Kültür
Giriş Tarihi : 20-01-2019 17:00   Güncelleme : 20-01-2019 17:00

Sürgünde Bir Şair Niyazi Mısrî

Sürgünde Bir Şair Niyazi Mısrî

Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvan imiş” der Niyazi Mısrî. “Coşkun ve cezbeli sufi şair” derler ona. Her çileli kafa ve ruh gibi bütün hayatı kendi deyimiyle “kendini aramak”la geçmiş.

Sürgünde, Limni adasında kendisini arayan görevlilere verdiği tarihî cevab şöyle:

– “Ya sen Mısrî’yi buldun mı ki sevinürsin didüm. Ya dir nirdedür Mısrî didüm, işde ya dir kolumun derisini gösterip, bu mıdur didüm. Ya bu değil midür, bu benim derim evidür didüm. Mısrî nirde. Padişah gözcüler kodu, gece tavanımu bekler, gündüz etrafımu beklerler bulamadular. BEN DE ARARUM MISRÎ’Yİ TA ANAMDAN TOGALI DAHİ.” [1]

1618’de Malatya’da doğan Niyazi Mısrî, tasavvufun Halvetî kolunun en önemli pîrlerinden biridir. Diyarbakır, Mardin, Kerbela, Mısır, İstanbul, Elmalı, Uşak, Kütahya ve Bursa’da yaşamış, Rodos ve Limni adasına sürgüne gönderilmiş ve sürgüne gönderildiği Limni adasında 1694 senesinde vefat etmiştir.

Niyazi Mısrî hayatının 16 yılını kalebend olarak sürgünlerde ve gözaltında geçirmiş. Limni Adası’nda kalmakta olduğu camiinin mihrabında, seccadesi üzerinde kıbleye yönelik iken Hakk’a yürüdüğü ve ayağında bukağı olduğu ve kendisinin bukağı ile birlikte defnedilmesini vasiyet ettiği rivayet edilir. Mezar taşında da mezkur bukağı-zincirin resmi vardır.

Mısrî lakabını ise, Mısır’da, Camiül-ezher’de ilmî faaliyetlerini ve tasavvufî gelişimini tamamlama gayreti içinde olmasından dolayı almış, “Mısrî” diye tanınmıştır. İbn Arabî, Mevlana ve Yunus Emre düşüncesinin 17. yüzyıldaki en önemli takibçilerindendir. Hattâ gerek divanının gerek diğer eserlerinin, bu üç ekolün terkibi gibi olduğu ve bu sebeble Osmanlı tefekkür dünyasına da ayrı bir zenginlik kattığı düşünülür. Mısrî, dilindeki derinlik, kıvrak ve zeki teşbihleri, coşkun ve cezbeli hâleti ruhiyesiyle, nevi şahsına münhasır olmayı fazlasıyla haketmiştir. Eserlerinde Farsça yerine mümkün olduğunca Türkçe kelimeleri tercih etmesi, Türk diline de zenginlik katmıştır. İkiyüz şiirden oluşan divanı, dört Arabça eseri, mecmuaları, onüç risalesi, iki şerhi, Yusuf Sûresi ve Tekasür Sûresi tefsiri başlıca bilinen eserleridir. Çok sayıda şiirleri bulunan Mısrî’nin bu şiirlerinden yaklaşık 250 tanesi ilâhi olarak bestelenmiştir. Gece yazdığı şiirlerinde Niyazi, gündüz yazdığı şiirlerinde ise Mısrî mahlaslarını kullandığı söylenir.

