Kültür
Giriş Tarihi : 01-12-2019 12:00   Güncelleme : 01-12-2019 12:00

Sultan Vahideddin: Kaçış... Sürgün... Hicret...

“Devleti ve milleti sıyânet [korumak] için paratoner vazifesi gördüm. Mukadderat böyleymiş...”

Sultan Vahideddin: Kaçış... Sürgün... Hicret...

1 Kasım 1922’de Ankara Meclisinin saltanatı kaldırdığını ilan etmesi üzerine Padişah’ın pozisyonu belirsiz bir hâl aldı; kendisine içeriden ve dışarıdan baskılar dayanılmaz dereceye geldi. Gazetelerde her gün hakaretâmiz yazılar neşrediliyordu. Ziya Gökalp, Padişah’a "Kara Sultan" adını takmıştı. Saraya tehdit mektup ve telgrafları yağıyordu. Mecliste alenen aleyhinde ağır hakaretler sarf ediliyor: Diyarbekir Mebusu Şükrü, “Başta Vahideddin olduğu hâlde besmele ile bunları bilumum İslâmların taşlamasını teklif ederim” diyordu.

O arada Sakallı Nureddin Paşa, yazılarında Ankara’yı tenkit eden Mekteb-i Mülkiye profesörü ve sâbık Dâhiliye Nâzırı Ali Kemal Bey’i 5 Kasım günü kaçırtıp İzmit’te askere linç ettirdi; padişahı da böyle yapacağını söyledi. Eski devir adamlarının hepsi tehlike altındaydı. Ferid Paşa, Mustafa Sabri Efendi, Sadık Bey, Refik Halid Karay gibi eski devir ricali, canlarını emniyette görmedikleri için İstanbul’u terk ettiler.

Padişah, 6 Kasım’da İstanbul’daki İngiliz yüksek komiseri Sir Horace Rumbold’un ağzını aradı. Rumbold, “Bizim muhatabımız artık Ankara’dır” dedi ve işler sıkıntılı bir hâl alırsa, İstanbul’dan ayrılmasının imkânsız olacağını söyleyerek şehri terk etmesi hususunda âdeta tehdit etti. (Riccardo Mandelli, Son Sultan, 70)

Bir ümit!

İngiliz vesikalarından anlaşılmaktadır ki, İngiliz hükûmeti Sultan Vahideddin’in daha baştan itibaren İstanbul’u terk etmesini arzu etmiştir. Ancak bu arzusunu açığa vurmamış, Sultan’ın kendisine uygun gördükleri rolü hakkıyla tamamladıktan sonra, âdeta bir paçavra gibi kaldırıp bir tarafa atılmak üzere, ülkesini terk etmiş görmek istemiştir. İngilizler, bu niyetlerini gizli tutmanın ötesinde, İstanbul’dan ayrılma hadisesinde sanki hiçbir rolleri yokmuş gibi bir tavır takınmışlardır. (Metin Hülagü, Yurtsuz İmparator, 96)

11 Kasım 1922’de İstanbul’daki işgal kuvvetleri kumandanı General Harington ile görüşen Padişah, memleketten ayrılmayı düşünmediğini söylemişti. Ankara’dan haber bekliyordu. Zira hatıralarında da yazdığı gibi, Sadrazam Tevfik, İzzet ve Ali Rıza Paşa’lar, “Ankara ile anlaştık. Onun istemediği Ferit Paşa’dır. Zaferden sonra gelip biat edecek” diye Padişah’a teminat vermişti. Beklediği haber gelmedi. Ankara’nın bu saatten sonra gelip “Vazifemiz bitti; emrinizdeyiz padişahım” diyecek hâli yoktu. Üstelik Ankara Meclisi, Padişahı vatana hıyânet ile itham eden teklifi kabul etti. Hâlbuki Kanun-ı Esasî (anayasa) gereğince padişah hükûmet icraatından mesul değildi.

Padişah, siyasî bir buhrana ve iç savaşa sebep olmak istemedi. Ortalık yatıştıktan sonra tekrar dönmek niyetiyle hicrete razı oldu. Hatıralarında, “Yaşamak imkânsız olan yerden hicret, Peygamber sünnetidir” demiştir. Korkmuş muydu? Torunu Hümeyra Hanımsultan’ın da dediği gibi, hayır. Zaten yaşlı ve hasta idi; tek ciğerle yaşıyordu. Korkak mıydı? Böyle olmadığı, daha şehzâdeliğinde, Bâbıâli Baskını’ndan sonra İttihatçı fedailerin elinden kendisine sığınan Mülazım Şaban Efendi’yi canı pahasına vermemesinden bellidir.

