. . Fakat bunlar hiç konuşulmuyordu. Kimileri banka sahibi kılınıyor, banka sahibi olan kişiler bunun içini boşaltıyor, elektrik gibi bir takım başka şeylerin özelleştirme ihalelerinin birini bir medya grubu alıyor, öbürünü başka bir medya grubu alıyordu yani ülke adeta bir paylaşıma konu oldu.

28 Şubat’ın muhafazakarlara yönelik bir darbe olarak planlayan ve bin yıl sürecek diyenler kimler?

Türkiyede’ki belli bir kesim ki bunlara beyaz Türkler, kaymak tabaka ne derseniz deyin, bunlar yapı olarak Türkiye’deki dindar insanlardan hoşlanmayan bir kesim. Dinlarların dindarlıklarını pek de göstermemeleri gerektiğini hatta mümkünse Cuma namazlarını bile evde kılmaları gerektiğini düşünen kesimler bunlar. Başörtüsü burada özel bir sembol. Türkiye’de milyonlarca kadın var ve bunların vaktiyle tahsil görmeyenlerinin başlarını kapatmaları pek kimseleri rahatsız etmiyor. Fakat giderek okuyan, doktor, hakim, avukat gibi ünvanlara sahip olan kadınların başlarını kapatmaya başlaması birilerinin düzenlerini bozdu. Çünkü alanında okumuş, üniversite bitirmiş hatta doktora yapmış biri tesettürlü olduğu zaman doğru olan nedir sorusu ortaya çıkıyor. Burada herhalde bir kesim, doğru olanın hanımların başlarının örtmesi olduğunun, yanlış olanın da örtmemek olduğunun açıkça ortaya çıkmasından tedirgin oldu. Erbakan hoca belediye dönemlerinde “Halka hizmet hakka hizmettir” sloganıyla yola çıkmıştı. Yani insanlardan topladığınz gelirleri onlara hizmet olarak göndermek zorundasınız. Rüşvet alan da veren de melundur. Dindarlık giderek bir hayat tarzı olarak başarının da temellerinden biri olarak görünmeye başladı. Birileri açısından bu sıkıntılıydı. Bunların belki kimlikleri kriptoydu. Türkiye’de sayısı bilinmese de müslüman Türk ismi ile yaşıyor olmalarına rağmen arka planda öyle pek de müslüman Türk olmayan bir sürü insan var. Bunların özellikle de kaymak tabakada çok olduğunu düşünürsek, bunlar hem medyayı hem de giderek askeriye  içerisindeki bir kesimi zorlayıp bu işi dindarlara yönelik bir baskı mekanizması haline getirdiler. Çünkü 28 Şubat’ın kodları öyle kurulmuştu. Ön tarafta şeriat geliyor, irtica geliyor, dolayısıyla onları yok etmeliyiz diyip arka tarafta devletin hazinesini yağmalıyorlardı.

O ZAMAN YAPILMAK İSTENENLE BU ZAMANKİ AYNI

28 Şubat’ta Erbakan’a iktidardan el çektirmek isteyen zihniyet bugün aktif mi?

Böyle bir damar Türkiye’de her zaman  vardı. O zaman da vardı, şimdi de var. Türkiye’nin 2010’dan bu yana yaşadıklarına baktığımızda bir dönem MİT Müsteşarı’nın ifadeye çağırılması olayı var. Şimdi anlıyoruz ki o zaman Başbakan olan Cumhurbaşkanımız Erdoğan’a uzanmak için bu yapılmıştı. 2013’de gezi olaylarını yaşadık. 3-5 ağaç bahanesiyle birileri hükümeti iş göremez hale getirmeye çalıştı. Halledildi. Ardından 17-25 Aralık olayları yaşandı. En büyük meseleyi 15 Temmuz’da gördük. TSK içerisine 30 senedir yerleşen, kendilerini gizleyen birileri bir anda ortaya çıktılar ve ülkeyi teslim almaya mı çalıştılar, birilerine teslim etmeye mi, bir iç savaş çıkarmaya mı çalıştılar çok değişik rivayetler var ama bir şeyler yapmaya çalıştılar. Dolayısı ile 28 Şubat’ta yapılmaya çalışılan ve belli ölçüde yapılan şeylerle sonradan yapılmaya çalışılan şeyler aynı. Türkiye’yi birilerine teslim etmek, Türkiye’yi birilerinin arzu edeceği şekilde davranan bir ülke haline getirmek. Birileri hala bu ülkenin kendi ayakları üzerinde durma gayretlerini engellemek için uğraşıyor. Çünkü ortak kanaat Türkiye’nin çok önemli bir ülke olduğudur. Batılıların bakış açısıyla Türkiye Türkiyelilere bırakılmayacak kadar önemli bir ülkedir. Bütün bunlar 28 Şubatla bugün arasındaki benzerliktir.

ABD’NİN BU İŞTE BÜYÜK PAYI VAR

28 Şubat darbecileri kimden güç alıyordu?

28 Şubat darbecileri öncelikle TSK’da silah gücü olması dolayısıyla tartışılmaz bir üstünlüğe sahiptiler. 28 Şubatın öncesinden başlatıp 2007’lere kadar uzanan sürece baktığımızda TSK’daki bir kesim 28 Şubatçıların sırtlarını dayadıkları bir yerdi. Ama esas olarak burada dış güçlerin özellikle de ABD’nin bu işte ciddi manada payı olduğunu söylemek gerekiyor. Çünkü 28 şubatta Erbakan Hoca’nın o süreçte yapmaya çalıştığı önemli şeylerden birisi de D8 ülkeleri üzerinden batılıların karşısına mecbur olarak, mağdur olarak değil, İslam aleminde oluşmuş bir güç ile çıkıp pazarlık etme imkanına sahip olmaktı. Bu da birilerini ürküttü. 1997 Haziran ayında Erbakan hoca hükümeti bırakmak zorunda kalırken D8 ülkeleri dediğimiz Nijerya’da, Endonezya’da, Malezya’da, Bangladeş’te ve değişik yerlerde çok tuhaf gelişmeler oldu. D8’e imza veren insanların  çoğu bir şekilde işlerinin başından uzaklaşmak zorunda kaldılar. Bu garip bir süreçti.

Büşra Kılıç / Diriliş Postası

adminadmin