Kültür
Giriş Tarihi : 06-10-2019 13:00   Güncelleme : 06-10-2019 13:00

Türk diline dil uzatanların dilleri kurusun!

Bilin bakalım başlıktaki bu söz kime ait? Ne zaman, hangi olay üzerine söylenmiş?

Türk diline dil uzatanların dilleri kurusun!

Bu sloganik ifadelerin devamı da var. Onları da yazıyorum:

Türkçeyi istemeyenin Türkiye'de yeri yok­tur!”

"Yaşasın Türkiye, yaşasın Türkçe"

Merakınızı gidermek adına söylüyorum. Başlıktaki söz Peyami Safa’ya ait. Diğer sözler ise MTTB gençliğine.

Hey gidi günler hey!

Bir zamanlar Türkiye’de, ülkenin en büyük gençlik teşkilatı Türkçe için sokaklara çıkıyor. Bir ünlü romancımız onları tetikleyen konuşmalar yapıyor. Gazeteler günlerce bu olayı manşetlerden veriyor. Beyoğlu, Galata ve çevresindeki mağazalar, tabelalarındaki yabancı dillerde yazdıkları isimleri kaldırıp Türkçelerini koyuyor.

Acaba ne olmuş da böyle bir başarı hikâyesi yazılmış? Bu olaya tarihte Vagon Li Olayı deniyor. Yıl 1933. Aylardan Şubat. Şubatın 24’ü. Cumhuriyet gazetesi, "Vagon-Li şirketinde çirkin bir hâdise. Türkçeyi istemeyenin Türkiye’de yeri yoktur!" manşeti ile çıkıyor.

Olay şudur: Fransız Vagon Li şirketinde çalışan Naci Bey, telefonda bir müşteriyle Türkçe konuşur. Şirket müdürü M. Jannoui, “Bu şirkette Fransızca konuşulur, niye Türkçe konuşuyorsun?” diye Naci Bey’e çıkışır ve ona hakaret etmekle kalmaz, işine son verir.

Şirket çalışanları, kararın geri alınması için müdüre ve şirket mümessilliklerine başvursa da bir sonuç alınmaz. Ertesi gün Beyoğlu'nda buluşan gençler, "Bu memlekette Türk ve Türkçe hâkimdir!" diyerek bir eylem başlatır, şirketin camları kırılır.

Zamanın en büyük gençlik teşkilatı MTTB, olaya el koyar. Gençler toplanır ve, “Türkçeyi istemeyenin Türkiye'de yeri yok­tur!", "Yaşasın Türkiye, yaşasın Türkçe" sloganları atarak nümayiş düzenler. Peyami Safa bu nümayişe katılır ve "Türk diline dil uzatanların dilleri kurusun!" diye bir konuşma yapar. Yükseköğretim gençliği Türkiye'nin sömürge olmadığı ve Türkçeden başka dilin hâ­kimiyetinin kabul edilemeyeceğini haykırır.

Olayla ilgili soruşturma yapılsa da gençler hakkında herhangi bir işlem yapılmaz. Hatta hükümetten bir tebrik telefonu bile gelir MTTB’ye.

Nümayiş sonuç da alır. Naci Bey, işine tekrar döner. Beyoğlu ve çevresindeki yerleşim yerlerindeki Fransızca, İngilizce mağaza isimleri Türkçe olarak değişir. Bu değişiklik zoraki, devlet eliyle olan bir değişiklik değildir. Halkın tepkisini dikkate alan iş yeri sahipleri bunu gönüllü olarak yapmıştır.

 

Bugün aynı sonuç alınabilir mi?

Bu, Cumhuriyet tarihinde gençlerin dâhil olduğu ilk eylemdir.

Şimdi şapkayı önümüze koyalım, düşünelim. İ’lerin üzerine noktaları koyalım.

Aradan 86 yıl geçti. Türkçenin yabancı diller karşısındaki durumu nedir bugün?

Bu hassasiyet nereye gitti?

Türkiye’de o günkü gençliği harekete geçiren, hükumetten aferin alan, vakayı müspet bir sonuca ulaştıran MTTB bugün var mı?

Var.

Pekiyi nerede? Böyle bir nümayiş bugün yapılabilir mi? Yapılırsa bir sonuç alınabilir mi?

Hadiseye baktığımızda görmenizi istediğim başka ayrıntılar da var. Önce biraz cevap yazalım.

Bu hadisenin en temel özelliği “tepkisel” olmasıdır. Bir bilinçten çok, duyguların harekete geçtiği bir hadisedir. Evet, tepki önemli bir metottur, sonuç da verebilir ve fakat bilinç/şuur yoksa o tepkinin tesire sınırlı olur.

