Kültür
Giriş Tarihi : 28-10-2018 12:00   Güncelleme : 28-10-2018 12:00

Tersinden Edebiyat Tarihi

​MÜELLİFİN İKAZI

Tersinden Edebiyat Tarihi

Zihin başka bir şey yapmaz; sınıflandırır. Zihinden, insan zihninden, insana mahsus zihin diye bir şeyden ne zaman söz edilebilmiş ise bu vakıa mezkûr cevherin sınıflandırma gücünü gösterebilmiş oluşu sebebiyle tahakkuk etmiştir. İnsan olma mertebesi bir zihin mertebesidir. Kişinin oburluktan vazgeçip yalnızca leziz yemeklere rağbet eder hale gelişinin onun zihin gelişimiyle, insan karakteriyle bir bağı yoktur. Beri yandan insanlık mertebesine ulaşandan başkasının nesnelerin ve fiillerin helâl mi, haram mı olduğu sınıflamasına rağbet etmediğini görürüz.

Hangi çağdayız sualine cevap arayanlar helâllik, haramlık bahsine gölge düşürme derdine düşmüştür. İçtihat edelim diye tuttururlar. Kâfir çarpıtmalarının hepimizi meşgul edişine modernlik dendiğini unutmayalım. İnsanın yaratılmışlar arasında ölümü bilen yegâne tür olduğu modern söylem içinde yer alır. Nasıl oluyor da ölümü biliyoruz? Öleceğimizden haberdar olarak mı? Hayır, onu filler ve kediler yapıyor. Fillerin de, kedilerin de öleceklerini bildiklerine, kendilerine ölüm ânının yaklaştığını bildiklerine dair tevatürden haberdarız. İnsanın ölümü bilmesi bambaşka bir iş. Ölüm dışında kalan her şeyin, hayatın, hayatların tasnifine dair bir bilince ermekle ölümü biliyor insan. İnsanlar olarak bizler bir şeyi sahicilikten mahrum bırakmak istersek o şeyi kabul görmekte olan tasnifler dışında tutuveririz. Binaenaleyh gerçeklik, yani gerçeğin kendisi varlığını sınıf gerçeğine borçludur.

Ayaklarımız ancak kimliğimizi sınıf gerçeğiyle kazandığımızı fark ettiğimizde yere basar. Çoğu kez ayakların yere basması huzursuzluk verir. Huzursuzlukla baş etmek en büyük yeri mesuliyet hissine açmakla olur. Mesuliyetten kaçan bulutlarda gezinmekten yarar umacak, bu zannıyla ömrünü tamamlayacaktır. Yürürlükteki sınıflandırmalardan istifade ederek gündelik hayatta paçayı kurtaranların kafasının çalıştığına hükmederiz. Kafası çalışanlar sınıfına sığmak istiyorsak neyi olursa olsun anlama, kavrama, bilme mevkiine devredeki tasnifin kimin işine yaradığına bakarak yerleşiriz. Tasnif etmek, sınıflandırmak, raptetmek giderek adını koymak manasına gelir. Adlandırmada bulanıklık varsa geçersizlik vardır. “Evet; ama…” diye başlayan yüzer-gezer sözlerin hepsi yalandır. Dikkatle bakın: “Evet; ama…” demiyor Vladimir Putin. Demediği nispette sonuç alıyor. Ne diyor? “Rusya ben olmasam da olur.” diyor ve ilâve ediyor: “Rusya olmaz ise ben hiçim.” SSCB yokken Rusya vardı. SSCB yok oldu, Rusya yine var. Günümüzde bir de “Emperyalizm Kâğıttan Bir Kaplandır!”, “Sovyet Revizyonist Namussuzlarına Hadlerini Bildirelim!” diye bangır bangır bağırmış olanların haline bakın.

