Fikir
Giriş Tarihi : 02-02-2017 10:27   Güncelleme : 02-02-2017 10:27

Son cemaat yerindeki adam ve ‘niçin evet’

9 Aralık 2016 Cuma günü İstanbul’daydım. Üsküdar’da bir kısım işlerimi hallettikten sonra Cuma vakti Marmara İlahiyat Fakültesi Camii’ne geldim.

Son cemaat yerindeki adam ve ‘niçin evet’

Niyetim hem caminin yeni halini görmek, hem de Cuma’yı burada eda etmekti. Eski halini de bildiğimden, bu yeni cami çok hoş ve güzel olmuş. Vaktim olduğu için camiye biraz erken girdim. Vaiz efendi vaaza yeni başlamış, içeride de bir iki saf cemaat ancak olmuştu. Bir yandan vaizi dinlerken diğer yandan da camiyi incelemeye, fotoğraflar çekmeye başladım. Caminin bir kubbesi vardı. Kubbenin tam altında da minyatür bir şadırvan.

İstanbul’a 1976 yılında liseyi okumak için gitmiş, 1986 yılında üniversiteyi bitirip ayrılmıştım. Bu 10 yıllık süre içinde İstanbul’un manevi havasından istifade etmek için çok çabaladım. Özellikle büyük camileri çok sık ziyaret eder, Cumaları onlardan birinde kılmaya çalışırdım. Osmanlı’nın ortaya koyduğu mimari tarz ve onun ulaştığı boyutları bu vesileyle yakından inceleme imkânı bulmuştum. Anadolu’ya geçince o günlerin özlemi ile yine İstanbul’daydım, fakat bu kez yeni ve modern bir camideydim. Velhasıl, karşımda vaiz, kulağımda vaizin nasihatleri ile birlikte minik şadırvandan gelen su sesi. Bu huzur dolu ortamda göz ucuyla bir yandan da kubbeyi incelemeye koyuldum. Krem bloklar arasında yeşil camlar kıvrılarak yukarı doğru hareket ediyor ve tam tepede biten bir sıralama. Acaba camlar 99 tane mi, kubbe buna göre mi planlandı diye kendi kendime yorum yapmaktan vazgeçip cep telefonumdan interneti açtım ve oradan caminin özelliklerini okumaya başladım. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin resmi internet sitesi hesabında şu bilgiler yer alıyordu:

“Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Camii, mimarlık geleneğimizin bugünün diliyle bir yorumu olarak tasarlanmıştır. Makro ölçekten mikro ölçeğe kâinatın bütününde yer alan dönme hareketinden ilham alan proje, parçadaki bütün ve bütündeki parça kavramlarını tabiattaki nautilus formunun fraktal yapısı ve bin yıllık geleneksel kırlangıç tavan tekniğinin ilhamıyla birleştirerek, cami mimarlığında yeni bir ufuk arayışındadır. İslam'ın özündeki ‘vahdette kesret, kesrette vahdet’ yani birlikte çokluk, çoklukta birlik mefhumunu en iyi simgeleyen bu teknik, ahşap parçaların üst üste bindirilmesiyle oluşan tavan sistemidir. Marmara İlahiyat Camii projesi bu sistem ile Selçuklu ve Osmanlı mimarisinde çokça kullanılan Türk üçgenlerinden esinlenerek tasarlanmıştır. Geleneksel cami mimarimizin temelindeki merkezi mekân kurgusunu ve mekânda vahdet fikrini devam ettiren proje, her unsuruyla klasik yapı mirasımızın bir yorumudur. Işık ve gölgenin mekâna tesirini gözeten şeffaflıkla iç-dış birliğini sağlayacak şekilde, dışarıdan içerisi, içeriden dışarısı net bir şekilde okunabilmektedir”.

ULÜ’L EMR GELİYOR

Ben, vaizin nasihatleri, şadırvandan akan minik suyun şırıltısı, kubbenin özellikleri, caminin mimarisi arasında zihnimde oluşan gelgitler yaşarken bu arada caminin içi de cemaatle doldu. 

