Kültür
Giriş Tarihi : 22-09-2019 14:00   Güncelleme : 21-09-2019 15:56

Türk romanında bir köşe taşı: Peyami Safa

“Türk romanı” diye bir yapıdan, bir binadan söz edeceksek eğer bunun en önemli taşlarından biri elbette ki Peyami safa tarafından yerine konmuştur. Zorlu bir hayat geçirmiş, mektebe gitmekten mahrum kalmış ama buna rağmen kendi kendine okumuş, her daim kendini geliştirmiş, hastalanmış ama hastalığı yüzünden ah vah etmemiş, hastalığını, azimli olmak için bir araç olarak kullanmış, küçük vücuduna kocaman gelen kafasıyla sayısı bilinmeyecek kadar çok yazı yazmış yazar, muharrir, mütefekkir.

Türk romanında bir köşe taşı: Peyami Safa

Peyami Safa, batıyı her zaman sorun etmiş bir adamdır. ama bu sorunlaştırma, tu-kaka etmek, ötekileştirmek için değil bilakis anlamlandırabilmek ve batının doğru yaptığını düşündüğü şeyleri alıp, burada kendi özümüzle yoğurarak ona yeni bir soluk getirmek içindir. doğulu olduğunun idrakindedir. fakat doğulu olduğu için doğuyu yermekten kaçacak değildir. gerektiğinde batıyı över, gerektiğinde doğuyu yerer. doğru bildiğini söylemekten hiçbir zaman çekinmemiştir. bu sebeple de başı pek çok kez kalemi ve dili yüzünden belaya girmiştir.

Peyami Safa, 2 nisan 1899 tarihinde İstanbul’un gedikpaşa semtinde dünyaya gelmiştir. asıl adı Osman Peyami Safa’dır. bu isim ona, babasının da yakın dostu olan, dönemin önemli şairi Tevfik Fikret tarafından verilmiştir.[1]

Peyami Safa, edebi bir geçmişi bulunan bir aileden gelmekteydi. annesi server bedia hanım, babası şair-i mader-zad (anadan doğma şair) olarak bilenen ismail safa ve dedesi, şair trabzonlu mehmet behçet efendi’dir. aynı zamanda iki amcası ali kemal akyüz ve ahmet vefa da dönemin bilinen şairlerindendir. kardeşi ilhami safa da gazeteci ve yazardır.

sultan II. abdülhamit’e karşı sergilediği muhalif tutumlardan dolayı sivas’a sürülen ismail safa sürgün psikolojisi ve kızlarının erken yaşta ölümü sebebiyle sürgün edildikten yaklaşık bir yıl sonra hayata gözlerini yumar. iki yıl içersinde ailesinden üç ferdi yitiren server bedia hanım çareyi istanbul’a dönmekte bulur ve gedikpaşa’da küçük bir eve, iki oğluyla beraber yerleşir. peyami safa’nın 10 yaşına kadarki çocukluğu ise burada, gedikpaşa’da geçer.[2]

dokuz yaşındayken sağ kolunda baş gösteren bütün hayatını ve ruhi gidişatını etkileyen hastalık ortaya çıkar. annesine bakma zorunluluğu ve maddi durumu kötü olması sebebiyle okulu yarım bırakmak zorunda kalır. hayatının daha başında kaderin önüne serdiği bu zorlu mücadele Peyami Safa’nın kişiliğinin oluşmasında oldukça büyük rol oynar. bu zor dönemi kendisi şöyle anlatır:

“benim şuurum bir facia atmosferi içinde doğdu. ben iki yaşımda iken, babam ve kardeşim sivas’ta on ay içinde öldü. böyle kısa fasılayla hem kocasını hem de çocuğunu kaybeden bir kadının hıçkırıkları arasında kendimi bulmaya başladım. belki bütün kitaplarımı dolduran “bir facia beklemek vehmi” ve yaklaşan her ayak sesinden bir tehlike sezmek korkusu, böyle bir başlangıcın neticesidir. dokuz yaşımda başlayan hayatımı kazanmak zarureti; beni, edebiyattan evvel, kendini anlamaya ve yetiştirmeye mecbur bir küçük insanın tamamiyle hayati zaruretlerden doğma bir terbiye, psikoloji ve felsefe tecessüsiyle doldurdu.”[3]