Kim bakacak? SSCB’yi takiben ihdas edilen Türkiye Cumhuriyeti’nin akıbetini kim biliyor? Bir şey iki defa olduysa oldu. Aynı şey iki defa bittiyse bitti. Ne oldu, nasıl oldu? Ne bitti, nasıl bitti? Üçüncüsü yok. Türk topraklarının üçüncü kez vatanlaştırılma ihtimalinin bulunmadığına erecek kadar aklımız kaldıysa elimizde hangi kozun veya kozların kaldığına bakmağa takat yetirebiliriz. Türk toprakları dediğimde XIII. Hıristiyan asrında teşekkül ve giderek tekemmül etmiş şeyi işaret ediyorum. Bu şey tarih kitaplarında “Gazâ Beylikleri Dönemi” olarak zikredilir. Osmanlı muhiplerinin “fetret devri” diye andıkları kısa dönemi de sırf Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i sebebiyle buna dâhil etmenin zarureti vardır. Türk şiiri Türk topraklarının ruhundan doğdu. Bu doğuşta Gazâ Beylikleri Dönemi’nin hususi bir yeri var. İstiklâl Harbi bu yerde cereyan etti. İstiklâl Harbi bir senettir: Türklerin vatanlarından vazgeçmediklerinin senedi.

Ben yazdıklarımı bu senedin getirisiyle yazdım. Bana ne öğretildiyse bu senedin getirisiyle öğretildi. Şimdi vatana sahip çıkmaktan başka bildiğim olmadığını dile dökmemden kime ne? Bu saatten sonra mümkün olduğu kadar çok insanın Tersinden Edebiyat Tarihi’nin değerine vâkıf olmasını beklemiyorum. Bunu istemiyorum üstelik. Beklentisiz bekleyişteki ısrarımı sadece görmeği hak edenlerin görmesini isterdim. Hak etmeyen gözlerden sakınabilirsem ne mutlu bana! Ömrümün büyük hatası eyyamcıların eyyamcı olmadıkları kuruntusuna düşmemdir. Tersinden Edebiyat Tarihi hatamı tamire kâfi gelecek mi?

İsmet Özel, 5 Ekim 2018

MUKADDEME 1

Tersinden Edebiyat Tarihi yazıyorum. Edebiyat tarihi denilen şeyi tersinden yazıyorum. Bunu yapmağa Hicri takvim uyarınca seksenine merdiven dayamış bir adam kalkışıyor. Bir kalkışma var. Ömrümün yazmağa başladığım kitabın sonunu getirmeme yetip yetmeyeceğini bilmediğim için, buna mukabil ahirete amellerimden başka bir şey götüremeyeceğimi bildiğim için edebiyat tarihini tersinden yazmam gerektiğine inanıyorum. Gayret edeceğim. Gerisi Allah’a kalmış. Benim işim Allah’a kalmış. Bu demektir ki, emr-i Hak vaki olur da bitirmeden ölürsem yazdığım yarım kalmayacak. Hesap gününde elimden geleni ardıma koymadım demeğe yüzüm olacak. Vakıa bunu benden başka biri yazsaydı işime daha çok gelirdi. Aylaklık tabiatımda var. 

Hilkatte kusur olmadığından da haberim var. Yaradılış hata kaldırmıyor. Canlı veya cansız hiçbir nesne (ne ise ne), kişilik sahibi veya kişiliksiz hiçbir kimse (kim ise) yanlış bir yerde, herhangi bir mahrumiyet bölgesinde, yanlış bir zamanda, uygunsuz, aksi bir vakitte, namüsait bir biçimde yaratılmış değildir. İşte budur insanoğlunun anlamasına müsait hakikatin hepsi. Halk edilişte haksızlığa uğramadığımız için halk edilmiş hiçbir şeye haksızlık etmeğe biz insanların hakkı yok. Bir gün kıyamet kopacak, dağlar yerinden oynayacak. Her şey ancak şimdilik yerli yerinde duruyor. Başından beri her şey hep yerli yerinde idi. Kıyamete kadar da ikmale muhtaç bir şey olmayacak. Kıyamet koptuğunda ise ikmal için çok geç kalınmış olacak. Varlık alanında bu sebeple her bakımdan, her ân, her bapta yekparelik de tevhit de esastır. Hak olanı ikada gecikme ve geciktirme mazereti kimseye verilmiş değil. Ne muvahhitleri aldatanı, ne de muvahhitler arasında fesat çıkaranı muvahhit sayıyoruz. Vakit görevimizi yerine getirmenin vaktidir. Bilelim ki, son pişmanlık fayda vermez. Faydayı arıyorsan ilk pişmanlıkta ara. Acilen en geniş yeri ilk pişmanlık fırsatına tanı. Hemen ve alenen tövbe et. Tövbe ettiğini belli et ki, dostlarının itimadına sebep olan saha, düşmanlarının ye’sine sebep olan saha büyüsün.      

