Kültür
Giriş Tarihi : 14-10-2018 17:00   Güncelleme : 14-10-2018 17:00

Siyahlar, beyazlar ve Araplar!

Siyahlar, beyazlar ve Araplar!

Blacks, blancs et beurs!’

Fransa'da yapılan 2018 dünya futbol şampiyonasının ardından ırkçılık literatürüne üç kelimelik yeni bir ifade daha eklendi: ‘Siyahlar, Beyazlar ve Araplar’. Fransızcada 'beurs' kelimesi esasen 'Kuzey Afrikalılar' manasına geliyor; bu nüfusun Fransa’da yaklaşık 6,5 milyon olduğunu hatırlatmış olalım.

Avrupa'da ırkçılık, içten içe gürül gürül fokurdayan, sürekli tüten gazıyla uykuya yatmış bir volkana benzer. Volkan uyanınca kızgın lavlarını olanca şiddetiyle nasıl püskürtürse, hep tilki uykusunda olan ırkçılık da fırsat yakaladığında derin öfke ve nefretini püskürtür. Çevreye verdikleri derin hasar bakımından da birbirlerine çok benzerler.

Burada bir hususun altını çizelim. Avrupa nüfusunun tamamının ırkçı olduğunu kesinlikle söylemiyoruz. Söylemek istediğimiz şey bu nüfus içinde koyu bir ırkçı damarın var olduğudur. Başından beri var olan bu damar, son derece bağnaz, dayatmacı, fanatik, kindar ve yok edicidir.

Talepkâr ve dayatmacıdır, tuhaf istekleri vardır… Örnek mi?

'Müslümanların sayıları sınırlandırılmalı; Danca, ilkokullardaki tek dil olmalı; göçmenler evlerinde Danca konuşmalı; mültecilerin DNA’ları kaydedilmeli; bütün kurumlar çocuklara domuz eti servis etmeli.' (Weekly Post, 26 Haziran-2 Temmuz / 2016).

Danimarka Halk Partisi’nin bu ırkçı taleplerinin, Danimarka’nın seküler-liberal-Batılı değerleriyle taban tabana zıt olduğunu ve her hâlükârda kamuoyunda rağbet bulmadığını vurgulamalıyız.

Irkçı damar, yabancı düşmanıdır, siyah tenliden tiksinir, Müslümandan nefret eder, İslamofobik söylemler üretir, korku, kin ve nefret pompalar, felaket tellallığı yapar…

Âciz kaldığında ise sesini kanlı şiddet eylemleriyle duyurur: Norveçli ırkçı katil Anders Behring Breivik ve benzerleri gibi.

Fransa Milli Takımı ve Mesut Özil olayları!

Fransa 2018 Dünya Kupası’na ev sahipliği yaptı. Ancak ne var ki, ilginç bir biçimde, turnuvanın ardından futboldan ziyade ırkçılık konuşuldu… 

‘Güzel oyun futbol, Avrupa’da ırkçılık ve kimlik hakkındaki çirkin hakikatleri su yüzüne çıkarıyor.” diyen Karen Attiah da Küresel Görüşler Editörü olarak çalıştığı Washington Post gazetesinde Avrupa'nın kronik hastalığına parmak basmış oldu. (24.07.2018)

Ona bu lafları söyleten iki çarpıcı olay cereyan etti. İlkinde, 23 futbolcusundan 19'unun göçmen aile çocuğu, bunların da 14'ünün Afrika kökenli olduğu Fransa milli takımının dünya şampiyonu oluşuna koyu ırkçı Fransızlar hiç mi ama hiç sevinmediler. Çoğunluk Fransızlar şampiyonluğu coşkuyla kutlarken, ırkçı azınlık açıkça omuz silkerek 'Bana ne! Bu benim takımım değil!' dedi…

Bir ırkçı için tam bir azap!

Bu arada bazı resmî skandallar da yaşanmadı değil. Fransız Futbol Federasyonunun bazı yetkililerinin, yabancı kökenliler için yüzde otuz sınırlaması getirilsin şeklindeki ‘tuhaf’ sözlerinin ses kayıtları basına sızdı. 