– “Şiirlerinin eski büyüklerin ölçülerine çıktığını söyleyenler vardır. Aruz şiirlerinde Fuzûlî ve Nesimî’nin; hece şiirlerinde ise Yunus Emre’nin üslûp ve dünyaları hâkimdir.” [2]

Devrinin en güzel Türkçesini kullanan Niyazi Mısrî, hem fikrî hem edebî olarak Türk dilini zenginleştirmiştir. Niyazi Mısrî’nin divanını çeviren ve hakkında pek çok araştırma yapan Mustafa Tatçı’nın şu tesbitleri dikkate şayandır:

– “Hazreti Mısrî, aynı zamanda edebiyat tarihimizde kendisini takip eden mutasavvıf şair ve ediplerle, adına “Niyazi Mısrî Okulu” diyebileceğimiz büyük bir edebî okulun kurucusudur. Bugün kütüphânelerimizin raflarında, Mısrî takipçilerinin henüz incelenmemiş pek çok eseri vardır. Her biri Mısrî’nin düşüncelerinin tefsiri niteliğinde olan bu eserlerin, Mısrî’nin eserleriyle mukâyeseli olarak incelenmesi gerekmektedir.

Türkçe’nin de inceliklerini bilen bir edîb-i muhteremdir. Eserlerinde vücûd birliğini, ilâhî aşkı, hilkat ve fıtrat sırrını, eşyânın ve en mütekâmil varlık olan insanın hakîkatini anlatırken dile yüklediği manâ karşısında şaşırıp hayret etmemek mümkün değildir.

Özenle seçerek yanyana getirdiği kelimelere yüklediği ahenk ve mânâ; Muhyiddîn’den; Bedreddîn’den, Şems ve Mevlânâ’dan, Yûnus ve Fuzûlî’den tevârüs ettiği ehlinden ehline, gönülden gönüle aktarılan bir mirâstır. Bu ilâhî mirâs, Mısrî gibi büyük bir kâbiliyette yeniden neşv ü nemâ bulmuş, yeniden ete-kemiğe bürünmüş, yeniden üslûba dönüşmüştür. Hazret-i Pîr, tabiî ki Hakk’ın sofrasından beslenmiştir, fakat bu sofranın kurucu pîrleri de onun adlarını hürmetle andığı kişiler arasındadır. Onun dîvân-ı ilâhiyâtı, yazıldığı tarihten beri en fazla istinsâh edilen, matbaanın Osmanlı kültür hayatına girmesinden sonra da en fazla basılan eser olma özelliğini korumaktadır. [3]

Cifir: Niyazi Mısrî, tıpkı takipçisi olduğu İbn Arabî gibi, ilm-i cifir ve ilm-i tefeül ile hayli ilgilenmiştir. Bu konuda, gerek “İrfan Sofraları”nda ve gerekse “Kelimât-ı Kudsiyye” adlı kendi hattıyla tek nüsha mevcut olan hatıralarında, çok örnek bulunmaktadır. Hattâ divanındaki bazı beyitlerde cifre dayalı gaybî işaretler, halefi olan mutasavvıflarca ilginç izahlarla ortaya konmuştur. Tefeül’le ilgilendiğini şu beyitle açıklamıştır:

Mushaf-ı hüsnüne çün tefeül eyledim ben

Burc-u belada gördüm kendimi fal içinde. [4]

Onun bazı şiirlerinde ve sözlerinde Mehdi ve İsa kavramları sıkça geçer. Mehdi ve adalet kelimelerini yan yana kullanmasını, hem istikbâle matuf bir mânâ ile, hem de yaşadığı haksızlıklar karşısında kullandığı lisân-ı hâl olarak değerlendirmek gerekir. Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşadığı sıkıntılı dönemin bitmesini arzulamasındandır bütün benzetmeleri.

Halil Çeçen’in çevirisini yaptığı Niyazi Mısrî’nin hatıralarında bu açıkça görülür:

– “Ehl-i hakikat derler ki şeytân nerdüban-ı enbiyâ ve evliyâdur sizde İsâ ile mehdî zuhürına ve kemâllerinün nihayetine buluğa sebebsiz ne kadar hareketi ziyade etsenüz, ol kadar fütühât-ı ilâhiyye zuhûrından hâli değüldür.” [5]

– “Hz. İsâ aleyhisselâmın, Mehdî’nin çıkmasına sebeb sensin. Âli Osman’ın tahtını ber-bâd eden sensin”. [6]