Benim edebiyat tarihini tersinden yazışım kadirşinaslığa çağrıdır. Allah’ın en üstün millet olarak yarattığı o yekpareliğine halel getirmemiş, küfrün hiçbir salvosuyla sarsılmamış, dalalette ittifak etmemiş topluluğa mensup biz Türkler kendi kadrimizi bilelim. Kadrimizi bilmek haddimizi bilmek anlamına gelir. O halde hadler neler? Haddimizi Allah’ın koyduğu hudutları hiçe sayarak bilebilir miyiz? Keyfine göre tarih uydurarak bilmiş olmazsın. Hâkim sınıflardan herhangi birinin uydurduğu tarihlerden herhangi birinin ayarına kapılarak hiçbir hayra vesile olamazsın. İyisi mi gerek fert, gerekse millet olarak kendimize din gününde yüzümüze tutulacak tarihin aynasından bakalım. O zaman göreceğiz ki, biz Türkler tarih sahnesine değiştirerek değişmek suretiyle çıktık. Türklerin tarih sahnesine çıkmasından kime ne? Zurnanın zırt dediği yer burası. Değiştirerek değişirken Diyar-ı Rum’u Dar-ül İslâm kıldık. Bir vatanımızın oluşunda yegâne sebep budur. Gerisi fasaryadır. Biz Türkler başımıza her nasılsa geçmiş adamların zoruyla değiştikçe değiştirdik. Dünün Frenk mukallitliği bugünün Türklerini vatansızlık uçurumunun kıyısına getirdi. Ülkemizde artık modernliğe işin bidayetinde olduğu gibi asrilik denilmiyor. Daha doğrusu neye ne denir ve/veya neye ne demeli hassasiyetine sahip çıkanların yaşadığı günler geride kaldı. Birilerinin birilerine danışmasının tadına Türkçe üzerinden varma endişesi tarihe karışınca giden günlerin yerini ne aldı? Kurduğum bu son cümlede bir sakatlık yok. Ne dediğimin, neyi sual ettiğimin farkındayım. Tadına varmayı tadına varmanın endişesiyle birleştiriyorum. Kimler nelerin gerçekleşmesine ümitle bakıyor? Kimler nelerin vuku bulacağı korkusu hissediyor? Mesele buradadır.

Meseleye Türk milleti nezdinde meselelik hususiyetini veren şeyin veya şeylerin tarihten de ötede kayıplara karışması bilhassa meseledir. O meselenin içine sizi buyur etmek için mevcut ve gücün bulabildiğim bu satıh üzerine yazılar diziyorum. Okuyacaklarınız bir şeyin serencamına dairdir ki, o şey hiçbir zaman, tarihin hiçbir kesitinde yürürlüğe girmemiştir. Böyle ruh incitici bir hükmün isabetine ihtimal veriyorsanız kendinize o şeyin husule getirdiği metnin bir yerinde bulunma imtiyazı tanıyın. Her ne kadar hâlâ Türkler olarak elimizde o esaslı şeyin var olduğu kesin ise de; bu şeyin neyin nesi olduğuna karar verenler zümresinin bizden olmadığına akıl erdirenimiz pek az.

