Kültür
Giriş Tarihi : 10-06-2018 14:00   Güncelleme : 10-06-2018 14:00

Taşranın İnsanından İnsanın Taşrasına

Taşranın İnsanından İnsanın Taşrasına

Taşra neresidir? Taşralı kimdir? Taşrayı merkezin ve belirleyenin dışında bir yer ve duygu durumu; taşralıyı bu yerin ve duygunun taşıyıcısı olarak tespit edersek aslında merkezden, yani belirleyenden bahsetmiş olacağız. Bu kaçınılmaz simetri, taşrayı anlamayı bir yandan kolaylaştıracak bir yandan da zorlaştıracak. Zorlaştıracaktır, çünkü merkezle edilgen, alıngan bir ilişki içinde olan taşraya yaklaştıkça o kaybolacak, elde ettiğimiz bütün veriler merkezin hizmetine girecektir. 

Taşralılık, taşra sıkıntısı, taşra ruhu, taşra bürokrasisi, taşra edebiyatı, taşra siyaseti gibi kavramlarla edebiyatta ve sosyolojide oldukça geniş bir vadiye yayılan taşra, çoktan coğrafi bir niteleme olmanın ötesine geçmiştir. Aslında her mekân kendi taşrasını, kendi kenarını üretir ve onunla var olur. Nasıl ki İstanbul’a göre herhangi bir Anadolu şehri taşraysa o şehrin gözünde kasaba, kasabanın gözünde köy taşradır. Uzakta olan, kenarda, dışta kalan taşradır. Öte yandan bir Batılının gözünde taşra bütün bir Afrika kıtası olabilir. Zamana, kişiye, düşünceye ve referans değerlere göre değişkenlik arz eden bu durum taşrayı üzerinde hep konuşulacak verimli bir imgeye dönüştürür: “Taşra imgedir. Varla yok arası bir imge. Her zihne, her tahayyüle göre şekillenen bir imge. Bir kurgu, bir yaratım, bir metafor. Onu kurgulayan zihnin, muhayyilenin kabında şekillenen, ona göre biçimlenen bir dünya.” (Köksal Alver, Taşra Halleri, Çizgi Kitabevi, 2017, s. 10.) Taşra merkezin tasarımıdır. Yabancı bir zihin tarafından belirlenmiştir. Merkezle göz göze gelmiş; büyüsünü, biricikliğini kaybetmiştir.

Taşra her şeyden önce fiziki bir kodlama olarak doğmuştur. Kelimenin yol boyu kazandığı anlamlar onu doğduğu yerden pek uzaklaştıramamıştır. Köklü bir kelime olarak taşra, ilkin Orhun Abideleri’nde karşımıza çıkar. Bilge Kağan, yazıtında “İçre aşsız taşra tonsuz” ifadesini kullanır; yani içi aşsız, dışı donsuz. Taşra dıştır. XV. yüzyılda Şeyhi’nin (ö. 1431) kaleme aldığı Harname’de “taş” kelimesinin dış anlamında da kullanıldığını görürüz. “İçi vü taşı yağlu vü etlü.” İçi ve dışı, yağlı ve etli. Bütün bunlar bize taşra hakkında etimolojik bir fikir verir.

Zamanla payitahtın, merkezin, şehrin dışında, çevresinde kalan yer anlamında kullanılan taşra, Osmanlı bürokrasisinde bir idari kavram olarak sarayın dışını kastedecek şekilde kullanılmıştır. Divan şiirinde taşra, dışarıya ilaveten “masiva” anlamını da yüklenmiştir. Merkez gönül şehri payitahtla, taşra masivayla özdeşleştirilmiştir. Eşrefoğlu Rumi’nin “Bu taşra halkıla pazarı terk et / Gönül şehrine gir esrarı gözle” mısralarında taşra gönül şehrinin dışında kalanı, dünyevi olanı işaret eder.