çocukluk döneminde peyami safa, hep çok meraklı, haşarı, her şeyi öğrenmek isteyen daha da önemlisi bunu çok da çabuk yapan bir çocuktur. bu durumla alakalı kendisinin de şöyle bir beyanı vardır:

altı, yedi yaşımda iken her gece yatağa girdiğim vakit beynime sataşan bir fikir vardı ve uykumu kaçırırdı. her gece düşünürdüm ve kendime sorardım: “ben dünyaya gelmeseydim ne olurdu?”[4]

o zamanlarda büyüyünce ne olacaksın sorusuna verdiği cevap doktorluktur.[5]fakat hayatı bu şekilde gelişmez. bu değişimin belki de en önemli sebebi, ömrü boyunca büyük bir muhabbet beslediği, zor zamanlarında ailesine kol kanat germiş olan, baba dostu[6] abdullah cevdet’in ona “peyami, geleceğin bunun içindedir”[7] diyerek sünnetinde fransızca lügat (petit larousse) hediye etmesidir. bu lügatı yanından ayırmayarak küçük yaşta fransızca öğrenmeye başlamış ve ilerde bir fransızca gramer yazabilecek kadar kendini geliştirmesini bilmiştir.[8]

1910 yılında vefa idadisi’ne (bugünkü adıyla vefa lisesi) girer. küçüklüğünde başlayan her şeyi öğrenme isteği kitaplarla beraber artarak devam eder. ruhi tecessüslerine hala cevap aramak istemektedir:

“on üçle on dört yaşım arasında, sırf kendi meraklarımı gidermek için, liseye devam ederken merhum baha tevfik bey’in neşrettiği teceddüd kütüphanesi serisinden bir ruhiyât kitabı aldım. bu eser, kalıp haline sokulmuş tasniflerin, insan ruhunu hassasiyet, zihin ve irade gibi raflara ayırmasıyla, nâmütenahi derecede terkipler arzeden temayüllerimizi şahsî, içtimaî ve âlî gibi üç basit kategoriye indirmesiyle benim ruhi tecessüslerime hiçbir cevap vermiyordu. esasen bahtsız bir çocuktum. içimde oynayan dramları bu kitap tefsire müsait olmaktan çok uzaktı.”[9]

kolundaki hastalık, yaşadığı fakirlik ve üst üste yaşadığı acılar kendine güvenini yitirmesine ve içine kapanık bir mizaca sahip olmasına sebep olur. bu içine kapanık mizaç ve her dem içinde var olan ruhi tecessüsü ömrü boyunca en önemli dostunun kitaplar olmasına sebebiyet verir. meşhur olan fakir çocuklarisimli kitaba yazdığı önsözde şöyle der:

“fakirlik ve hastalık dirilticidir. korkutur ve iradeyi kırbaçlar, uyuklayan enerjileri ayaklandırır (…) başarmak için korku da ümit kadar şarttır. insana fakirliğin ve hastalığın öğrettiklerini hiçbir okul ve kitap veremez.”[10]

ekrem hakkı ayverdi ve elif naci ile sınıf arkadaşıdır. hasan âli yücel ve yusuf ziya ortaç ile de vefa idadisi’nde tanışır ve ilk sanat tartışmalarını burada, özellikle de hasan âli ile yapar.[11]

peyami safa’nın mektep ve mahalle arkadaşı elif naci, onun çocuklukta yaşadığı hastalıklar ve yaşadığı yoğun yoksulluk yüzünden alıngan ve huysuz bir insan haline geldiğini söyleyerek sadece kendisini değil aynı zamanda çevresini de perişan eden hastalık hakkında şöyle söz etmektedir:

“bütün yaşamında peyami safa hastalıkları ile didinmiş, çok acı çekmiş bir insandı. yedi yıl kolunda dinmeyen bir ağrı, işleyen bir yara… doktorların koydukları teşhis, sağ kol mafsalında, ‘arthrite tuberculeuse.’ ha bugün ha yarın o kol kesilecekti. sonradan yazar olacak bir çocuk için sağ kolunu kaybetmek dramını ben de yaşadım onunla birlikte. hastane dönüşlerinde ilâç kokularıyla bana gelir, dertleşirdi. bütün tıp deyimleri ile hastalığını, hoyrat doktorların o gün ne dediklerini en ince ayrıntılarıyla anlatırdı, karşılıklı ağlaşırdık sabahlara kadar. gerçi ankylose olup kolu kesilmekten kurtuldu ama türk edebiyatı ‘dokuzuncu hariciye koğuşu’nu kazandı.”[12]

vefa idadisi’ni bırakmak zorunda kalır ve geçim sıkıntısı çeken ailesine yardım etmek amacıyla çeşitli işlerde çalışır. keteon matbaasında[13] kısa bir süre çalıştıktan sonra, bir sınava girer ve posta-telgraf nezaretine girmeye hak kazanır. bir süre de burada çalıştıktan sonra boğaziçi’ndeki rehber-i ittihad mektebi’ne öğretmen olarak girmiş ve ders vermeye başlamıştır. bu okulda hem öğreterek hem öğrenerek hayatına devam eder. fransızcasını geliştirir, psikoloji ve felsefeye merak salar. çünkü o cahillik kaderimdir deyip teslim olmamış[14]kendi kendini yetiştirmeye devam etmiş bu konuda eşi pek görülmeyen bir adam olmuştur. felsefeyle ilgilendiği dönemlerle ilgili şöyle der:

“on yedi yaşlarıma doğru insan ruhunun mahiyetlerine dair merakım, hayatıma mana vermek ihtiyacı ile büsbütün arttı. birkaç sene azgın bir tefekkür ve tetebbu devresi geçirdim. (…) felsefe, tecessüslerimi yatıştırmak şöyle dursun, bütün şüphelerimi ayaklandırdı.”[15]

daha sonra duyun-u umumiye’de çalışır ve servet-i fünun’da bazı tercümeleri yayınlanır. ağabeyi ilhami safa’nın şiddetli ısrarları ile muallimlikten ayrılır ve beraber yirminci asır isimli gazeteyi çıkarırlar. gazete büyük ilgi görür. özellikle peyami safa’nın önceleri isimsiz olarak yayınladığı asrın hikâyeleri edebi çevrede büyük yankı uyandırır. o, bu yankıyı şöyle anlatır:

“bu hikâyeler o zaman halk arasında beni hala hayrete düşüren bir muvaffakiyet kazandı. o zamanın genç edebiyatı beni hararetle teşvik ediyor, hikâyelerime imza atmamı istiyordu. yakup kadri “bize üslup getirdin” diyor, yahya kemal, sonra başkaları için çok tekrarlanan bir espri ile “ismail safa’nın en güzel eseri peyami’dir” diyordu. ömer seyfettin, faruk nafiz ve daha birçokları, bana gelen cesareti cömert elleriyle dağıtanlar arasındadırlar. sonra imza atmaya başladım. fakat hala bu yazılar, beni, edebiyata girmiş olmak vakıasına inandıracak kuvvette şeyler olduklarını bizzat bana kabul ettirmekten çok uzak, günü gününe çırpıştırma, karalamalardır.[16]

daha sonra ilk derli toplu romanı olan sözde kızlar’ı kaleme alır ve büyük ilgi toplar. peyami safa bu romanı bir şey ispatlama amacı gütmeden sadece maddi kaygılarla kaleme almış olsa da roman hem dönemin içersinde hem de peyami safa’nın kişisel bibliyografyası içinde oldukça önemli bir yerde durmaktadır. çünkü bu roman adeta peyami safa’nın ömrünün sonuna kadar yazacağı romanların prototipini oluşturmaktadır. [17] ömrü boyunca kafa yormaya devam edeceği, doğu-batı meselesi, kuşak çatışması, yanlış batılılaşma gibi konulardan ilk burada söz eder. elbette bu konular peyami safa’dan çok önceden beri incelene gelmiştir. fakat pek az eser bu derece ilgi görmüş ve sevilmiştir.