Türk milleti olarak bizler kimleriz? Buna benzer bir suali bütün milletlerin kendilerine sorduklarına şahit olabilirsiniz. Herhangi bir millet kendinin ne olduğuna dair isabetli bir cevap üzerinde anlaşmış mıdır? Hayır, modernliğin buna cevaz vermediğini biliyoruz. Yeryüzündeki milletlerden herhangi birinin bahsettiğimiz mutabakatın getirisine kavuştuğu söylenemez. Getiriye talip olanlar iç savaşların acısını çekti. Ben bu ilginç vukuattan cesaret alarak gözünüzün önüne getirdiğim metin vesilesiyle Türk milletinin keşfi yolunda doğmamış çocuğa don biçme merakına daldım. Tarihin hiçbir kesitinde yürürlüğe girmemiş bir şeyin bahsini açma cüretinde bulunmakla yanlış mı yapıyorum? Türk vasfı taşıyan herkes hakkımızda karar verenlerin aramızda hayatiyet kazanamadığının ferasetine yönelmesi gerekiyor. “Aramızda” diyorum. Kim ile kim arasında?

Bir Türk’le yekdiğeri arasında aranıp da bulunamayan şeyi her Türk kendi içinde bulabiliyor mu? Bundan da tamı tamına emin olanımız yoktur. Bizlik hissimizin, sair bütün hislerimizin körelmesinden istifade edenler var. Gerek içimiz ve gerekse dışımız hakkında katiyet hissinden uzak düşürülmüş isek ümidimizin sönmesine nasıl mani olacağız? Bilmiyoruz. Varlığının sebebi kasten bulanıklaştırılmış Türkler olarak halimiz diğer milletlerinkinden daha tuhaf. Bilinç bulanıklığının cari olduğuna itiraz eden yoktur; ama yine de bulandırma bahsinin açılmasına kimse razı değildir. Böylesi bir tuhaflığın neylesi bir tuhaflık olduğunun anlaşılmasını ölçüsüzlük derekesinde tuhaflaşmış kimselerden bekleyemiyoruz. Beklentisiz bir bekleyiştir bu. Ben battı balık yan gider demedim, demiyorum. Türk topraklarına birikmiş ve biriktirilmiş insanlar öyle tuhaflaştı ki, hiç birinin maşa ile tutulacak kadar bile hali kalmadı. Hâlbuki ilk işimiz üzerimizden tüm tuhaflığı atmak olmalı değil mi?

Bu hususta da fikir birliğine varamayışımızı kurcalayalım. Cumhuriyetin ilânı ve bilhassa bu ilânın “hâkimiyet bilâ kayd ü şart milletindir” şiarı altında yapılmasıyla duçar olunan tuhaflığın birinci safhasını idrak ettik. Müdrikemiz yerinde idi. Yani bu ilk safhayı tuhaflığın tuhaflık olduğu bilincini muhafaza ederek geçirmiş idik. Meş’um 27 Mayıs 1960 sabahı ise tuhaflığa yeni bir safha, ikinci safha ilâve etti. Bu ikinci safhada tuhaflığa apolet takmakla, 27 Mayıs’ı 30 Ağustos’un yanına iliştirmekle, o günü millî bayram telâkki etmekle meşgul olduk. Halen meşgul olduğumuz; daha doğrusu güçlü suçluların bizi iştigale icbar ettiği ise her iki tuhaflıkta da bir tuhaflık olmadığını bir “efkâr-ı umumiye” şekline sokmağa çabalamaktan ibarettir. İki safhalı tuhaflığın mahiyetini anlamamız için nereye bakmamız lâzım? Bunu ben, yalnızca ben, 75 senelik hayatımla ve hassaten Türk şairleri arasından sıyrılıp ilk şair-Türk olmaklığım hasebiyle biliyorum. Modernliğin yani asriliğin Türk milletini esir alışından itibaren neler oldu? Olan bitenden bilhassa ben ne anladım? Aralarında iyi bir yer tutma şerefine talip olarak gözümü açtığım şairler zümresinden eziyetli bir sürecin sonunda kendimi niçin sıyırdım? Edebiyat tarihini tersinden yazma müfredatı dâhilinde hassaten bu var.