Nihayet ezan vakti geldi, müezzin güzel bir ezan okudu, aşağıya indi ve kendi mahfiline oturdu. Bunu gören ön saftaki yaşlı cemaat arasında bulunan hacı amcalar vaizin sözünü bitirmesini beklemeden Cuma’nın ilk sünnetini kılmak üzere hareketlendiler. Tam ayağa kalkarken vaiz onları ikaz etti: “Hacı amcalar, acele etmeyin, namaza birkaç dakika geç başlayacağız, Ulü’l Emr geliyor, Cuma’yı burada eda edecekler, neredeyse gelmek üzeredir” dedi. Ben vaizin kastettiği bu kişinin Sayın Cumhurbaşkanımız olduğunu tahmin ettim. Kendileri İstanbul’da bulundukları zamanlarda Cumaları genellikle bu camiye geldiklerini basın-yayından görüyordum. Bu anons üzerine, beklentilerin aksine, camide herhangi bir hareketlilik olmadı. Ben cemaatin de bu duruma alışık olduğunu düşündüm. Derken dışarıdan siren sesleri duyuldu, fakat cami girişinde de bir hareketlilik olmadı. Cumhurbaşkanımız gelse cemaati yara yara öne geçer ilk safa otururdu, demek ki caminin önünden geçti, başka camiye gitti diye düşündüm. Sonra hiçbir gelen giden yokmuş gibi ilk sünneti kıldık. Müezzin hutbeden önce ezanını okudu ve Cuma’nın farzı için uyduk imama. Cuma’nın farzı bitti. (Modern ilahiyatçılara uyan(!) ya da acil işi olan) bir kısım vatandaşımız farzın ardından Cuma’nın son sünnetini kılmadan camiden ayrılmak istediler. Bu arada saflar bozuldu, bir kısım vatandaşımız da son sünneti kılıp erken çıkabilmek için arka saflara doğru gerilediler. Bütün bunlar bilinen ve alışık olduğumuz hususlardı. Bu vesileyle farzın ardından ben de gayriihtiyari bir iki saf yer değiştirmek için geriye döndüm. Tam bu esnada, arka tarafta son cemaat yerinde, farzı kılmış, son sünnet için kıyama duran Sayın Cumhurbaşkanımızla göz göze geldim. Yanında bulunanlardan biri de Sayın Egemen Bağış’tı, diğerlerini tanımadım, birkaç tane de koruma görevlisini özel kıyafetlerinden fark ettim. 

Buraya kadar anlattığım husus, son cümle hariç, sıradan ve olağan bir durumdur. Peki olağan olmayan nedir derseniz? Konuyu biraz açalım: Malum olduğu üzere camilerimizde vakit namazlarında cemaatle namaz kılmaya yetişemeyenlerin cami içinde ayrı bir yerde namaz kılmaları için ayrılmış bölümler vardır, buralara son cemaat yeri denir. Bu yerler genellikle camilerin girişlerinde, hemen ana kapının sağında ve solunda bulunur. Camilerimizde böyle bir uygulamaya gidilmesinin sebebi, namaz esnasında geç kalanların; yaş, makam, mevki ve konumlarına güvenerek, cemaati yararak ön saflara geçmelerini önlemek, huşu ve huzurun bozulmasını, içerdekilerin de rahatsız edilmelerini engellemektir.

Allah (c.c.) indinde haddini bilen mü’minler vakit namazlarına geç kaldıklarında cami adabına uyarak namazlarını burada kılarlar. Fakat yıllardır tecrübe ile sabittir ki; vali, kaymakam, belediye başkanı, bakan, milletvekili, genel müdür vb. makam ve mevki sahipleri geç kaldıklarında, tıpkı bilimsel toplantı ve diğer faaliyetlere geç kaldıklarında nasıl kendilerini bekletip, sonra da ön sıraya oturuyorlarsa, Allah (c.c.) indinde herkesin eşit kabul edildiği camilerde de kendilerine ön safı layık görüp, cemaati yararak öne geçtikleri bilinen bir gerçektir.

MİLLETİNİN ARKASINDA SAF TUTAN CUMHURBAŞKANI

Tekrar bu yazıyı kaleme alma sebebimize gelecek olursak; bugünlerde Türkiye’de anayasa değişiklikleri TBMM’den geçmiş ve halkoyuna sunulmak üzere Cumhurbaşkanı’nın onayına sunulmuş, bu vesileyle de ülke çapında evet ve hayır kampanyaları şimdiden başlatılmış bulunmaktadır. Hayır diyenler; sistemin tek adamlığı getirdiğinden bahisle anayasa değişikliğine karşı olduklarını belirtmekte; evet diyenler de, mevcut sistemdeki iki başlılığın sona ereceğini düşünerek argümanlarını sıralamaktadırlar. 

