Kültür
Giriş Tarihi : 19-05-2019 09:30   Güncelleme : 19-05-2019 10:10

Türk-İslam Devlet Geleneğinde Şûra

Kur’an’da insanlığın istifadesine sunulan umdelerden birisi “şûra”dır. Şûra, günümüzdeki ifadesiyle “danışma” demektir.

Türk-İslam Devlet Geleneğinde Şûra

 İnsan, yaşadığı süre içerisinde zaman zaman hayati önem taşıyan kararlar vermek durumunda kalmaktadır. Bireyin vereceği kararlar onun gelişimiyle ilgili olduğu kadar yakın çevresiyle ve içinde yaşadığı toplumun kültürü ile de yakından alakalıdır. Bir kimse sadece kendi yeteneklerine güvendiği takdirde hatalarını göremez. Bazı işlerde doğru hareket etse bile genellikle yanılır. Bundan dolayı sağlıklı karar verebilmek için yeterli derecede bilgi ve deneyime ihtiyaç vardır. Bir ferdin tek başına her türlü bilgi ve deneyime sahip olması zordur. Onun için “Akıl, akıldan üstündür.” denilmiştir.
Kur’an-ı Kerim’den aldıkları ilham sayesinde, asrın idrakine İslam’ı söyleten Türkler; kendi devlet geleneklerinde bulunan ve İslamiyet’i kabullerinden sonra da inandıkları dinin temel kaynağı olan Kur’an’da üzerinde önemle durulan “istişare/meşveret/şûra”yı devlet yönetiminde başarıyla uygulamışlardır. Çünkü Kur’an’da, danışma ve istişarenin önemi vurgulanırken; “Bilmiyorsanız bir bilenden (ehl-i zikr) sorun.” (Nahl, 16/43; Enbiya, 21/7.) buyurulmuştur. Türkler, şûra kelimesine karşılık olarak “işlerde danışma, görüşme, düşünme ve müşavere” anlamına gelen “kenğeş” kelimesini kullanmışlardır. “Kenğeşlik bilig artamas” yani “Danışıklı iş bozuk olmaz.” (Kaşgarlı Mahmud, Dîvânü Lügâti’t-Türk, III, 365.) Bu cümle, Türklerin şûraya ne kadar değer verdiklerini göstermektedir.
Türk-İslam Devletlerinde Şûra
Şûra ilkesinde, devlet başkanı her ne kadar istişare sonucunda alınan kararları yürürlüğe koyup koymama hususunda birtakım yetkilerle donatılmış olsa da yönetim anlayışında meşveret prensibini ön plana çıkarması, demokratik bir yaklaşım içinde olduğunun bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Nitekim bu konuda müstakil bir eser telif eden Mehmet Saray; “...Bugünkü cumhuriyetlerin Türk halklarının ataları, diğer milletlerle mukayese edilemeyecek derecede meclis ve demokrasi fikrine sahip idiler. Hiçbir Türk devleti tek bir kişi tarafından yönetilmemiştir. Her Türk devletinin bir meclisi olmuş ve bu mecliste bazen halkın temsilcileri ve bazen de devletin yetkilileri ülke meselelerini enine boyuna tartışmışlardır...” (Saray, Mehmet, Türk Devletlerinde Meclis, s. V.) demektedir. Dolayısıyla Türk devletlerinde mevcut olan ve meselelerin ayrıntılı bir biçimde müzakere edilmesi, karşılıklı olarak fikir alışverişinde bulunulması gibi olgular Kur’an’da da önem verilen bir husustur. Kur’an’da, şûra ile ilgili olarak öncelikle Hz. Peygamber’e idari ve diğer işlerde ashabına danışması emredilmektedir. “...Onları affet, bağışlanmaları için dua et; (yapacağın) iş(ler) hakkında onlara danış, karar verince de Allah’a dayan; çünkü Allah kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Âl-i İmran 3/159.) buyurulmaktadır. “...Onların işleri, aralarında danışma (şûra) iledir...” (Şûra 42/38.) mealindeki ayet ile şûranın insan hayatındaki önemi vurgulanmakta ve işlerini istişareyle yapan müminler övülmektedir.
Karahanlılarda Şûra
Karahanlı devlet teşkilatına dair bilgileri, Karahanlılar döneminde Yusuf Has Hâcib tarafından yazılan “Kutadgu Bilig” te bulmaktayız. Zira bu eser, “Karahanlı Devlet Teşkilatı” adı altında müstakil bir çalışma yapmış olan Reşat Genç’in de önemli bir kaynağını oluşturmaktadır. Karahanlı devletinde Türklerin ideal hükümdar tipi, onların erdem olarak kabul ettikleri yüksek ahlâkî değerleri şahsında toplayan kişidir. (Genç, Reşat, “Karahanlılar”; Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c.VI, s.166.) Bu hükümdarlar, “Tonga, İlig, Buğra, Arslan, Tamgaç (Tafgaç, Tabgaç), Han, Hakan ve Terken” gibi unvanlar kullanmışlardır. Türklerin daha Hunlar zamanından beri tanıdıkları “Katun” tabiri Karahanlılarda da (çoğu defa Hatun şeklinde) kullanılmakta olup hükümdarın yanında yer alan “Hatun”, diğer Türk devletlerinde olduğu gibi Karahanlı devletinde de mühim bir mevkie sahiptir. Yağru (vezir) esasında başvezir (sadrazam) makamını temsil eden en yüksek hükümet görevlisi olup, emrinde de günümüz kabinelerine benzeyen büyük bir “Divan” bulunmaktadır. Bu divanda, idari işler görüşülerek kararlar alınır ve bu kararlar hükümdara arz edilip onun onayı alındıktan sonra uygulamaya konulur. (Genç, Reşat, a.g.e., s. 170-174.)