Yunus Emre ile Niyazi Mısri şiirlerinde kelimenin “taşra gitmek” ve “taşra üfürmek” şeklinde deyimleşmiş hâlleriyle karşılaşırız. Yunus Emre, (ö. 1320?) “Yaban yolun gözetme / Yol evde taşra gitme” dizelerinde insanın yürümesi gereken yolun kendi içinde olduğunu, yolu dışarıda aramanın anlamsızlığını “taşra gitmek”le ifade eder. Niyazi Mısri (ö. 1694) ise “Taşra üfürmek ile yalınlanır mı ocak / Yönün Hakk’a dönmeden ihsanı arzularsın” der. Hakk’a dönmeden ihsan arayanların, ocağın dışına üfürmekle onu alevlendirmeye çalışanlardan farksız olduğuna dikkat çeker. Taşra her daim ihmal edilen, küçümsenen ve yerilendir. Necati Bey (ö.1509), taşralı olanın merkeze kabul edilmemesine sitem ederken “Taşradan geldi çemen-mülküne bî-gâne diye / Devr-i gül sohbetine lâleyi iletmediler” dizelerini kullanır. Lale kırların, köylerin ve uzakta olanın temsilcisidir.

İster merkezde ister taşrada yaşamış olsunlar, divan şairlerinin dilinde taşra olumsuz anlamlar içerir. Bunda, şairlerin merkezin dilini kullanmalarının payı büyüktür. Dilin üretim merkezi olan payitaht aynı zamanda o dille üretilen eserlerin de yegâne terazisidir. Şairler merkez tarafından onaylanmak, takdir edilmek isterler. Fuzuli ve Nabi başta olmak üzere pek çok şairin dilinde taşra değersizliğin ve hicvin yurdudur: “Divan şiirinde merkezin taşraya yönelik dili ezici, belirleyici ve biçimlendirici bir dil olagelmiştir. Bu dil medeniyeti temsil eder ve belirleyici vasfını bu temsille kazanır. Merkezin dili belirleyici olduğu için de şairin taşralı olup olmamasının bir önemi yoktur. Zira taşralı olsun ya da olmasın her divan şairi merkezin dilini kullanmış ve merkezin gözünden bakmıştır.” (Yrd. Doç. Dr. Murat Ak, Divan Şiirinde Taşra Kullanımları ve Divan Şairinin Taşrası, İSTEM, Yıl 12, sayı 24, 2014, s. 100.)

Edebiyatın taşrayla imtihanı

Taşra divan edebiyatının aksine ilk Türk romanlarına “gerçeklik” ve “millîlik” unsuru olarak girmiştir. Ahmet Mithat Efendi, 1876’da yayımladığı Bir Gerçek Hikâye için “Sahihü’l-vuku bir gerçek hikâye”; Nabizade Nazım, 1891’de yayımladığı Karabibik için “hakikiyyun mesleği”nin örneği nitelemesinde bulunur. Ömer Ali Bey, 1891’de yayımladığı Türkmen Kızı için “millî roman” ifadesini kullanır. Taşra uzakta oluşuyla, el değmemişliğiyle Cumhuriyet döneminde siyasi akımların da ilgisini çekmiştir. Muhafazakârlar taşrayı saf, değerlerini koruyan, modern kentin ve onun ürettiği değerlerin karşısına bir alternatif öz olarak konumlandırmaya değer bulmuşlardır. Sol da bu uzak dünyaya ilgisiz kalmamış, bir dönem romantik halkçılıkla bir dönem köy enstitüleriyle onu merkezleştirmeye gayret etmiştir. Lakin yakından sevmek uzaktan sevmek kadar kolay olmayacaktır. Taşrayla yüzleşmek beklenmedik sonuçlar getirir. Merkez aydını, kısa zamanda taşranın ıslah edilmesi gerektiği kanısına varacak, mevcut hâliyle taşradan bir ütopya devşirmenin imkânsızlığına karar verecektir. Kasaba ve köy, modern Türk edebiyatında neredeyse baştan sona bir yoksulluk, eksiklik atmosferiyle girer.