İsmet Özel, 12 Ekim 2018

MUKADDEME 2

Edebiyat tarihini ülkenin tuhaflığına nazar atfederek tersinden yazma cüretkârlığı içine düştüğümü tekrar ile devam etmeliyim. Bir de bunu benden başka birinin yazmasına özlem duyduğumu tekrar etmek isterim. Ülkeye bakışım demek bu ülkenin hangi sebeple ne olursa olsun tuhaflaşmış, cebren ve hile ile tuhaflaştırılmış insanlarına bakmam demek. İnsanlara bakarken şahsıma da bakmış oluyor muyum? Ben de onlardan biri miyim? Olsa idim emeğimi, emeğimin en nitelikli kısmını şiire hasreder miydim? Ben tuhaflığı irkintiyle karşılıyorum. Oysa tuhaflaşmaları, hem cebren, hem de hileyle tuhaflaştırılmaları yüzünden olsa gerek tuhaflıktan gayet tuhaf bir zevk alıyor bu insanlar. Zevk dememek için türetilmiş “beğeni” kelimesini inatla sahip çıktıkları zevksizlik sebebiyle “takdir” anlamında kullanıyorlar. Sual edilecek ve sıkıca sorguya maruz bırakılması gereken mevzuu her gün biraz daha çeşitlendiriyorlar. Neler olmuş da böyle şeyler vuku bulmuş? Asrilik sadece Türkleri mi esir almış? Dünyanın en tuhaf, izahı en zor olan insanları niçin Türkler? “Etrak-ı bi-idrak” oluşları yüzünden mi?

Bir esrar perdesinin Türkler üzerine gerildiği gerçek. Ne yapalım? Bir babayiğidin çıkıp bu esrar perdesini aralayacağı, kaldıracağı düşüncesinden mi medet umalım? Bu babayiğit bir sanatçı ve hele de bir şair olabilir mi? Yoksa dedektiflik yapıp olanca dikkatimizi perde gericilerin bunu âlemşümul mikyasta suçlarını gizlemek, daha da ötede suçlarını beğenilir kılmak için yaptıkları noktasına mı çevirelim? Yer sathında Türkleri istismar ederek yevmiyeyi doğrultanlar suçlarını beğendirirlerse ne olacak? Şiirle ve sanatın herhangi bir dalıyla münasebetimizin derecesi ne olursa olsun suçun beğenilmesinin şimdiye kadar ne sonuç verdiyse yine o sonucu vereceğini aklımız almalıdır: Suçlar beğenildiği kadar zalimler tahtlarını, taçlarını muhafaza edecekler; daha da vahimi böylece bütün insanlarda saklı duran masumiyeti ve meşruiyet özlemini takbih edebilecekler. Masumiyet ve meşruiyet kınanacak. Bu da insanların içinde saklı duran çağrıya açık, davet alabilir tarafın itlafına yol açacak.

Demek ki, dünya hayatında kimin kime hükmettiğinden ve hükmedişin hakkaniyetinden daha büyük bir mesele yok. Davet almak kişiye bu meselenin neresinde bulunduğu haberinin ulaşmasıyla başlar. Hüküm sahibi olarak tarih sahnesine çıkan Türk milleti hangi vetirede kimin veya neyin hükmü altına girdi? Gerek asriliğin Türk milletini esir alışından itibaren neler olduğunun ve bütün bu olan bitenden bilhassa benim ne anladığımın cevabını bulmamız ve gerekse milletçe duçar olunan tuhaflığın hem mahiyetine, hem keyfiyetine vâkıf olmamız için Ahmet İzzet Paşa’nın Arnavut Kralı tacını reddedişinin gerekçesine bakmamız yetecektir. “Attan inip eşeğe binemem” dedi Ahmet İzzet Paşa.