Selçuklularda Şûra
Selçuklu devleti, Türk-İslam orijininden gelen “töre”, “kut”, “şûra” gibi kurumların birleşmesiyle meydana gelmiştir. (Turan, Osman, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, s.217.) Eski Türk devletlerinin, bir bakıma demokratik anlayışla örtüştüğü söylenebilecek ananesi olan “şûra”, Selçuklulara da intikal etmiştir. (Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi, I, 122.) Zira, Büyük Selçuklu Devleti’nde “âlimler ve ihtiyarlar meclisi”, “müşavere meclisi” veya “meşveret meclisi” adını taşıyan bir kurumun oluşu (Taneri, Aydın, Türk Devlet Geleneği, s.237.) bu geleneğin devam ettiğini göstermektedir. Selçukluların danışmaya verdiği önemi daha iyi kavrayabilmek için Selçuklu vezirlerinden Nizamü’l-Mülk’ün (ö. 485/1092.) “Siyasetnâme” isimli eserini incelemenin yeterli olacağı kanaatindeyiz. Nizamü’l-Mülk bu eserinde, önemli problemleri danışmak suretiyle insanın fikir gücünü artırabileceğini belirtmektedir. Ona göre danışmak, bireyin tam fikir sahibi olmasını ve ileriyi görmesini sağlar. Nizamü’l-Mülk, şu dikkate değer fikirleri zikreder: “Devlet yönetimi hakkında bilginler ve cihan görmüş kişiler ile tedbir almak gerekir. Tedbir alan kişilerin sayısı ne kadar fazla olursa, gücü de o kadar fazla olur. On kişinin alacağı tedbir, üç kişinin alacağı tedbirden daha kuvvetli olacaktır.” (Nizamü’l-Mülk, Siyasetname (Siyeru’l-Mülûk), 133, 134.)
Nizamü’l-Mülk’ün bu uyarılarının lafta kalmadığını, Selçuklu devlet mekanizması içerisinde uygulandığını da kaynaklardan öğreniyoruz. Zira meşveret ilkesinin uygulandığına dair en önemli gösterge, Selçuklu devlet yönetiminde “Divan-ı Saltanat/Büyük Divan” adı verilen bir meclisin bulunmasıdır. (M. A. Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, III, 157-187; Kafesoğlu, İ, “Selçuklular”, İA, X, 388-399.) Bu meclisin çalışmaları hükümet başkanı olan büyük vezirin riyasetinde yapılmaktadır. Meclisi oluşturan üyeler ise şunlardır: İçişleri, dışişleri, maliye, askerî eğitim ve donatım, adalet işlerinden sorumlu olan vezirler ile ordu komutanları, şehzadeler, onların yetişmesinden sorumlu olan ata-beglerdir. Ülkenin çözüm bekleyen problemleri bu divanda tartışılmakta ve alınan kararlar devletin başı olan Selçuklu sultanı tarafından genellikle kabul edilmektedir. Bununla birlikte, nadiren de olsa meclisin almış olduğu bu kararları Selçuklu hükümdarı değiştirebilmektedir. Bütün bu bilgilerden anlaşılan odur ki Selçuklu Devletinin başındaki hükümdar, devleti, meclisin aldığı kararlar çerçevesinde idare etmiştir. Selçuklu Devletinde gelişen bu meclis sistemi Anadolu Selçuklularında da biraz değişikliğe uğramakla birlikte aynı şekilde devam etmiştir. Bu küçük değişiklik, özellikle Anadolu Selçuklularının Moğollara mağlup olmasından sonra ortaya çıkmıştır. Moğol istilasından sonra, Anadolu Selçuklularının meclisi teşkil eden divana ve onun yan kuruluşlarına nezaret etmekle yükümlü bir Moğol Naibliği ilave edilmiştir. Bu naiblik, meclisin diğer işlerine karışmamakla birlikte vergi ve maliye işlerine müdahalelerde bulunmuştur. Anadolu Selçuklu devletindeki kısmen değişmiş meclisin adı “Divan-ı Saltanat/Divan-ı A‘lâ”dır. Bu divan, bazen hükümdarın bazen “Sahib-i A‘zam” denen vezirin başkanlığında toplanan en büyük karar ve müzakere organıdır. (Saray, M., a.g.e., s.16,17.)