Taşra ve taşralıları eserlerinde sıklıkla konu edinen Cemil Kavukçu’nun Dönüş romanında Vedat, Neslihan’la sahilde yürürken ona şunları söyler: “Taşralılar için ne büyük acılarla dolu büyük kentler. Bizi hiçbir zaman sindiremezler, gerçek kentli arkadaşlar edinemeyiz. Nasıl giyinirsek, nasıl konuşursak, nasıl davranırsak davranalım biz hep büyük taşralıyız.” Taşradan kaçmak, uzaklaşmak, merkeze gitmek taşralılığı daha belirgin kılmaktadır. Çünkü o yapışkandır. Değersizlik, yabanlık, dışta kalmışlık hissi, tam da ondan kaçarken ete kemiğe bürünecektir. Tıpkı merkezden gelenin taşrada kendini yaban hissetmesi gibi. Özellikle Yakup Kadri’nin Yaban’ı merkez ve taşra karşılaşmasıyla ortaya çıkan krizi göstermesi bakımından önemlidir. Köylünün ve kentlinin yaşadığı uyumsuzluğun, yaşam pratiklerinden öte zihinsel bir uzaklıkla ilgili olduğunu fark eden roman kahramanı Ahmet Cemal, hayatının görünen kısmını köylüler gibi düzenlese de asla onlar gibi düşünüp hissedemeyeceğini söyler. Taşrada kendisini değersiz görür. Ahmet Cemal, taşrada taşralılarca nesneleştirilmekten kurtulamaz: “Geçen gün kırlarda dolaşırken ayağım bir konserve kutusuna çarpmıştı. Durup bakmıştım. Bu kutu Amerika’dan gelmiş bir kutu idi. Ve üstünde İngilizce bir şeyin adı yazılı idi. Bu kutuyu buraya hangi yolcular bıraktı? Kim bilir ne zamandan beri kaldı, bilmiyorum. Fakat tuhaf bir ilgiyle eğildim, elime aldım, baktım âdeta bir eski aşinayı görür gibi oldum. Ben, bu topraklarda işte bu teneke kutunun eşiyim. (Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yaban, İletişim Yay., 2017, s. 69.)

Merkezin taşrayla arasındaki sevgi ve nefret ilişkisinin köklerini, onun millî romantizmi ve modernist ilerlemeciliği aynı anda benimsemiş olmasında arayan Prof. Dr. Mehmet Narlı, Türk romanında olumsuz hoca ve ağa tiplemelerini de bu paradoksal benimseyişin bir sonucu olarak görür. Merkez, kurduğu devletin tabanı olarak Anadolu’yu hem yüceltir hem değiştirmek ister. “Onu yüceltir; çünkü yeni devletin kültürel, ekonomik ve estetik enerji kaynağıdır. Değiştirmek ister; çünkü modernist karakteri ondaki her türlü muhafazakârlığa ve taassuba tahammül edemez. Psikanalitik bir yaklaşım denersek belki de onda kendi köklerini gördüğü ve bu köklerle istediği yaşama biçimine ulaşamayacağını bilinçaltında taşıdığı için ondan nefret eder. Bu çelişkiden nasıl kurtulacaktır? Soyut bir millet ve Anadolu üreterek onu yüceltecek; onun bu yüceliğini ortadan kaldıran yapıyı da bağnaz ve çıkarcı tipler üzerinden aşağılayacaktır. İşte ilk kuşak Cumhuriyet romancılarından köy romanlarına uzanan; hoca, ağa, zengin ve işbirlikçileri şeklindeki olumsuz tipler şematiğinin kaynağı budur.” (Mehmet Narlı, “Romanlar ve Taşralar: Türk Romanında Taşra Algıları Üzerine Bir Değerlendirme”, Bilig, Kış 2013, Sayı 64, s. 297.)