– “Ey dinsüzler murâdınuza ermezsiz. Her ne kadar kalkarsanuz yine izinüze düşersiz mehdinün zuhuri İsâ aleyhisselâmın nüzülı sizün hareketünüz iledür. Sizün de helâkünüze sebeb kendi çalınmanuz iledür”. [7]

Bu sözleriyle Mısrî, aslında imparatorluktaki kötü gidişata dikkat çekmekte, böyle giderse Osmanlı’nın yıkılacağını ve Mehdi’nin zuhuruyla her şeyin düzeleceğini söylemektedir. Bundan dolayı, buna -imparatorluğun kötü gidişatına- sebeb olanların, aslında Mehdi’nin de çıkışına sebeb olduklarını söylemektedir. Kendisinin bu yöndeki sözlerine kızmak yerine, buna sebeb olan kendilerine bakmalarını ifade etmektedir.

Adaletle ilgili şu sözleri de bu minvaldedir:

– “Padişahlara biat lazım değildir, “adalet” lazımdır, eğer adalet iderse mehdidir, itmezse deccaldür. Her zalim deccal, her âdil mehdidir.”

Niyazi Mısrî, gerek içtimaî hayatta gerekse devlet kademelerindeki sıkıntıları lisân-ı hâl ile dile getirmiş bir şairdir. Ona göre dünyadaki bütün belâların kaynağı, adaletsizlik ve buna sebeb olan -günümüz anlamıyla- “hâkimler-yargıçlar”dır. Ve yine adalet ve Mehdi kelimeleri şu sözlerinde yan yana gelir:

 

Dünyada ne belâ varsa kaynağı yargıçlar ve kadılardır.

Bozgunculuğun sebebi de rüşvettir.

Ancak hidayet İmamı Mehdî kurtarıcımızdır.

Umulur ki İsâ aleyhisselâmı indirir. [8]

Niyazi Mısrî’nin kendisine yapılan haksızlıklar karşısında, kendisini bazı şiirlerinde ve sözlerinde “Mehdi” olarak tasvir etmesi de, “her zalim deccal, her âdil mehdidir” sözündeki gibi, bir tasvir ve teşbih olarak nitelendirilir. Bunun istikbâle dair bir işaret olması da muhtemeldir. Hatıratında geçen şu söz de bunun bir delilidir.

– “Ey Köprülü! Zalim deccâl lâinsin, zalim iken ben ana mehdi ismini tesmiye etsem, Allah Sübhânehü ve Teâlâ seni mehdi etmez. Zalim nasıl mehdi olur.” [9]

Burada Köprülü tabiî ki deccal değildir, fakat zalimlik yaptığı için onu deccal olarak tasvir eder. “Mehdi diye adlandırsam” diyerek, aslında benzetme yaptığını açıkça ifade eder.

Niyazi Mısrî’nin, İBDA fikriyatında önemli bir yeri olan “iki denizin birleştiği yer” metaforu ile ilgili izahları da çok çarpıcıdır:

Ferha terha iki deryâ “Mecmail Bahreyn” olan,

Taht-ı akdâm-ı erâzil Arş-ı Rahmân menzili.

Niyazi Mısrî buradaki “Mecmail Bahreyn”i iki ilim olarak tâbir eder. Bunu şöyle izah eder:

– “Bunun zahirde misali dağ’dır. Dağ, dağ olması dolayısıyla tektir. Çıkışı ve inişi dolayısıyla ikidir. Dağda yürümek, çıkan için zordur; inen için kolaydır. Ama dağın zirvesinde olan kimse, çıkış ve iniş zahmetinden kurtulmuştur. Bu engelden dolayı iki taraf ehlinden gizli kalan bir hikmet gereğince, biri, diğerinin hükmünü kaldırmaz. Zira bu engel, iki cihanın imarı için konulmuştur. Bunun içindir ki tamamen birbirine geçip karışmazlar. Ancak tam kemâle ermiş muhakkikler, bu iki ilmin, bir tek ilim olduğunu, iki taraf erbabının gözlerindeki illet örtüsünden dolayı iki ilim gibi göründüğünü bilirler. Ve iki taraf ehlinin de haklarını verirler, iki tarafın benzerliklerini açıklayarak, müşküllerini çözerek, bu iki ilim erbabının arasını mümkün mertebe düzeltmeğe çalışırlar. Her asırda bunların aralarını bulan kimseler mevcuttur. Eğer aralarını bulan kimseler olmasaydı, aralarında savaş olur, düzen bozulurdu. Bundan dolayıdır ki, “ahlâk güzelliklerinin en iyisi, iki kişi arasını ıslah etmektir.” denilmiştir. Bu iki ilim, sulh ile karışacak, birleşecek gibi olur, lâkin aralarındaki berzah ile ayrılırlar. Ve böylece daimî olarak hâlleri birbirine tecavüz etmez. Tâ ki birinin hükmü diğerini yenerek iki cihanın dengesi bozulmasın.” [10]

Niyazi Mısrî, aşağılık hâlimizle arşın makamlarını kat etsek bile, bir durulma, kavuşma ve karışma yoktur; daha fazlasına doğru yol almak isteriz, demektedir.

Niyazi Mısrî’nin divanındaki “Şehri Hakikat” şiiri, ütopik bir şehir tasviri sayılabilir. Pek çok yorumcu, bu şiiri, âhir zamanda zuhur edecekleri belirttiği, kendilerine gelen uyarıcının ve bağlılarının alâmet ve işaretlerinin “Hakikat Şehri” şiirinde cem edildiği şeklinde yorumlar. Şiirde, başına devlet kuşu konan kimselerden başkasının bulamayacağı bu yolun yolcularını, ancak ehlinin bilip tanıyacağını haber vermiştir. Burada bir şehrin özelliklerinden çok, oraya girebilenlerin özellikleri anlatılır:

Olmaz olarda hîç fesâd buğz u hased kibr ü inâd

Cümle biliş yoğ asla yad birbirine ihvân kamu

Özleri canlardan aziz sözleri baldan leziz,

Yok anda sen, ben, siz, biz birlikte yeksan kamu.

Her semt o şehrün yolıdur lâkin girenler velîdür

Anun içi toptoludur Türk ü Arab Süryân kamu

Bu şehre bir Mürsel geldi, onları da’vet eyledi

Onlar yolu yanıltmadı, evsafları Kur’ân kamû.

Bu şekilde devam eden 64 mısralık bir şiirdir.

Niyazi Mısrî, bu şiiriyle, bir şehirden çok orada yaşayan insanları tasvir ederek, şuna dikkat çekmektedir: İnsanın olmadığı yerde şehir de yoktur aslında. Şehir insan için vardır. İnsan şehir için değil. İslâm kültüründe de şehir medeniyet demektir ve medine kelimesinden gelmektedir. Yâni şehir aynı zamanda bir medeniyet tasavvurudur. Batıcı anlayışın endüstrileşmeyi, ilerlemeyi merkeze alan medeniyet tasavvurunun şekillendirdiği şehirlerde, insanlar şehirler için yaşar. Orada çarklar vardır, o çarkların dönmesi için de insanlara ihtiyaç vardır sanki. Ne garibtir ki, eskiden kalma bir yapı gördüğümüzde, garib bir huzur duyarız. Bizim ütopyalarımız da bu yüzden sadece Nostalgia’lardır. Bir medeniyet tasavvurumuz olmadığı sürece de böyle kalacaktır.

17.yüzyılın şehirlerinde dolaşmış bu velî acaba şimdiki manzarayı görseydi nasıl dile gelirdi?

Niyazi Mısrî ve diğer Osmanlı düşünürleri, şairleri, sanatkârları hakkında yapılan çalışmalar, araştırmalar her ne kadar yeni yeni hızlanmışsa da, bunlar genellikle nakilden ibarettir. Osmanlı tefekkür dünyasının aktarılması hususundaki metod tartışmaları etrafında söyleyebileceğimiz tek şey de, o iklime ne kadar yabancılaştığımızdır. Zira, Ziya Paşa’nın mısralarındaki gibi:

İdrak-i maali bu küçük akla gerekmez,

Zira bu terazi bu kadar sikleti çekmez.