Fakat herkes tarafından bilinen gerçek şu ki; hayır diyenler Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına karşı oldukları için hayır diyor, evet diyenler de sırf onu sevdikleri için, o olsun diye evet diyorlar. Sistem değişikliği değil, o makama kim gelecek, o tartışılıyor. Her iki tarafın da kendilerine göre haklı ve haksız olduğu yerler olabilir. Kişiler kendi düşüncelerini söylemekte hür ve müstakildir. Bu, millet olarak bizim en büyük zenginliğimizdir. Acz içinde olan, fikrini söyleyen değil söylemeyen, söyleyemeyendir. Papağan gibi başkasının fikrini tekrar edenleri, 140 karakter olsun yazmayı beceremeyip retweet atanları saymıyorum bile.

Benim gözlemim ve fikrim; tek adam olduğu ve bunu pekiştirmek için de anayasayı değiştirdiğini iddia ettikleri Sayın Cumhurbaşkanımızın sanılanın aksine sıradan bir vatandaş olmanın ötesinde bir iddiasının olmadığıdır. Bu kanaate nasıl sahip olduğuma gelince; yukarıda da kısmen bahsettiğim gibi; camiye geç gelen Sayın Cumhurbaşkanımızın vatandaşları rahatsız ederek ön safa geçmek yerine, son cemaat yerinde namazını kılması, bundan gocunmaması, milletinin kendisinin önünde olduğunu bilerek, yine milletinin arkasında saf tutması, benim için bu kişinin bugün için (geleceği Allah [c.c.] bilir) tek adamlığa gittiği söylentisinin ne kadar yersiz bir iddia olduğunun kanıtıdır. Aksine; kendini benlik davasından arındırmış, milletini kucaklayarak onların arkalarında duran ve yine milletin son ferdi olmaya aday, sıradan vatandaşlar gibi son cemaat yerinde namaza duran mütevazı bir kişidir. O’ndan tek adam olmaz, olsa olsa milletin adamı olur. 

Bu vesileyle ülke gündemini oluşturan bu durumla ilgili diğer görüşlerimi de şu şekilde özetleyebilirim: Ülkemiz kamuoyunu meşgul eden problem Sayın Cumhurbaşkanımızın kendisinin tek adamlığa oynamasıyla ilgili değil, Türkiye’nin bekasıyla ilgilidir. Kişiler bugün var, yarın yoktur. Daim olmasını istediğimiz ülkemiz ve milletimizdir. Türkiye’nin dünyadaki yerini ve konumunu bilmeyenler ne yazık ki İslam ve Türklük davasının mukadderatını da anlayamamışlardır. Sadece tarihimizi ve kültürümüzü değil, üzerinde yaşadığımız coğrafyanın bize sunduğu nimetleri ve stratejik konumumuzdan kaynaklanan sorumluluklarımızı da bilmiyoruz. Bizim coğrafyacılar olarak her yerde dile getirdiğimiz bir sözümüz var: “Coğrafyalarını bilmeyenler ülkelerinin nelere muktedir olduğunu, ya da olamadığını bilemezler.” Ülkemizde Batı tarzı kolejlerden mezun, yurtdışı eğitimlerini hangi mahfillerden aldıkları çok bilinmeyen, bizim kültürümüzle yetişmemiş kişilerin köşe başlarını tuttuğu bir medyaya sahip olduğumuz herkesin malumudur. Vatandaşlarımızın önemli bir kısmının; tarihinden, coğrafyasından, öz kültüründen, tek hak yol olan inancından habersiz kişilerin ellerinde tuttukları yerli ve yabancı bu malum medyadan edindikleri bilgilerle fikir sahibi olmalarını ve kökü dışarıda olan bu telkinlerle hareket etmeleri çok ağırımıza gidiyor. Sadece ellerindeki basın-yayın kuruluşlarını değil, sosyal medyayı da iyi kullanan bu gibi kişilerin ‘memleket böyle düşünüyor’ diye manipülasyon ve algı operasyonları peşinde olduklarının da farkındayız.