Taşranın taşrayı fark etmesi

Taşrayı taşra yapan merkezle temasıdır. Kendi hâlinde, kendi kararında yaşayan insan, düşünce veya coğrafya, kendisini taşra olarak görmez. Taşralılık merkezin gözünden başlar. Bir belirlemedir. Yusuf Atılgan’ın “Evdeki” adlı öyküsü (Y. Atılgan, Bütün Öyküleri, YKY, 2017.) taşra sıkıntısının bu yönünü de anlatması bakımından dikkat çekicidir. Kasabada yaşayan, evlilik yaşını geçirmiş ve sürekli pencereden bakan genç kız büyük bir iç sıkıntısı yaşamaktadır. Birlikte yaşadığı annesine, onun dedikoducu arkadaşlarına, pencerenin önünden gelip geçen insanlara yabancılaşmıştır. Karşıda yığılı kalaslara bakarak geçirdiği yıllar onu çevresinden daha da soyutlamıştır. Bir insanın doğup büyüdüğü çevreyi bu denli yadırgaması, kendisini kenarda hissetmesi için başka bir göze ihtiyacı vardır. Öyküde genç kızın yaşadığı yere yabancılaşmasının ve taşranın sıkıcılığını fark etmesinin, dayısının ona verdiği kitaplardan beslendiğini fark ederiz. Artık o, kasabaya sıradan bir kasabalı gibi bakamamaktadır. Başka merkezlerin farkına varmış ve kendi yaşamına yabancılaşmıştır. Nurdan Gürbilek, “Taşranın kendisini taşra olarak ayrıştırabilmesi için, kendisinden esirgenmiş bir başka yaşantının, kıyısına itildiği bir merkezin farkına varması, kendisini onun gözüyle görmesi, onun karşısında eksik, yoksun hissetmesi gerekir.” derken bu duruma işaret eder.  (Nurdan Gürbilek, Yer Değiştiren Gölge, Metis Yay. 2016, s. 57.)

Sözgelimi bir çocuk köydeki “eksikliğin” farkına, yakın akrabaları tarafından uzaklardan getirilen çikolatayla varır. Çikolata bir temastır. Kısa vadede mutluluk, orta vadede yüzleşme, uzun vadede yoksunluk getirir. Artık onun bilinci, çikolatanın geldiği uzak dünyaların farkına varmıştır. Bu anlamda kasabaya gelen sinema, en sarsıcı yüzleşmedir. Başka hayatların farkına varmak zihinlerde ister istemez yeni ve yabancı bir gramerin egemenliğine sebebiyet verecektir. Gürbilek, genç kızın yaşadığı sıkıntının “yoksunlukla akraba bir sıkıntı” olduğunu, bunun “en iyi taşrada gözlemlenebileceğini” söyler ve meseleyi insanın varoluşsal sıkıntısına iliştirir: “Taşra sıkıntısı, adını verelim buna; taşra sözcüğüne yalnızca, mekâna ilişkin bir anlam yüklemeden, yalnızca köyü ya da kasabayı kastetmeden; onlar da, ama onların ötesinde, şehirde de yaşanabilecek bir deneyimi; bir dışta kalma, bir daralma, bir evde kalma deneyimini, böyle yaşanmış hayatları ifade etmek için.” (Nurdan Gürbilek, Yer Değiştiren Gölge, Metis Yay. 2016, s. 55.)