Irkçı kamp nazarında Afrika veya Arap kökenli olup da Fransa için ter dökenler hiçbir zaman ‘gerçek’ Fransız değildi. Bu ‘yabancılar’ yani ‘zenci ve Arap gençler’, büyük şehirlerin devasa yapısal sorunlarıyla boğuşan arka mahallelerde mukim ‘düşük gelirli’ etnik azınlıkların çocuklarıdır. Onlar, Fransız felsefeci Alain Finkielkraut’un ırkçılık kokan ifadesiyle, ‘mafya ahlaklı hırsızlar çetesinin’ birer üyesidirler. (J. Downing, France’s World Cup Success, Quartz, 13.07.2018.)

Kalplerinde başka aidiyet taşıyan 'banliyö çocukları’ hiçbir zaman gerçek Fransız olamazlardı…   

Anlayacağınız, Fransa’da şimdilerde spor, bilhassa da futbol, ırkçılık ile yan yana anılıyor ve konu oldukça hararetli tartışmalara sahne oluyor. Irkçılarla ırkçılık karşıtları karşı karşıya…

İkinci örnek Almanya’dan ve doğrudan bizi ilgilendiriyor: Mesut Özil vakası!

Yetenekli gencimiz Mesut Özil, verdiği bir röportajda, "Kendimi bildim bileli bana ne olduğum soruldu. Ben sadece o ya da bu değilim. Ben ikisiyim. Evde Türk kültürüyle, okulda ve futbol akademisinde Alman kültürüyle büyüdüm. Böyle olunca ortaya benim gibi bir adam çıkıyor. Almanya için oynuyorum, Türkiye’yi kalbimde taşıyorum." dedi. (A. Arman, Hürriyet, 18.02.21018.)

Sırtına geçirdiği Alman milli takımı formasını terinin son damlasına kadar sırılsıklam eden, azimli mücadelesini, güzel çalımlarını şık golleriyle süsleyen Mesut Özil, Alman milli takımını şahsına yönelik ırkçı tutum ve hakaretler sebebiyle de bıraktığını açıkladı.

Bu iki olay, Avrupa’da ırkçılık tartışmalarını yeniden alevlendirdi. 

Fransa milli takımı ve Mesut Özil ile ilgili yaşananlar, ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve İslamofobinin uzun zamandır Avrupa futbolunun ana unsurları olduğunu söyleyen Detroit Üniversitesi’nde hukuk profesörü olarak görev yapan Khaled Beydoun’u da haklı çıkarıyordu. Beydoun, benzer şekilde, ABD’nin hukuk, siyaset ve devlet sistemindeki ırkçı söylem ve tutumların da İslamofobiyi körüklediğini ‘Amerikan Islamophobia’ adlı eserinde ortaya koyar. Ona göre, ırkçılık, açıkça İslamofobi, yabancı düşmanlığı ve cinsiyet ayrımcılığı ile iç içedir (American Islamophobia, University of California Press, Oakland 2018, s. 17.)

2016’da Danimarka’da cereyan eden ‘Kim Danimarkalıdır?’ tartışmalarına Kraliçe II. Margreth de katılmış ve ülkenin göçmenlerine şunu diyebilmiştir: "Burada yaşamak sizi Danimarkalı yapmaz!"

Sadede gelelim…

Batı’nın büyük şehirlerinin altyapısı zayıf, bakımsız ve artık çökmek üzere olan banliyölerinde yetişen göçmen gençleri için ‘futbol’ bir anlamda bu köhne ve rutin hayattan bir kaçış, bir kurtuluştur. İyi topçuysanız, olağanüstü yeteneğinizi disiplin ve başarıyla taçlandırırsanız, şöhretin ve zenginliğin basamaklarını tırmanma şansınız vardır. Bu aynı zamanda, imtiyazlı ‘beyaz’ mekânın kapısından girmek için de bir fırsattır.

Ancak kazın ayağı öyle değil!

Hikâyeyi biraz başa alalım ve adım adım gelelim…

Ölçülü, iyi tasarlanmış, rasyonel bir alan olan Batılı ‘beyaz’ mekân, aynı zamanda dışa kapalı, kendi içinde katı hiyerarşik toplumsal katmanları olan bir mekândır. Bu mekân, içinde belli hukuki kodların, dini dogmaların, siyasi kuralların hüküm sürdüğü, mitolojik hikâyelerle beslenen ‘kutsal’ın kök saldığı bir mekândır. Bir zamanlar bu mekânda, tek din, tek dil, tek etnik yapı ve tek ten rengi [beyaz] vardı ve etrafı ‘barbar’ akınlarına karşı surlarla çevriliydi. Bu mekâna ‘tehlikeli barbar’ yabancının sızmasına izin verilmezdi.