Bize düşen; önümüzde yüce milletimizin, arkamızda da böyle bir devlet adamının varlığını bilerek çok çalışmak, Türk ve İslam dünyasının içinde bulunduğu bu zor durumdan bir an önce kurtulmak için var gücümüzle gayret etmektir. Bu anlamda sorumluluğumuz gerçekten çok büyüktür. Unutmayalım ki biz İslam ümmeti ve bu ümmet içinde yer alan Türk milletinin şan ve şerefini koruyan ve ilanihaye koruyacak olan son topluluğuz. Şair Yahya Kemal Beyatlı’nın dediği gibi: 
Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbi./ Senin uğrunda ölen ordu, budur yâ Rabbi./ Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın,/ Galip et, çünkü bu son ordusudur İslâm'ın!

Bu arada son söz olarak, mevcut sistemden Başkanlık sistemine geçişi (bu kelime Türkçemizde basit bir anlam içerdiği için, bence adı Cumhurbaşkanlığı olması gereken anayasa değişikliğini) desteklediğimi belirtmek isterim. 

Gerekçem ise; Türk Milleti bir araya geldiğinde (misal Göktürkler) yücelmiş, bölündüğünde ise (misal Doğu Göktürk, Batı Göktürk) dağılmış, yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır. ‘Part’ İngilizce ‘bölüm, parça’ demektir ve ‘parti’ adı da bu kelimeden gelmektedir. Türk milletinin genlerinde bölünme ve parçalanma yoktur, vahdet - birlik vardır. Tarihi tecrübeler Osmanlı’da kardeş katline kadar uzayan süreçte hep yönetimin tek elde olması mecburiyetini getirmiştir. Fatih’ten sonra Bayezit ve Cem vakaları tarih kitaplarında ayrıntılı olarak işlenmiştir. Merak edenler bakıp okuyabilir. Demokrasi ve onun aracı kurumları olan partiler, ülke yönetiminde her görüşten kişinin fikrî temsiliyeti anlamında güzel şeylerdir. Fakat bu sistem bizde Batı’daki gibi anlaşılmamaktadır. Az oy alan (azınlıkta kalan) “demek ki benim fikrimi paylaşan çok kişi yok” deyip geri çekilmek yerine, çoğunluğa tahakküm etmek istemektedir. Bu yönü ile bu sistem bizde problemlidir. Diğer önemli husus ise; yabancı güçlerin partilerin sayısını arttırarak, koalisyonları zorunlu hale getirip ülkemiz bütünlüğünü tehdit etmeleri, bu yolla milleti ayrıştırarak, güçsüz hükümetlerle üstümüzde kendi egemenliklerini inşa etmeleridir. 

Evet, getirilmek istenen yeni sistemde her görüş iktidar olamayacaktır. Fakat bu olumsuz bir durum değildir. Her görüş (bugün göründüğü şekliyle) kendini merkeze alıp diğerini dışlamak yerine, mecburen bir araya gelmek ve asgari müştereklerde buluşmak zorunda kalacaktır. Bu ise ülkemizin ihtiyaç duyduğu millî birlik ve beraberliği kuvvetlendirecek, ayrışma ve etnik sorunların önünü kesecektir. 

Bütün bu nedenlerden dolayı ülkem ve milletim için referandumda oyum “Evet” olacaktır. ‘Keşke’ dediğim husus ise; kişileri (kim Başkan olacak) değil de, mevcut ve yerine getirilecek sistem nasıl olacak? Bunları tartışabilsek. Keşke, yeni sisteme, muhtemel yamalı bohça şeklinde değil de, her kesimin katkısı ile en mütekâmil şekilde geçebilsek. 

*Maalesef Batılılar bizi bizim değerlerimizle, kelime ve kavramlarımızla vuruyor. Ne hikmetse bütün teröristlerin adı “Muhammed”, en vahşi terör örgütünün adı “IŞİD-Irak-Şam İslam Devleti”, batan finans kurumu “İhlas”, darbe yapmak isteyip millete silah çeken “Cemaat”... Kavramlarımızın içini boşaltarak bize saldırıyorlar. Bunların hepsi tesadüf olabilir mi?

Prof. Dr. Cevdet Yılmaz

(Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi
Ortaöğretim Sosyal Alanlar Coğrafya Eğitimi Anabilim Dalı Başkanı ve öğretim üyesi)

adminadmin