Sonuç almak için her zaman tepki göstermeniz gerekir ki bu hem mümkün değildir hem tehlikelidir hem de tekrar eden hareket önceki tesirini kaybeder. Önemli olan şuurlu harekettir. Şuur her daim sonuç alır ve zaten bu tür menfi sonuçlara izin vermez.

Demek ki tepkisel hareketlerden elde edilen sonuç, meseleyi çözmüyor, kısmi olarak elde edilen sonuç kalıcı olmuyor.

Bir şeye hep şaşmışımdır.

Bu ülkede dinimizin; cinayete, haksız kazanca, gayrimeşru ilişkiye, adaletsizliğe cevaz vermediği, aksine büyük günahlardan saydığı, bu amellerin iman ile bağdaşmadığı yıllarca söylenmiştir, söylenmektedir ve fakat söylendikçe bu hususlardaki cür’et artmaktadır. Neden? Nasıl oluyor? Önceleri sadece kitaplarda yazıyordu, camilerde hutbe ve vaazlarda söyleniyordu. Şimdi gazetelerde, radyo ve televizyonlarda, internette ve sosyal medyada söyleniyor ve söylendikçe menfilik çoğalıyor.

Aynı şey Türkçe için de geçerli. Ben kendimi bildim bileli Türkçeye vurgu yapılır, Türkçenin öneminden bahsedilir, siyasiler, kurumlar, belediyeler, Bakanlıklar bu hususta hep uyarıcı mesaj verir. Ancak azalacağına çocuk giysisinden sakıza, çikolatadan kalem ucuna kadar ne varsa hepsi isim olarak “gavurlaşıyor, gavurlaşma çoğalıyor”.

Neden?

Türkçenin başına gelen bu musibete karşı nümayişe geçen o günkü MTTB’ye sorulması gereken esas soru bence bu değil. Esas soru şu: Harf inkılabı yapılalı daha beş yıl olmuş (1928). Acaba bu teşkilat, bu gençlik, bu (İstanbul) milleti o zaman nerdeymiş? Dil denilince sadece telaffuzu mu anlıyorlarmış acaba? Yazı, dilin esası değil miymiş?

Eğer konuşma ve hatta tabela üzerine gösterilen hassasiyet, beş yıl önce harf hakkında da gösterilseydi aynı sonucu alabilirler miydi? Bu sorunun cevabı yok ve fakat sorulması gerekti. Sorduk.

Cumhuriyet dönemindeki ilk gençlik hareketi

Devletin örtülü olarak desteklediği Vagon Li Olayı, Cumhuriyet tarihinin ilk gençlik hareketidir. Bunun önemi şudur ki gençliğin milliyetçi damarlarının kabartılması öncelikle işgal edildiği için toprak, vatan, sonra da dil üzerinden gerçekleşmiştir. Dikkat edilirse Türkçe ile Türklük, Türkiye yan yana ele alınmıştır.

En önemli saik de saldırının “dışarıdan” gelmesidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun devam etmesi de bu husustaki hassasiyeti artıran sebeplerdir. Bunun farkındayız.

Bu hassasiyetten çıkardığımız diğer bir sonuç da şudur ki haksızlık, saldırı, sömürü gibi kavramlar kullanılmadan da istediğiniz sonucu alabilirsiniz. Bunun yolu da kavramları değiştirmektir. Yenilik, modernlik, çağdaşlık, terakki, Batılaşma gibi kavramlar işte bu işe yaramıştır. Bu kavramlar tek başına yetmez, Batılı değerleri getirenlerin de Türk olması gerekir. “Sen”den olduğunu düşündüğün kişiler önce ikna yolunu dener, ikna olunmazsa kanunlar devreye girer. Kanunların yetmediği yerde devreye vatana ihanet cezası ve sürgünden tutunuz idama kadar varan yaptırımlarla mutlaka sonuç alınır.

Bu olayı somutlayan bir örnektir Halide Edip’in Sultanahmet Konuşması. İngiliz işgali altındaki İstanbul’da yapılmıştır o konuşma. Konuşmayı yapan kişi “çarşaflı bir kadın”dır. Maraş’ta çarşaflı kadınlara saldıranlar Fransızlar idi. Eğer bir Türk’ün kadınına, kızına Fransız askeri saldırırsa; onun sonu nereye varır, bu gösterilmiştir. Bu tür saldırının sonunda kan dökmek de vardır. Hürriyete ancak bu şekilde kavuşulur.