Derken…

Bu ‘beyaz’ mekân; kapitalizm, endüstrileşme ve şehirleşmenin baş döndüren hızı ve etkisiyle büyüdü, genişledi. Büyük tahribat veren savaşlara sahne oldu. Eli iş tutabilen nüfusunun önemli bir kısmını bu savaşlarda kaybetti. Şehirlerin tahrip olan alt yapısını yeniden inşa etmek, hammaddeyi işlemek ve üretmek için ilave işgücüne ihtiyaç duydu. Mekâna renkli tenli, dini, dili, kültürü farklı yabancılar davet edildi. Onların el emeği ve alın teriyle kalkındı, gelişti. ‘Misafir’ sıfatıyla gelen yabancılar sonra ailelerini getirdiler, oturum aldılar, vatandaş sıfatı kazandılar. Çocuklarına ‘ithal’ gelinler ve damatlar buldular. Torunları oldu; aradan 50 yıldan fazla bir zaman geçti ve bugün bu mekânlarda ilk nesil yabancıların dördüncü nesli var…

Bu yabancı göçmenler, kendi dillerini, dinlerini, kültürlerini korumak istediklerinde ekonomik, siyasi, sosyal ve ideolojik marjinalleştirme politikalarına maruz bırakıldılar. Bugün büyük şehirlerin banliyölerinin, gettolarının, toplu konutlarının ve tecrit alanlarının ezici çoğunluğunu onlar oluşturuyor.

Göçmen çocukları eğitim alsa da yerli nüfusun çocuklarıyla eşit şartlarda yarışmıyorlar. Ayrımcı muamelelere, bazen ırkçı taciz ve saldırılara maruz kalıyorlar… ‘Beyaz’ mekânlar artık çok dilli, çok dinli, çok kültürlü ve çok renkli; bu mekânlarda ırk, cinsiyet ve sınıf ilişkileri Batı’nın kendi aşina olduğu ve koyduğu hiyerarşik kurallar dairesinde işliyor…

Ünlü bir futbolcu olmak, büyük kulüplerde top koşturmak küçük erkek çocukların hayallerini süslüyor.

Ne var ki, ün ve şöhret sahibi olmak yetmiyor; bunlar sizinle ilgili önyargıları silmeye yetmiyor, doğduğunuz, ekmeğini yediğiniz, aidiyetini yüreğinizde hissettiğiniz ülkeniz adına milli olup ter dökseniz bile yeterli olmuyor.

Tıpkı Fransız oyuncuların, özellikle Adil Rami’nin, Karem Benzema’nın, bizim Mesut Özil’in ve diğerlerinin maruz kaldıkları ırkçı muamelelerde olduğu gibi…

Martinik kökenli Fransız yazar Fanon’u anlatan Azzedine Haddour şunu söyler: ‘Beyaz kültürü içinde yaşadıkça siyahiliğinin gitgide daha çok farkına varmaya başlamıştı. (…) Söz konusu kültürün yarattığı faşizmin nesnesinden başka bir şey olmadığı bilincine ciddi şekilde varmıştı... Irkçılıkla bu teması hayatı boyunca peşini bırakmadı. (…) Bir parçası olduğunu düşünmüş olsa da bu kültür ona karşı ayrımcılık uyguluyordu. (…) Fanon, dünyada mesafe kat edebilmek için takmak zorunda kaldığı Beyaz maskesini [siyah derisinin üzerinden] artık çıkarmak zorundaydı." (Fanon Kitabı, Ank. 2017, 8-10.)

‘Beyaz’ kültürün ‘ırkçı’ taciz, aşağılama ve saldırıları farklı tenlileri ve bilhassa da siyahileri daha fazla bilinçlendiriyor ve kenetliyor. Zaman zaman şiddet ve toplu isyan olaylarını da tetikliyor. Sadece İngiltere'de yirminci asırda vuku bulan ırkçılık ve ayrımcılık karşıtı isyanlar bunun en bariz örnekleridir.

Diğer taraftan, kendilerine sözde ırk teorileriyle 'ırk imtiyazı' tahsis edenler, bu imtiyazın tehlikeye girmesinden duydukları rahatsızlıkları açıkça seslendiriyorlar. İmtiyazlı azınlık, ülkenin zenginlik ve refahının 'yabancı öteki' ile paylaşımından rahatsızlık duyuyor.

Bu sistemli tepkiler ırkçılığın ayak sesleridir!...

Prof. Dr. Adnan Bülent Baloğlu / Diyanet Dergisi

adminadmin