Taşra sıkıntısı ona merkezin hediyesidir. Ethem Baran bu durumu ironik ifadelerle dile getirir: “Derken merkezin de merkezinde oturanlar kendi taşralarına göz yumup uzaklara diktiler gözlerini. Gördükleri ise kendi küçük kopyalarıydı. Ve canları sıkıldı tabii. Sonra ‘taşranın canı sıkılıyor’ demeye başladılar. Böylece taşranın nur topu gibi bir sıkıntısı oldu. Biz ‘taşralılar’ merkez sayesinde oturduğumuz yerde sıkılıp durduğumuzu öğrenmiş olduk.” (Editör: Mesut Varlık, Edebiyatın Taşradan Manifestosu, Ethem Baran, “Herkesin Taşrası Kendine”, İletişim Yay., 2015, s. 117.) Gerçekte taşra taşradan uzaklaşmış ama tam anlamıyla merkezi bulamamıştır. Onun bu teşebbüsü merkez içinde taşra adacıklarının meydana gelmesine sebep olmuştur. Bir taşra müdafii olarak Mustafa Kutlu neredeyse bütün hikâyelerinde köyü ve köylülerle ilgili meseleleri konu edinir. Ona göre tabiat iyiliğin ve güzelliğin yurdudur. Taşra ferdiyeti muhafaza eder. Göç sonucu şehirlerde ortaya çıkan bozulmadan da şehirliler sorumludur. (Akasya ve Mandolin, Dergâh Yay. İst. 1999. s.81.) 

Kutlu, Kapıları Açmak’ta kasabanın yakınından geçen “şehirlerarası koca bir asfalt yolun” geleneksel hayatın sonunu getirdiğini anlatır. Kasabalı parayla tanışır ve bu tanışlık yozlaştırıcı etkileri beraberinde getirir. Bugün kapitalizm her şeyi birbirine benzeştirerek köy kent gerilimini hiç beklenmedik yerinden zedeledi. Taşraya yoldan ve paradan fazlası geldi. Medya ve iletişim temelli aparatlar merkezin taşralaşmasını ve taşranın merkezleşmesini hızlandırdı. Kendisini merkez gören şehirlerin içinde artık taşra ruhundan kurtulamamış semtler var. Öte yandan kasaba Mustafa Kutlu’nun deyişiyle, fiilen ortadan kalkmıştır. Anadolu şehirleri global ticaret tarafından sarmalanmış, siluetleri merkezin can sıkıcı tekrarı olarak trajik biçimde güncellenmiştir: “Şok edici şehirleşme tecrübesi için artık büyük şehre gitmek şart değil; şehir şoku gezici bir kumpanya gibi taşrayı ziyaret ediyor. Taşranın ‘mahremi’ bozuluyor. İkitelli televizyonların nüfuzuna ilaveten yerel TV şehirli hayatın taklidini ve reklamını yapıyor… Bu eşzamansızlıkları derleyip toparlayıp bütünlüklü ve anlamlı bir hayat tasavvuru üretmek zorlaşıyor. Geleneksel eşraf da, kısmen onun içinden çıkan yeni modern elit de, taşra ile merkezin nispetine ayarlayacak inisiyatiften ve ‘olgunluktan’ yoksunlar çoğunlukla. (Tanıl Bora, Taşraya Bakmak, İletişim Yay. 2016, s.45, 46.) Yaşanan süreç merkezle taşrayı birbirine bulaştırmış, taşranın coğrafi anlamını buharlaştırmıştır. Geriye, taşrayı insanın “iç yoksunluğu” olarak gören varoluşçu edebiyatın savı kalmıştır. Taşra artık her yerdedir. Doğrusu taşra başından beri her yerdeydi. Gürbilek’in “Taşra Sıkıntısı” yazısında ifade ettiği gibi çocukluğun kendisi bir taşraydı sözgelimi. İnsan, herkesten uzak tuttuğu, korunaklı bir iç evrende yaşardı. Dünyaya başka türlü tahammül edebilmesinin imkânı yoktu. Gündelik sesler, tıpkı merkez gibi onu değiştirmeye, dönüştürmeye çalıştıkça insan bir dağa, bir mağaraya çekilircesine kendi içine, uçsuz bucaksız taşrasına çekilecek ve orada bıkmadan usanmadan hayatı temize çekecekti.

Emin Gürdamur / Diyanet Dergisi

adminadmin