Kültür
Giriş Tarihi : 20-05-2018 16:00   Güncelleme : 20-05-2018 16:00

Tüketirken Tükenmek

Tüketirken Tükenmek

Zaman değişse de insanın hayata ve kendine bakışı temelde değişmiyor. Nasreddin Hoca’ya “Ye kürküm ye.” dedirten saik; nasıl ki niceliğin, niteliğin önüne geçmesi olarak okunuyorsa bugün de yaşadığımız hayat bize aynı okumayı yaptırabiliyor. Yollarımız “Allah bilsin”den “Kullar görsün”e çıkalı yönümüzü kaybettik. Hayatımıza anlam katacak nitelikleri arayışımız bundan.

Modern hayat; insanın ömrü boyunca peşinden koşup durduğu “anlam”ı, ait olduğu kültür ve kimliğinden (ç)aldı. İnsanı iç huzura erdiren paylaşma, kanaat gibi erdemler; aç gözlülük, ihtiras ve hasedin kurbanı oldular. İnsanlardan ve ilişkilerden güç alarak kendine alan açamayan insan, sahip olduğu “şey”ler üzerinden kendini yeniden inşa etmeye çabalıyor. Aile ve sosyal çevrenin koruyucu şemsiyesi, zihin kodlarımıza bir tür baskı merkezi olarak işlenince hışımla bir tarafa atıldı. Sonuç: Giderek yalnızlığa gömülen insanlık.

İnsanın kemalat yolculuğunu “olma” olarak nitelendiren psikologlar, sahip olunanlar üzerinden kendini tanımlamaya çabalamanın ayaklarımıza takılan prangalar olduğunu da ifade ediyorlar. İnsanlar birbirlerinin ne bildiğine ve ne olduğuna değil nelere sahip olduğuna, nerede vakit geçirdiğine bakıyorlar artık. Bilgi ve değer üreten, kendisi ve toplumla ilişkilerini de bu damardan besleyen insanlar giderek azaldı. Şimdilerde kimlik ve aidiyet; insanın neleri, nasıl, nerede, kimlerle tükettiği üzerine bina ediliyor. Sosyal medya bu işin vitrini olmayı çoktan üstlenmiş durumda.

İnsana sahip olduğu, harcayıp tükettiği, kısmen de teşhir ettiği nesneler üzerinden değer biçen modern hayatın algı bombardımanı o kadar güçlendi ki artık, tüketimle meşgul olmayan, bir şeylere sahip olduğunda yaşayacağı hazzı çok da önemsemeyen insanlar gündem dışı kalıyor, toplumda değer ve ilgi görmüyor, marjinal sayılıyorlar.

Oysa burada asıl güçlenen, giderek yalnızlaşan ve kendine yabancılaşan insanın trajedisinden beslenen, kendi cebini doldurabilmek için de bu acıyı besleyen kapitalizm oluyor. Onun gözünde artık hepimiz potansiyel müşteriye dönmüş durumdayız.

ALGI YANILSAMASI: İHTİYAÇ MI? İSTEK Mİ?

Bilişsel sistemimiz üzerine yapılan çalışmalar; insanın zaman zaman içinde bulunduğu duruma ilişkin ipuçlarını farklı okuyabildiğini, dolayısıyla algılama ve yorumlamalarda yanılsamalar yaşayabileceğini göstermektedir. Bunlara bir de içinde bulunduğumuz duygu durumunun verileri eklenince bazen somut koşulları yeterince objektif değerlendirememek doğal karşılanabilir. Burada dikkate değer olan husus pazarlama ve tüketim endüstrisinin; psikolojinin düşünce, duygu ve davranış arasındaki döngüsel ilişki konusunda yaptığı çalışmalarından ustaca yararlanmasıdır. Bir ürünü pazarlarken bazen zihinlere onun reel bir ihtiyaç olduğu, çoğunlukla da duygulara “ona sahip olduğunda kendini ne kadar mutlu, doygun, huzurlu, güzel vs. hissedeceği” empoze edilir. “Tüketimde duygunun bir gramı gerçeğin bin tonuna eşittir.” söylemine yaslanan medyanın ve popüler kültürün etkisiyle de “irrasyonel tüketici” tipine dönüşürüz farkına varmadan. Böylelikle, imal edilmiş arzular bizi gerçekten ihtiyacımız olmadığı hâlde sahip olmaya sevk edildiğimiz şeyleri “ister” hâle getirir. Normalde ihtiyaç duymadığımız, hatta satın aldıktan sonra pişman olacağımız lüzumsuz şeyleri satın alırken aslında elde ettiğimiz şey; bir mal değil anlık haz ve anlamını yitirmiş bir deneyimdir. Biz kendi seçimlerimizle davranışlarımıza yön verdiğimizi düşünürken edilgin ve tatminsiz bir şekilde, pazarlama ve reklamcılık sektörünün açık hedefi hâline gelmişizdir bile.