SÜRGÜN YILLARI

Mısır’da gördüğü bir rüyanın etkisinde kalarak, Mısır’dan ayrılıp Arabistan ve Anadolu’nun değişik yörelerini gezer.

Şair 1646’da İstanbul’a gelir. Artık bundan sonra, lakabıyla, Niyazi Mısrî adıyla anılacaktır. İstanbul’da fazla kalmayan şair, önce Bursa’ya, oradan da Uşak’a geçer. Burada kısa bir süre Ummi Sinan’ın talebesi Şeyh Mehmed’in yanında kalır. Daha sonra Elmalı’ya gider. Elmalı’da, şeyhi Elmalılı Ümmi Sinan’a kavuşmuştur. Dokuz sene burada nefsini terbiye ile uğraşır. Tasavvufi yönden kendini yetiştirmeye çalışır. Çok zahmet ve sıkın­tılar çeker. Değirmenden mutfağa buğday ve odun taşırken, sırtı yaralar içinde kalır. Nihayet 39 yaşında, şeyh tarafından hırka giydirilerek ica­zet verilir ve irşada memur edilir.

Hilafet verildikten sonra Elmalı’da kalan şair, oradan Uşak’a geçer. Kütahya’da şeyh olarak irşada devam ederken, şeyhinin ölümünü duyunca, 1657’de Uşak’a gider. Derken, Bursa’ya gelir ve burada irşad ile meşgul olur. Kısa zamanda şöhreti yayılır ve bu şöhreti onu saraya ulaştırır.

Sultan Dördüncü Mehmed Hân’ın daveti üzerine İstanbul’a giden Niyâzi Mısrî, Ayasofya Câmii’nde vaaz ve nasihat vermeye memur edilir. Daha sonra Bursa’ya döner. Niyâzi Mısrî’nin şöhreti günden güne artar. 1669 senesinde Bursa’daki dergâhı yapılır. Rusya ile harb başlayınca, Sadrazam Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa, Padişah namına Niyâzi Mısrî’yi Edirne’ye davet eder. Niyâzi Mısrî üçyüz talebesi ile orduya katılmak için Edirne’ye gider.

Niyazi Mısrî’nin yaşadığı dönem, ülkede isyanların sürdüğü, rüşvet ve iltimasın yaygınlaştığı ve sadrazamlığa getirilen devlet adamlarının başarılı olamadığı, yozlaşmanın devletin bütün kademelerine sirayet ettiği bir dönemdir.

“Aydın, kendi eliyle dünyayı kendine zindan edendir!” tâbiririne denk, Niyazi Mısrî de, “derman aradım derdime, derdim bana derman imiş” hâleti ruhiyesiyle bütün bu olanlara seyirci kalamamıştır.

Mısrî’nin halk tarafından çok sevilmesi ve vaazlarında dönemin kötü gidişatından bahsetmesi ve bunların müsebbibleri olarak başta veziri azamlar, kadılar ve önemli devlet adamlarını göstermesi, hattâ isimlerini vermesi, pek çok kişiyi kendisine düşman etmeye yetmiştir.

Niyazi Mısrî’nin sürgün edilmesinin sebeblerinden biri, Mehmet Vanî Efendi’nin sesli zikri yasaklamasıdır. Mısrî bu uygulamaya karşı sonuna kadar direnir.

Vanî Mehmed Efendi’nin, Sultan IV. Mehmed’in nezdindeki itibarını kullanarak Mısrî’yi sürgün ettirmesi, gerek Mısrî’nin hatıratlarında ve şiirlerinde, gerekse başka kaynaklarda belirtilmiştir.

Vanî Mehmed Efendi, mutasavvıf şair Niyâzî-i Mısrî’nin Bursa’dan Limni adasına sürülmesi, Babaeski’de bulunan bir Bektaşî tekkesinin yıktırılması, Mevlevî ve Halvetî dergâhlarının kapattırılmasından sorumlu tutulmaktadır.