Osmanlı Devletinde Şûra
Osmanlı Devletinde, idari yapı tesis edilirken oldukça zengin bir “yönetim geleneği” mirası hazır bulunmuş ve bu zengin mirastan engin basiret ve firaset ile yararlanılmıştır. Osmanlı Devletinin idari teşkilatı, en azından başlangıçta İslamiyet’ten önceki Türk devletleri ile İslamiyet’in kabulünden sonra kurulan Türk devletlerinin deneyim ve birikimlerinin bir sentezidir.
Osmanlı Devletinde “devlet teşkilatı”nın kuruluşu Orhan Bey (ö.761/1360.) ile birlikte gerçekleşmiştir. Orhan Bey zamanında (1326-1359) ilk vezir tayin edilmiş ve bir bakıma meşveret meclisinin prototipi olan “Divan-ı Hümayun”, klasik dönemdeki biçimiyle olmasa bile toplanmaya başlamıştır. (Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, “Osmanlılarda İlk Vezirlere Dair Mütalaa”, Belleten, III, 99 vd.) Osmanlı padişahlarının hassasiyetle gözettikleri ve kendi icraatlarının Divan-ı Hümayunda tartışılmasından ne kadar çok hoşlandıklarını dile getiren H. A. Johnstone’un: “... Hükümdarların hiçbir icraatı yoktu ki şûradaki manevî sultan tarafından sorgulanmasın. Osmanlılarda da var olan bu millî müessesenin üzerine gitmek mümkün değildi...” (Johnstone, H. A., Türkler, 30.) dediği bu divana, kuruluşundan Fatih Sultan Mehmed’e (ö. 886/1481.) kadar geçen devirde Osmanlı padişahları başkanlık etmişlerdir. İstanbul’un fethinden sonra büyük bir imparatorluk haline gelen Osmanlı devleti, daha komplike problemlerle karşı karşıya kaldığı için padişahın meşguliyeti artmış ve onun yerine Sadrazam Divan-ı Hümayuna başkanlık etmeye başlamıştır. (Saray, M., 27.) Selçuklulardan intikal eden istişare müessesesi olan Danışma Kurulu, Osmanlı İmparatorluğunda “Meclis-i Meşveret” adı ile devam etmiştir. Hatta bu kurum zamanla önemini kaybeden Divan-ı Hümayunun yerini almış ve yetkisi genişlemiştir. XVIII. yüzyılın sonlarında III. Selim (ö.1223/1808.) devrinde (1789-1807.) devlet işlerinin görüşülmesi için “meclis-i meşveret” sık sık toplanmaya başlamış ve eskiden Divan-ı Hümayuna giren devlet ileri gelenleri bu defa meclisi teşkil etmişlerdir. Savaş konuları görüşüldüğünde Yeniçeri ocağı erkanı da toplantılara alınmıştır. Padişah dilediği zaman bu toplantılara katılmıştır. (Taneri, A., 238.)
Padişahların, “müşir” diye bilinen ve on kişiden teşekkül eden devlet vezirleri olup bu vezirler “Meclis-i Şûra” adı verilen mecliste Sadrazam başkanlığında, Şeyhülislam ve yüksek dereceden iki memurun da hazır bulunmasıyla toplanmışlardır. (Ubıcını, H.A., Osmanlı’da Modernleşme Sancısı, 40.) Bu mecliste harp ilanı, sulh akdi veya yabancı devletlerle anlaşma yapılması gibi önemli kararlar alınmıştır. Oy birliği ile karar vermek mecburiyetinde olan bu meclisin aldığı kararların uygulanması sorumluluğunu ise padişaha karşı sadrazam üstlenmiştir. (Taneri, A., 238.)