Lâfın dibine inersek orada asırlar boyu kendini bir tür at, bir tür eşek, bir tür katır sırtında farz eden kimselerin cenderesi altında bırakılmış bir Türk milleti bulunduğunu görürüz. Lâfın dibine inelim. Bunu ancak ters istikametin farkına vararak yapabiliriz. Biz Türkler âciz, şaşkın, çürük çarık insanlar değiliz. Hiçbir çağda öyle olmadık. Şerefimiz sağlamlığımızdadır.  Olanca sağlamlığımız da iki kez vatan edinme şerefimizde saklıdır. “Önce Vatan” diyerek ele geçirdiğimiz vasıflarla cümle küfür âlemini yılgınlığa sürükledik. Gün geldi ki, “Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i” diye türkü yakmak zorunda bırakıldık. Kâfirlerin Türklerden yılışları yüzünden asırlardan beri hangi sahayı göz önüne alırsak alalım (politik, ekonomik, artistik, akademik) o sahada Türk milletinin başındaymış gibi görünme haline her çağda bir fiyat biçildiği vaki. Bu fiyatı ödeyenler kimler olursa olsun, meblâğın cinsi ne olursa ve kaynağı neresi olursa olsun bu fiyat bütün çağlarda çok, gerçekten çok yüksek bir fiyattır. 

Türklerin başında bulunmak nedir? Türklerin başına nasıl geçilir? Türklerin başı olmak ne anlam taşımaktadır? Nasıl bir anlam taşımaktadır? Ne ve nasıl? Bu ikisinin beraberliğine dikkati ihmal etmeyelim. Acaba Türklere baş olma işine talip olanlar çağlar boyu hareketlerine Türklerin belli bir sahada, belli bir şekilde yükselmelerinin getirisine göz diktikleri için mi bir zamanlar yön verdi ve çağımızda, günümüzde halen vermektedir? Yoksa dünya siyaseti çağın isterleri gereğince Türklerin başına bir kadro taşımakta mıdır? Türkler ve iktidar arasındaki münasebetin iki veçhesi var:

1) Gerçeğin geçerli yapıya mazeret temini suretiyle hayatın idamesine yol veren Türk tavrına açılan sahada cereyan edenler. 2) Hakk’ı gerçek, gerçeği Hakk bilerek tavrını Türkler lehine belirleyenlerin açtığı sahada cereyan edenler. Türk’e mahsus bir tarih bilinci edineceksek bunu tek millet olduğu bize bildirilen küfrün Türk milletinin yükselişinden başka bir şeyden korkmadığını öğrenerek edineceğiz. Şu bunalımlı günlerde bilinçle kavrayalım ki, Türklerin yükselme ihtimalinin doğmasına fırsat vermemek birilerinin vazgeçilmez (vazgeçerse statüsünü kaybedeceği) mesleğidir. Onlar İstanbul’un fethinin hemen akabinde ve hiç fasıla vermeden nefrete lâyık mesleklerini milletin omurgasına darbe indiren sahte yükselişler sergileyerek icra etti.

Dünya Sistemi’nin dalaveresinde yer kapmamıza ne mani var? Neyimiz eksik? Türkçe tangolarımız, Keriman Halis’imiz, Günseli Başar’ımız, Orhan Pamuk’umuz var. Bunları ve bunlara ilâve edilebilecek nicelerini kim tuhaf karşılıyor? Hiç kimse. Bunları hiç kimse tuhaf karşılamıyor zira Cumhuriyetin ilânı tuhaflığına eklenen 27 Mayıs’ın millî bayram olarak kutlanmasıdır. Varsa işimiz bunlardan kaçınılması mümkün ve giderek zaruri olmasına rağmen hepimize bunlarla yaşamanın kaçınılmazlığını dayatanlarla uğraşmak olarak var. Artık 27 Mayıs kutlamaları tarihe karıştı diyerek teselli buluyorsanız haliniz berbat ve durumunuz çok kötü. Yani görmeniz gereken tedavi uzun zaman alacak. İçinde üzerinden ve ruh âleminden her iki tuhaflığı da atma niyeti barındıran Türkler bir geleceğe hizmet sunulabilecek azık temin ile mükelleftir.

İsmet Özel, 19 Ekim 2018

http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr

adminadmin