Niyazi Mısrî’nin sürgün edilmesinin diğer sebebleri hakkındaki rivayetler ise şöyledir:

Niyazî-i Mısrî, IV. Mehmed devrinde, son derece nüfuzlu bir şeyh olarak Lehistan seferine çıkacak ordunun maneviyatını yükseltmek için İstanbul’a çağrılır.

I. Mehmed sadece Lehistan seferini yapmak niyetindeyken, Vezir-i A’zam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, bazı yazışmalarla devlet kademelerini Viyana seferine de teşvik ediyordu. Aynı şekilde Yeni Cami vaizi Vanî Efendi’ye de yazılar gönderip, vaazlarda Viyana seferini teşvik ettirmişti. Sonuçta Vanî Efendi’nin padi­şahı sefere razı ettiği de iddialar arasındadır.

Niyazi Mısrî, Lehistan seferi için Edirne’ye gitmesine rağmen, Viyana seferine çıkılmasına karşı çıkmıştır. Edirne’de Eski Câmi’de vaazederken, bu muharebenin istikbâle doğru millet ve devlet üzerindeki tesirlerini anlatır. Bu vaazı yanlış anlamalara sebep olur. Şikâyet dolayısıyla Rodos’a gönderilir. Rodos’ta 9 ay kaldıktan sonra Bursa’ya döner, ama ardından bu defa Limni’ye sürgüne gönderilir.

Ne ilginçtir ki, Viyana seferinin bozgunla sonuçlanması, Kara Mustafa Paşa’nın da hayatına mâlolmuş; Vanî Mehmed Efendi’nin de padişahın gözünden düşmesine, Kestel’e sürgün edilmesine sebeb olmuştur. Viyana seferinin bir diğer etkisi ise Avrupa karşısında ilk yenilgimiz ve kutsal ittifak savaşlarının da başlangıcı olmasıdır.

Sultan İkinci Ahmed, İkinci Viyana seferine eşlik etmesi için Niyazi Mısrî’nin sürgün hükmünü bozmuş, kendisini Edirne’ye davet etmiştir. Niyazi Mısrî Bursa’ya son defa döndüğünde, 74 yaşındadır.

İkinci Ahmed, Niyazi Mısrî’yi seven, ona hürmet gösteren birisidir. Viyana seferinde onun duasını almak niyetindedir. Niyazi Mısrî’nin 300 adamıyla Allah rızası için bu gazaya gideceğini açıklamıştır. Edirne’ye yaklaşması ve padişaha, iş başında bulunan hainleri keramet ile birer birer haber vereceği şayiası dolayısıyla, Edirne’de Selimiye camiinde kalabalık artmış, hattâ kalabalıktan içeri girilemez olmuştur. Kalabalığın şeyhi sabırsızlıkla beklemeleri, devlet adamları arasında telaş uyandırır. Mısrî Efendi’nin duasını almak isteyen ve sonra sefere çıkılmasını münasip gören Sultan İkinci Ahmed’e devrin siyasî figürleri “Mısrî huruca kalkışacak” endişesiyle sun’i bir yaygara koparıp, ihtiyar hâlinde onu ayağına bukağı vurdurarak, Limni adasına sürdürmüşlerdir.

Niyazi Mısrî’nin sürgünde geçen yıllarında kendisine yapılan işkenceler şöyle özetlenmiştir:

– “Bazı günler aç kaldığını, yemeğine koydukları zehirlerden dolayı içinin dışının vurulmuş koyun gibi şiştiğini, zehirin tesiriyle şaşkın bir vaziyette dolaştığını, bu sebeple zaman zaman konuşma ve yazmada sıkıntı çektiğini, mazur görülmesi gerektiğini, Limni Hâkimi’nin kendisini bir konuşma sırasında “sus bire edepsiz“ diye azarladığını, halk içinde hakaret edildiğini, düşmanları tarafından yüzüne tükürüldüğünü, kendisini hemen öldürmeleri için düşmanlarını bazen tahrik ettiğini, yine çok hakaret ve işkenceler edildiğini, fıtratının ehl-i dünya ile konuşmaktan hazzetmediğini, tekrar yemeğine yılan zehri konulduğunu, amcasının 3 aylık yoldan adaya kendisini ziyarete gelmesini ve buna karşı duyduğu memnuniyeti, evde çakmağı olmadığı için mumunu yakamayıp karanlıkta oturduğunu, daha sonra dışarı çıktığını, kendisine bir makreme (havlu) hediye getirildiğini, gece yarısı düşmanlarının çan çalarak kendisini uyutmayıp rahatsız ettiklerini, bütün bu sebeplerden ötürü yazı yazarken sürekli imlâ hatası yaptığını, hülasa çektiği sıkıntıları ve işkenceleri anlatıyordu.” [11]

Niyazi Mısrî ile ilgili, Şeyh Abdüllatîf Gazzî Efendi, “Vâkıât” adlı eserinde şöyle yazmaktadır:

– “Birisi şeyhülislâmın huzuruna varıp, Niyâzî Mısrî hakkında tenkid mevzuu olan sözü kastederek; “efendim, bu sözü söyleyenlerin cezası nedir ve dinde ne lâzım gelir?” diye sual edince, ârif ve kâmil bir zât olan şeyhülislâm; “bu sözü Niyâzî Mısrî hazretlerinden başka kim söylerse, katlolunur. Fakat Niyâzî Mısrî söylerse, onun sözünde bir hikmet ve gizli bir sır vardır. O, zahirî ilimlerde de kemâl mertebesindedir. Onların böyle sözleri söylemesinde bir hikmet vardır. Biz onlara dil uzatmağa kadir olamayız” diyerek, o şahsı susturur. [12]

Limni’de bir meczubtan etkilenerek yazdığı, “Kasap Elinde Koyunum” şiirinde, hakkındaki tüm iddialara son noktayı koymuştur:

 

Kasab elinde koynum, ya o beni, ya ben onu,

Cellâd önüde boynum, ya o beni, ya ben onu.

 

Irz u vakâr mal menâl yağma olundu cümlesi,

Soyunmuşum bu yolda ben, ya o beni, ya ben onu.

 

Habsüm bugün kırk erbâîn oldu tamam Deccâl laîn,

Kıldı beni Rabbim emîn, ya sen beni, ya ben seni.

 

Vallâhi senden korkmazam dâ’vâyı bâtıl kılmazam,

Haktır yolum yanılmazam, ya sen beni, ya ben seni.

 

Vardı çıkalı göklere Binaltıyüzdoksanbir’e,

İndim senin için ben yere, ya sen beni, ya ben seni.

 

Mehdî benim adlim durur, İsâ benim fazlım dürür,

Âhir amel katlim durur, ya sen beni, ya ben seni.

 

Meydâna çık gel ey kaba avret gibi giyme kaba,

Ben Mısrî’yem geydim abâ, ya sen beni, ya ben seni.

 

Vefatından iki ya da üç yıl önce yazdığı bu şiirinde; yaşadığı hallerin seyri sülük yolundaki hâller olacağını bildirdikten sonra bunun da bir bedeli olduğunu, yaşadığı sıkıntılarla inâyet-i ilâhiyye ile halas olduğunu şu sözleriyle açıklar:

“Görün zararı ne mertebedür ki, dokuz yıldur yanarum dahi halâs olamadum bin seksen üç târihinden beri yanarum, bu şevvâlun ibtidasında dokuz sene tamam oldı onuncuya geçdi.” [13]

Türbesi ve dergâhı, Niyazi Mısrî’nin vefatından sonra, ilk öğrencilerinden olan Mahmud Efendi tarafından yaptırılmış. ll. Abdülhamid tarafından türbe tamir edilerek dergâh genişletilmiş.