Divan-ı Hümayunun aldığı kararların büyük çoğunluğu padişah tarafından onaylanmıştır. Padişah, ender denilebilecek kadar çok az sayıda alınan kararın yeniden görüşülmesini istemiştir. Neticede, Divan-ı Hümayunun aldığı kararlar, en kısa zaman içinde yürürlüğe girmiştir. Genellikle Divan-ı Hümayunda alınan kararlar padişahlarca kabul edildiğine göre, Divan-ı Hümayunun padişahın otoritesini sınırlandırıcı bir işlev gördüğünü söylemek mümkündür. (Okandan, Recai Galip, Umûmî Amme Hukukumuzun Ana Hatları, 37.) Ne var ki, Osmanlı devletinin zaafa düştüğü XVII. ve XVIII. yüzyıllarda Divan-ı Hümayun toplantıları da bozulmaya başlamıştır. XIX. yüzyılın ilk çeyreği sonlarında II. Mahmud (ö.1255 /1839.) zamanında yapılan reformların içine, Meclis (Divan-ı Hümayun) reformu da dâhil edilmiştir. (Mumcu, Ahmet, “Osmanlı Devletinde Meşveret Yöntemi Demokratik Bir Gelişme Sağlayabilir Miydi?”, 3-23.) Osmanlı Devletindeki meclis sistemi en büyük değişikliğe 1856 Tanzimat Fermanı ile uğramıştır. Tanzimat dönemi, Osmanlı devletinin Avrupalılara benzemeye çalıştığı bir dönem olmuştur. Bu dönemde Osmanlılar, pek çok konuda olduğu gibi meclis meselesinde de Avrupa’ya benzemeye çalışmışlardır. Bu şekilde Avrupalıyı taklit etmek, bazen lehimize bazen de aleyhimize olmuştur. Bu dönemde, daha önce var olan “Meclis-i Hass-ı Vükelâ”ya ilave olarak “Meclis-i Âli Tanzimat” ve “Meclis-i Ahkâm-ı Adliyye” kurulmuştur. Fakat bu iki meclis birleştirilerek “Meclis-i Vâlây-ı Ahkâm-ı Adliyye” şekline dönüştürülmüştür. Ne var ki bu birliktelik de uzun sürmemiş ve özellikle işlerin sevk ve idaresinde daha pratik yollara gidilmesini sağlamak maksadıyla hukuki konularla ilgili meclis tanzim edilmiştir. 1867’de “Divan-ı Ahkâm-ı Adliyye” ve “Şûra-yı Devlet” olmak üzere bu meclis ikiye ayrılmıştır. Bir süre sonra da “Divan-ı Ahkâm-ı Adliyye” bugünkü “Yargıtay”ı, “Şûra-yı Devlet” ise “Danıştay”ı oluşturmuştur. (Saray, M., 29, 30.)
1860’lı yıllarda ortaya çıkan Yeni Osmanlı hareketi, modern Batının ortaya attığı problemlere karşılık bulmak; Batının yaydığı evrensel değerlerin yerine geçebilecek, yeni kavram ve kurumlara geçmişten karşılıklar bulmak çabasında olan bir hareket olmuştur. Bu çabaların merkezinde ise “demokrasi” yer almıştır. Yeni Osmanlılar, demokrasiyi “meşveret”; parlamentoyu “şûra”, modern kamuoyunu “ehl-i hall ve’l-‘akd” gibi kavramlarla karşılayarak bu kavramları Müslüman toplumda yerleştirmeye çalışmışlardır. Nihayet Osmanlı devleti çökerken, diğer kurumlara paralel olarak “danışma” kurumunun da bozulduğu anlaşılmaktadır. Osmanlı devletinin kuruluşundan yıkılışına kadar geçen tarihî süreçte, “şûra” ve “meşveret” ilkesi zaman zaman gereği gibi tatbik edilmiş olsa da özellikle devletin son dönemlerinde bu ilkenin uygulamadan ziyade sembolik olarak algılandığını görmekteyiz.
Türk devlet geleneğinin en önemli yönetim ilkelerinden birisi kökleri tarihî derinliklere kadar uzanan “şûra”dır. Türkler zaten kendi geleneklerinde var olan bu ilkeyi, İslamiyet’i benimsedikten sonra dinin içerisindeki istişare ile mezcetmişlerdir.
Türk devlet yönetiminin temel dinamiklerinden biri olan “şûra”, gereği gibi uygulandığı takdirde gerek birey gerekse topyekûn bir millet olarak isabetli ve başarılı adımlar atılmasını sağlar. Şûraya sadece devlet yönetiminde değil hayatın her aşamasında ihtiyaç vardır. Şûra, bilgi birikimi ve tecrübesi olan kişilerle yapılan bir faaliyet olduğuna göre, bireyin hata yapmasını büyük ölçüde önleyen bir ilkedir.

Prof. Dr. Ali Galip Gezgin / Diyanet Dergisi

adminadmin