İnsanlar; endüstriyel büyümenin ortaya çıkardığı bu “modernleştirilmiş yoksulluk”un pençesinde acıyla kıvranıyor, özerk biçimde hareket etme yetilerini kaybediyor. Kendine özgü seçimleri ve beğenileri olan, değerleriyle barışık, özgüveni yerinde, elde mevcut olanı en verimli şekilde kullanmayı kendi iradesiyle seçen kişiler olma becerisi giderek yok oluyor. Birer tüketim obezi hâline dönüşen modern insan, giderek kendini tüketiyor.

NE YAPIYORUZ?

Metropol hayatın getirdiği yalnızlık ve yabancılaşmayla başa çıkmanın, kendini bir sosyal statü ve gruba ait hissetmenin sancısıyla ruhlarda oluşan boşluklar; nesnelerle doldurulmaya çalışılır. Birlikte yeterince zaman geçirilemeyen eş, akraba ve çocuklarla ilişkileri; değerlerimizin nesnelere aktarıldığı tüketim istasyonlarında çeşitli temalı günler ve yıl dönümleriyle telafi çabasına gireriz. Nesnelerle mutlu olmaya çalışmanın kısır döngüsü de böylece başlar: İhmal edilen ilişkileri nesnelerle telafi etmek, nesnelere sahip olabilmek için çok çalışmak, yoğun çalışırken ilişkileri ihmal etmek…

 

BANA NEREDEN ALIŞVERİŞ YAPTIĞINI SÖYLE, SANA KİM OLDUĞUNU SÖYLEYEYİM

Günümüzde tüketim biçimi, kişilerin temel ihtiyaçlarının giderilmesinden çok, diğer insanlarla sözlü ya da sözsüz bir iletişim kurma yolu hâline geldi. Kişinin toplum içindeki konumu, tüketebildikleriyle ölçülmekte. Alışverişten dönerken X markasının poşetini taşımak bile kendini ayrıcalıklı hissettirebiliyor insana.

Tüketimin insan hayatındaki rolünü inceleyen sosyologlara göre tüketim, “Ben kimim?” ve “Ne kadar değerliyim?” demenin yeni bir yoludur. Bu durumda tüketim, özellikle de “göze çarpan” tüketim, bir “statü sembolleri” sistemi olarak hizmet eder. Tükettilen şey kişinin statüsüne ait bir sembol vazifesi görür.

Fransız sosyolog Baudrillard, tüketicilerin örneğin giyim eşyası, gıda, takı, mobilya ya da bir eğlence tarzını; kim olduklarıyla ilgili zaten var olan duygularını dışa vurmak için satın almadıklarını öne sürer. Aksine insanlar, kimlik duygularını, bu satın aldıkları şeyler aracılığıyla oluşturmaktadır-
lar. Örneğin, modern ve postmodern kapitalizmde bir insan kendiliğinden “yakışıklı bir erkek” olamaz. İnsanlar, kendi kimliklerini oluşturmalarına yardımcı olacaklarını düşündükleri malları tüketerek, olmayı arzu ettikleri varlık gibi olmaya ve kendileriyle ilgili bu imajı, bu kimliği sürdürmeye çalışırlar. Giysiler, parfümler, otomobiller, yiyecek ve içeceklerin hepsi; bu süreçte rol oynayabilecek şeylerdir.

Bir tüketim metaı olarak imajları üretip pazarlayan kitle iletişim araçları büyük bir hoparlör gibi yayın yaparak bölge, dil, din farkı gibi engelleri aşıp toplumda geçerli ve yaygın olan imajların standartlaşmasını sağlarlar. Açık tavsiyeden hoşlanmayan insan, özellikle reklamlar yoluyla bilinç dışına yüklenilen bu “ideal”lerle kendi “sıradan” hayat ve kişiliğini kıyaslamaya başlar. Var olana şükredebilme ve kanaatkârlık, göz tokluğu gibi bizi biz yapan değerlerimiz ilk yarayı bu kıyaslamalardan alır.