Ayrılışını kendisi için hiçbir kıymet ifade etmeyen hayatını kurtarmak için değil; sadece şeref ve haysiyetini korumak için yaptığını yüksek komiser vekili Nevile Henderson’a açıkça söylemiştir. Saltanat kaldırılmadan evvel Ankara’nın, saltanatsız halifeliği kabul ederek yerinde kalma teklifini geri çevirmişti. Yurt dışında faaliyette bulunup, her şeyi değiştirmek ihtimali vardı.

Kim engel olacak?

15 Kasım’da İngiliz Kuvvetleri Kumandanı Charles Harington ile temasa geçti. Harington hatıralarında der ki (Tim Harington Looks Back, s.129): “Bir Sultan’ı kaçırdığım için suçlu vaziyetine düşmeye hiç niyetim yoktu. Talebin Padişah’ın el yazısı ile ve mühürlü olmasını istedim.” Hünkâr, çaresiz, mektubu yazmıştır.

Sultan Vahideddin saraylılarından Leyla Açba hatıralarında, İngilizlerin Padişah’ı tazyik ederek buna mecbur bıraktığını, dolayısıyla kaçırdıklarını söylüyor. İttihatçıların sebep olduğu bir enkazın üzerinde tahta oturan Padişah, mağlubiyetin bütün acılarından mesul tutulmuş; acı faturayı ödüyordu.

Bütün bunlardan sonra “keşke kalsaydı” demek kadar manasız bir şey olamaz. Gerek galiplerin tavırları, gerekse bekle-gör/parçala-hükmet siyasetinin takipçisi İngilizlerin muamelesi onu buna mecbur etmiştir. Kimse mecbur kalmasa vatanını terk etmez. Hele bir hükümdar! Üstelik beş parasız!

İster kaçtı, ister sürüldü, ister hicret etti densin, Sultan Vahideddin, I. Cihan Harbi’nin kaybedenlerinin başında gelir. Onunla bin yıllık bir an’ane maziye gömülmüştür. Anadolu hareketi kaybetseydi, Padişah için söylenenlerin çok fazlası onlar için söylenecekti. Lord Curzon der ki: “Sultan’ı İstanbul’da bıraksaydık, yeniden İslâm kahramanlığı rolü üstlenmesine; Fas’tan Afganistan’a kadar Suriye’ye kadar Müslümanları teşkilatlandırmasına kim engel olacaktı?” (Hülagü, 124)

Hangisi doğru?

Mabeyn-i Hümayun-i Mülükâne Serkurenâlık Dairesi antetli mektubun metni şöyledir: “Dersaadet İşgal Orduları Başkumandanı General Harington cenaplarına; İstanbul’da hayatımı tehlikede gördüğümden, İngiltere devlet-i fahîmânesine iltica ve bir an evvel İstanbul’dan mahall-i âhere naklimi taleb ederim efendim. 16 Teşrinsani 922. Halife-i müslimîn Mehmed Vahideddin.”

Sadrazam yaveri olmak itibarıyla bu işleri iyi bilmesi beklenen Tarık Mümtaz Göztepe, hatıralarında mektubun metnini bambaşka veriyor (s. 13): “Son vakâyi üzerine hürriyet ve hayatımı tehlikede görmekteyim. Osmanlı saltanatı ve İslâm hilâfeti üzerindeki bi’l-irs ve’l-istihkak haiz bulunduğum meşru ve mukaddes haklarımı tamamıyla muhafaza etmek şartıyla hayatımın muhafazasını en çok Müslüman teb’aya malik bir devlet olan İngiltere’den bekliyorum.”

Padişah, sürgünde kaleme aldırdığı hatıralarında diyor ki: “Olup bitenlere karşı koyma veya kabul etme imkânım olmadığı için hicret etmeye karar verdim. İşgal kuvvetleri kumandanı sıfatını taşıdığı için General Harington’un aracılığını tercih ettim. Hicaz’a gitmek üzere Malta’nın seçilmesini kabul ettim. Hiçbir zaman saltanat ve hilafetten feragat etmedim ve etmeyeceğim.”

Burada bir mektuptan bahis yok; gidilecek yer de belli. Ayrıca Padişah, saltanattan hiç vazgeçmediğini açıkça söylüyor. Şu halde mektuptaki mahall-i âher sözü de, yalnızca halife-i müslimîn imzası da problemlidir. Mektup ne Padişah’ın el yazısıyladır; ne de üstünde mühür vardır. İmza acemice taklit edilmiştir.