1930’lu yıllarda kabri Bursa’ya taşıma girişimi olmuş, fakat Yunan yetkililer adada ikamet eden halkın sesine kulak vererek, mezarın Türkiye’ye nakline karşı çıkmışlardır. Çünkü Limni adası Yunanlılara verildiği zaman, türbe yıkılmış ve adada büyük bir yangın çıkmış. İkiyüzelli civarında insan ölmüş. Bunun sebebini türbenin yıkılmasına bağlayan ada halkı, Mısrî’nin kabrini özel mülk olduğu gerekçesiyle vermemiş. Turgut Özal ve şimdiki hükümetin de bu yönde talebleri olmuş. Gidenlerin rivayetine göre, tekke bakımsız ve harab bir hâlde. Bütçeleri yeterli olmadığı için tamirat yapamadıklarını belirten Limni Adası belediye başkanı, Türkiye’nin bu yöndeki desteklerini beklediklerinden bahsetmiş. Gazetelerde geçen haberler bu yönde.

Anadolu’daki bütün kiliselerin tamir ve bakımdan geçtiği, hattâ bazılarının mülklerinin devredildiğini biliyoruz. Fakat buna karşılık, Osmanlı mirasının bütün çekildiği yerlerdeki akıbeti, ne hikmetse değişmiyor. Niyazi Mısrî’nin Limni adasındaki dergâhı kapanmış; tamam da, Bursa’daki dergâhının şu ânki PTT binası olmasına ne buyrulur?! Bu zât, Batı’da olsa şöyle olurdu, böyle olurdu demeye artık ne hacet.

Ömrü çile ve sıkıntı içerisinde geçmiş Niyazi-i Mısrî, Ümmi Sinan’dan, İbn Arabî’den, Mevlana’dan Yunus Emre’den, Fuzulî’den, Şeyh Bedreddin’den, Nesimî’den, Şeyh Aziz Mahmud Hudaî’den aldığı feyz ile gerek yaşantısı gerekse eserleriyle Osmanlı tefekkür dünyası içinde müstesna bir mevki elde etmiştir.


1  Halil Çeçen, NİYAZİ MISRİ’NİN HATIRALARI, Dergah Yayınları, Türk Klasikleri Dizisi, İstanbul 2006, s. 15.

2  Ahmet Kabaklı, TÜRK EDEBİYATI, Türk Edebiyatı Vakfı Yay., 10. Basım, İstanbul 2000, c. II, s. 425.

3  http://www.mustafatatci.com/kitaplar/34-kitap/205-niyazi-i-msri-divan-lahiyat-mustafa-tatc.html (22 Mayıs 2014)

4  Mustafa Tatçı, NİYAZİ-İ MISRÎ’NİN BİLİNMEYEN MANZUM BİR CİFRİYYESİ, Dergah Yay., İstanbul 1991, c. 2, s. 19.

5  Halil Çeçen, NİYAZİ MISRİ’NİN HATIRALARI, s. 93.

6  Halil Çeçen, NİYAZİ MISRİ’NİN HATIRALARI, s. 93.

7  Halil Çeçen, NİYAZİ MISRİ’NİN HATIRALARI, s. 76.

8  https://archive.org/stream/NiyaziMisriRsle-Hasaneyndivan-lhiyyatArapaiirleriVe/Divan-lhiyyatArapaiirleriVeAklamas_djvu.txt (22 Mayıs 2014)

9  Halil ÇeçenNİYAZİ MISRİ’NİN HATIRALARI, s. 76.

10  http://ismailhakkialtuntas.com/category/niyazi-misri/page/25/ (22 Mayıs 2014)

11  http://www.mustafatatci.com/yazilar/30-yazlanlar/145-limni-seyahatnamesinden-bir-duble-m-tatc.html (22 Mayıs 2014)

12  17. YÜZYIL TÜRK EDEBİYATI-NİYAZİ MISRİ, Anadolu Üniversitesi, Ankara 2014, s. 156.

13  Halil Çeçen, NİYAZİ MISRİ’NİN HATIRALARI, s. 105. 

KAYNAK: Akademya Dergisi, II. Dönem, Sayı 5, Temmuz-Eylül 2014.

 

adminadmin