Sürekli memnuniyetsizlik, başkalarında olana gözünü dikme ve haset, üzerinde durmaya çalıştığımız zeminin altını oyar. İçine düşülen boşluk George Ritzer’in “tüketim katedralleri” olarak tanımladığı AVM’lerde giderilmeye çalışılır. Evlerimize bereketiyle gelmesi gereken misafirler bile artık bu mekânlarda ağırlanır.

BİR'DEN ÇOK'A: İSRAFA GİDEN YOL

Diderot, 1772 yılında yazdığı “Eski Sabahlığımdan Ayrılmanın Pişmanlıkları” başlıklı makalesinde bir arkadaşının kendisine yeni bir sabahlık hediye ettiğinden söz eder. Bu yeni sabahlığın kendisini, odasındaki her şeyi değiştirmeye nasıl da mecbur ettiğini anlatır:

“Böyle güzel ve şık bir sabahlığa ona uyum sağlayacak yeni bir çalışma masası yakışırdı. Yeni masa; kitap kutusunun, sandalyelerin, duvar halısının ve odadaki diğer eşyaların benzer biçimde bütünlük ve uyum sağlayacak biçimde değiştirilmesini gerektirdi. Yeni sabahlık, bir anda çalışma odamdaki her şeyin eski püskü görünmesine neden olmuştu ve yenileriyle değiştirilmeliydi. Hâlbuki arkadaşım, bu hediyeyi vermemiş olsaydı odanın değiştirilmesine de gerek kalmayacaktı.” Bu hikâye hepimize tanıdık geliyor değil mi?

GERÇEKTE TÜKETTİĞİMİZ NE?

Tüketim kültürü kendini sadece mal/eşya bazında göstermiyor. Hızlı, özensiz ve çabuk tüketime dayalı yaşam içerisinde çabuk tüketilen cümleler ile konuşan ve yazışan, sürekli koşuşturan bir topluma dönüşüyoruz. Yavaş oldukları için yaşlılar bile daha az önemseniyor. Çocuklarımıza en çok, daha hızlı hareket etmelerini söylüyoruz.

Zihin ve kültür dünyamızı nakış nakış işlemesi gereken kitap veya makaleler bile özenle yazıl(a)mıyor, yazılanlar da baştan sona okunmuyor. Atlayarak gözden geçiriliyor. Okunanın sadece özeti anlaşılmaya çalışılıyor. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma “in”, derinlemesine çabalar “out” olmuş durumda. Herkes ‘hap’ şeklinde verilen bilgiler peşinde.

Artık evliliği sürdürebilmek için uğraşmak, çaba sarf etmek yerine kolayca boşanma kararı alınabiliyor. Boşanma kararı veren çiftlerin birçoğu, ilişkilerini onarmak yerine “İnceldiği yerden kopsun” mantığıyla hareket ediyor. Sevgiyi, merhameti, emeği küçümseyen, şişirilmiş egoların güdülemesiyle özünde mevcut iyiliğe yüz vermeyen insan; mutluluk ve huzuru hep kendi dışındaki şartlara bağlayarak âdeta kendinden kaçıyor. “Mutluluk kişinin, kendinden daha büyük bir davaya kişisel adanışının amaçlanmayan bir yan etkisi olarak oluşmalı.” diyen Victor Frankl gibi düşünen neredeyse yok artık. Mobilize olmuş ilişkilerde vefa, sadakat ve güven kendine yer bulamıyor.

EŞYADAN AZAT OLMAK

İnancımıza göre insan; emrine amade kılınan kâinata, emanet gözüyle bakmalıdır. Kendi bedeni dâhil bütün varlık âlemi Allah’ındır (Yasin, 36/83; Mülk,67/1.). İnsanın dünyadaki serüveni yeryüzünü imar etmek, hakkı ve adaleti yeryüzüne hâkim kılmak üzere takdir edilmiştir.

Sadece bedensel varoluşu bakımından tabiata/eşyaya bağımlı olması gereken insan, ruhunun bekası için aslında “eşya”dan azat olmaya muhtaçtır. Yanlış anlaşılmasın, mal mülk sahibi olmayı kötülemek değil kastımız. Malın bizatihi kendisi hayır ya da şer olmaz. Mesele, kişinin malın emrinde değil malın kişinin emrinde olmasıdır.