1915’te Sultanahmet Meydanında kara çarşafı ile kürsüye çıkan Halide Edip’ten 80 yıl sonra, bu memleketin kızları, o meydandaki üniversiteye, devlet dairesine, okullara -bırakın çarşafı- başörtüsü ile girememiştir.

Ne demek istiyorum?

Zalim olsun bizden olsun mu anlayışı var, mı demek istiyorum?

Kadınlarımızın namusuna, örtüsüne sadece biz dokunabiliriz, biz açabiliriz, biz yasaklayabiliriz ve fakat bizden başkası ona dokunursa o zaman kan çıkar mı demek istiyoruz? Eğer böyle dersek bu işleri yapacak “bizden” birilerini her zaman bulacaklardır. Fakat benim demek istediğim bu değil. Demek istediğim o ki dilimize, toprağımıza, dinimize, mukaddesatımıza, örtümüze, camimize, ezanımıza sahip çıkmak için illa dışarıdan bir istilanın, işgalin olması gerekmez. İlla bir gavur postalı görmemiz gerekmiyor kendimize gelmek için. Bir şuur halinin gereği olarak da kendi değerlerimize sahip çıkabiliriz, çıkmalıyız.

Artık bu ülkede ikinci bir Vagon Li Olayı yaşanmaz. Yaşanan hadiseler, geldiğimiz yer Vagon Li hadisesini kat be kat geçmiş durumda. Ve görüyorsunuz kimseden tık yok.

MTTB’den bile.

Aslında -bizim mensubu olduğumuz “Kitab” görselli MTTB’den bahsediyorum. Bozkurt’tan sonra Kitap ambleminden de uzaklaşmış kendini Bayrak ile tanımlamış MTTB’den doğrusunu bunu beklemezdik.

MTTB sembol teşkilat

1916’da kurulan MTTB’nin tarihini ve ondan sonra geçirdiği evreleri tartışmak değil niyetim. Sembol bir teşkilat olduğu için söyledim bu sözleri.

Artık o, devlet oldu, devlete vaziyet eden bir teşkilat haline geldi, yani kendini aştı.

O günkü gençlik gitti, Peyami Safa öldü, Vagon Li diye bir şirket de yok bugün.  Şimdi elimizde kendi dilini, kültürünü küçümseyen, ondan nefret eden, tarihine hakaret eden, dinini, maneviyatını kendisi yasaklayan, milletini hor gören, onun değerlerini çiğneyen yeni partiler, yeni basın, yeni nesillerimiz var artık. Mimar Sinan’ın türbesine grafiti yazanlara ne ki… Bin yıllık tarihini, o tarihe renk ve şekil veren dinini hem küçümseyip hem kötüleyen, oryantalist bile olamayan onca televizyon, onca gazete, onca bürokrat ve hatta devlet adamımız var. Tabela olarak her taraf Vagon Li olmuş.

İçeride Türkçe konuşmak yasak değil ve fakat Türkçeye ihtiyaç asgariye inmiş. Teknolojinin dili baskın gelmiş. Yabancı dil ile eğitim yapan okullar birinci sınıf okul olarak kabul ediliyor, yabancı dil bilenler el üstünde tutuluyor, bir yabancı dil yetmiyor ikincisi isteniyor. Buna rağmen enseyi karartmıyorum.

Kurumlardan geçtim.

Üniversiteden, basından da…

Bundan böyle Türkçeyi de dinimiz, inancımız, İslam koruyacak. Bu zamana kadar o korudu zaten. Ezan korudu. Yunus Emre ilahileri ile korudu, Süleyman Çelebi Mevlid ile korudu Mehmet Akif İstiklal Marşı ve Safahat ile korudu. Ben Kayı Boyundanım, öz be öz Oğuz’um, tefsirimi de bu Türkçe ile yazdım diyen Elmalı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili ile korudu. Halkımız Mızraklı İlmihal ile korudu. Muhammediye ile korudu, Envar’ülâşıkınKaradavut ile korudu.

Şimdi yeni bir paragraf açılacakmış gibi oluyor ama söylemesem olmaz.

Ben böyle dedim, ancak siz Türkçe bilir denildiğinde hangi eserleri sözlüksüz okuyup anladığımızı düşünün. Benim ölçüme göre bu eserleri okuyup anlayanlar Türkçe bilir. Türkçe biliyordur.

Bu eserleri okumadan Türkçe biliyorum diyenlere de pek aldırmayın.

Son söz: Halkı Müslüman kaldıkça yaşayacak bir Türkçemiz var.

Kamil Yeşil

https://www.dunyabizim.com/

adminadmin