Vesikadaki tarih, o zaman bütün resmî evrakta kullanıldığı üzere Rumi değil, Miladidir. 1922 değil, 1338 olmalıydı. Zira hem arşivdeki vesikalarda, hem de Padişah’ın sonradan kaleme aldığı vesikalarda, hatta Harington’a sonradan gönderdiği mektuplarda hep Rumi tarih kullanılmıştır. TTK başkanlığı yapmış milliyetçi gözüken bir tarih profesörü, geçen hiç yeri yokken bu vesikayı neşretmiş; ‘Tarih niye Miladi’ diye soranlara, ‘Hayır, Rumi’ iddiasıyla tarihi hiç bilmediğini göstermişti. Bu da ideolojik resmî tarih takıntısının, insanları nereye sürüklediğini gösteren ibretli ve hazin bir hâdisedir.

Daha vahimi, 1940’ta Harington’un hatıratına koyduğu (s. 125), elden ele bugüne kadar gelen mektubun bir başka versiyonunu Metin Hülagü Foreign Office arşivinden alarak neşretmiştir. İki vesikanın metni aynıdır; ama şekil olarak çok farklıdır. Bu da vesikanın ya sahte olduğunu, yani hiç olmadığını; ya da orijinalinin elde bulunmayıp, sonradan hatırda kalanlarla yazılarak tertip edildiğini hatıra getiriyor.

Hayret ve Üzüntü

Sultan, 17 Kasım 1922 Cuma sabahı yanında 10 yaşındaki oğlu Ertuğrul Efendi ve 9 kişilik sadık bendegânı bulunduğu hâlde, Malaya adındaki İngiliz zırhlısına binerek ertesi günü İstanbul’u terk etti. O gün cuma idi. Asırlardan beri ilk defa selâmlık alayının yapılmadığını görenler çok şaşırdılar. Haber, sonradan her yere yayıldı. Harington, bir beyanname neşrederek, “Hürriyet ve hayatını tehlike gördüğü için himaye ve başka mahalle naklini talep eden Padişah’ın arzusunu yerine getirdiklerini” bildirmiş; böylece hem Ankara’ya, hem de İslâm âlemine bir “masum alicenaplık” mesajı vermişti.

Ankara Padişah’ın gideceğini çoktan öğrenmişti. Haberi, Chicago News muhabiri/ajanı Louis Edgar Browne uçurmuştu. Padişah’tan kurtulduğuna çok sevindi. Padişah’ı öldürmek veya mahkûm etmek uzun vadede aleyhte olurdu. Böylece artık atacağı radikal adımlarda kendisini daha rahat ve emin hissedecekti.

Matbuat Padişah’ı “suçlu, korkak ve hain” olarak vasıflandırdı. (Sanki başka imkân varmış gibi) İngiliz gemisiyle gitmesi bunun en büyük deliliydi! Hâlbuki Refet Bele bir yandan, ikili oynayan Tevfik Paşa bir yandan, ayrılması için Padişah’a az dil dökmemişti.

Bu işe en çok sevinen, başta İngiltere olmak üzere emperyalist devletler oldu. Ankara, sözde düşmanlarının elini bir defa daha güçlendirmişti. İngiltere, Padişah’ın, Hicaz, Mısır, Filistin, Kıbrıs gibi bir Müslüman memlekette yaşama talebini reddetti. Üstelik Padişah’ın para kaynaklarını da bloke ederek elini bağladı. Bu da kendisinden çekindiğini; ayrıca Sultan’ın hiç de zannedildiği gibi iş birlikçi olmadığını göstermektedir.

Hâdise, dünya Müslümanları tarafından hayret ve üzüntüyle karşılandı. Arap ulema ve matbuatı, Padişah’ın İstanbul’u terk etmekte haklı olduğunu söyleyip yazdı. Hind Müslümanları, halifeliğin Şerif Hüseyn Paşa’ya devrine zemin hazırlamak üzere Padişah’ı İngilizlerin kaçırdığını açıkça dile getirdiler.

Halkın sadakatine inanan Padişah, tahtını tekrar ele geçirmek için ümitsizce teşebbüslerde bulundu. Hilafetin kaldırılması ve hanedanın topyekûn sürgün edilmesi üzerine tamamen inzivaya çekilerek 1926 senesinde yokluk içinde vefat etti. Yeğeni Fethi Sâmi Bey’den işittiğime göre Sultan Vahîdeddin dermiş ki: “Devleti ve milleti sıyânet [korumak] için paratoner vazifesi gördüm. Mukadderat böyleymiş...”

Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci / Türkiye Gazetesi

adminadmin