Hayatın realitesine göz kapamaya asla izin vermeyen bir dinin mensubuyuz. Tüketimin, harcamanın bizatihi kendisini kötülemek akıl dışılık olur. Tüm yazı boyunca yergi içeren cümleler, tabiata ve eşyaya bakışımızda zihinlerde yaşanan dönüşüme ilişkindir. Biliyoruz ki insanın kendi hayatiyeti, aile efradının iaşe ve ibatesi, toplumsal gelişmişlik düzeyinin artması için yapması gereken hatta yapmadığında sorumlu olacağı harcamalar vardır. Bunların bir kısmı nafaka yükümlülüğü başlığı altında fıkıh kitaplarında yer alır. Allah Teâlâ, meseleye sadece yükümlülük çerçevesinden bakmamızı da istemez; en yakınlarından başlayarak insana yapılan her maddi/manevi ikramı bir’den yedi yüze ulaşan bir geri dönüşle ödüllendireceğini ilan eder (Bakara, 2/261.).

Harcamalar konusunda müminlere önemli bir kıstas ve “vasat ümmet” olmanın bir alameti olarak itidal emredilir: “Onlar, harcadıklarında ne israf ne de cimrilik edenlerdir. Onların harcamaları, bu ikisi arası dengeli bir harcamadır.” (Furkan, 25/67.).

Ulemanın, insan ihtiyaçlarını öncelik sıralamasına tabi tutarak zarûriyyât, hâciyat ve tahsîniyyât şeklinde sıralamasının ne anlama geldiğini doğru okumamız gerekir. Ailesinin nafakasını temin edemeyenlerin, mesela cep telefonunda bir üst modele sahip olmaya çabalaması; çocuğunun eğitim ve sanat çalışmalarına harcama yaparken eli titreyenlerin, kendini iyi hissetmek için eşyalarını değiştirmeyi kendine dert edinmesi bizi düşündürmeli.

Tıpkı şu bilgilerin bizi düşündürmesi gerektiği gibi: “Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, 2007-2017 yıllarında ithal edilen cep telefonları için 23 milyar 708 milyon 146 bin 266 dolar ödendi. Bu rakam, maliyeti 4 milyar dolar olarak belirlenen Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nün 6 katı oldu.”

HER ŞEY BİTTİ Mİ?

Tüm bu olumsuzluklarla sonuna kadar mücadele etmeyen birey; giderek kendine ait aklı, iç özgürlüğü ve kişisel değerleri olan bir varlık olma duygusunu yitirir. İnsanı insan yapan iradi güç, yani bütün koşullar altında insanın kendi tutumunu belirleme gücü var oldukça insan küllerinden yeniden doğmayı başarabilir. Yol haritamız belli: Sınırsızca, hesapsızca tüketerek var olabileceğimizi dikte eden anlayışa karşı koymak, hayır diyebilmek.

Şuara, 26/151-152: “Yeryüzünde düzeni bozan ama düzeltmeye yanaşmayan aşırıların istediklerini yapmayın.”

Kehf, 18/28: “Rızâsını dileyerek sabah akşam Rablerine dua edenlerle olmak için elinden gelen çabayı göster. Dünya hayatının çekiciliğine meylederek gözlerini onlardan çevirme! Bizi anmaktan kalbini gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme!”

SINIRSIZ TÜKETİMİN AĞIR BEDELİ

“Tüketim için kullanılan geniş kaynakların birçoğu sürdürülebilir düzeylerin çok üzerinde kullanılıyor. Son 50 yıl içinde dünya genelindeki içme suyu tüketimi üç kat, fosil yakıt tüketimi de beş kat arttı. Kuzey Çin’deki yer altı suyu seviyelerinden Kuzey Atlantik’teki balık tarlalarına kadar bütün yenilenebilir kaynaklar tehlike altında. Sürekli artan tüketimin yarattığı kirlilik, kaynaklardaki bozulmalar giderek çoğalıyor. Bunun bedeli yalnızca mahvolmuş ekosistemlerde değil, özellikle en yoksul kesimdeki hastalıklarda ve sefalette de görülüyor. Fosil yakıt tüketimindeki artıştan dolayı atmosferde biriken milyarlarca ton karbondioksit de iklim değişimleri hâline dönüşerek bu bedeli tüm dünyaya ödetiyor.”

Meral Günel / Diyanet Dergi

adminadmin