kendi isminden başka server bedi, safiye peyman, çömez, serazad[18] müstear isimlerini kullanır. hatta bir dönem yeni hayat dergisinde aramızda isimli köşesinde ülkemizin ilk “güzin abla”sı olur ve âdem baba müstear ismiyle okuyucularının dertlerine çare aramaya koyulur.[19] bu isimlerle yazdığı yazılar hayatını idame ettirme amacıyla yazılmıştır. kendi ismini kullandığı eserlerde edebi bir kaygı taşımaktadır.

server bedi müstear ismini kullanmaya başladığı ilk dönemlerde server bedii ismi peyami safa isminden daha çok tanınmaktadır. ona “server bedii’yi tanır mısınız?” diye sorduklarında nüktedanlığını konuşturarak “tanırım, ben onun evinde oturuyorum” diye cevap verir.

yazmak onun tek geçim kaynağıdır ve sürekli olarak yazar. 1940’ta cahit sıtkı’ya söylediği şu sözlerden ne kadar çok yazdığını anlayabiliriz:

“on dokuz senelik yazı hayatımda, bu cemiyet bana bir hafta istirahat hakkı vermemiştir.”[20]

bu cümleyi kırk bir yaşında iken sarf eden safa, sanırız ki altmış iki yaşında, ölüm onu buluncaya kadar da yazmak uğraşından istirahat etmemiştir. bu kadar çok yazmış olmasına rağmen hayatı refah içinde geçmez. fakat bundan şikâyetçi de değildir. daha öncede belirttiğimiz gibi fakirliğin ve hastalığın başarıya götüren yolda uyuşukluğu engelleyen birer uyarıcı olarak görür. ayrıca bu fakirlik içersinde türk düşüncesi isimli dergiyi çıkarırken amatör şairlere bile telif ödemiş ve bu konuda oldukça titiz davranmıştır.[21]

dokuzuncu hariciye koğuşu’nu ithaf ettiği şair nazım hikmet ile daha sonra büyük bir kalem kavgasına tutuşur.[22] edebiyat dünyasında büyük yankı uyandıran bu kavga peyami safa için ne ilktir ne de son olacaktır. daha önceleri ve sonraları da ahmet haşim, yakup kadri, aziz nesin, zekeriya sertel, nurullah ataç ve daha başka bazı isimlerle, kimi küçük kimi büyük tartışmaları her daim yaşamıştır.

15 haziran 1961 gecesi, bir arkadaşının evinde iken saat 22.30 sularında birden bir öksürük nöbetine tutulur. ev sahibinden istediği tasa kan kusmaya başlar ve “işte bu fena!” der. tüm ömrü kelimeler üzerine geçen, hayatını kelimelerle idame ettiren, bibliyografyasındaki kitap sayısının beş yüzü bulabileceği sanılan[23], bu velûd kalemin söyleyeceği son üç kelime işte bunlardır.

peyami safa’nın zaman zaman sıkı dost zaman zaman kavgalı olduğu şair necip fazıl ise ölümünden sonra onun için şunları yazmıştır:

“kafası vardı.

kültür vardı.

cümlesi vardı.

üslubu vardı.

iç dünyası vardı.

hafakanları vardı.

çilesi vardı.

metafizik arayıcılığı vardı.

imanı vardı.

şüpheleri vardı.

nefs murakabesi vardı.

estetiği vardı.

cesareti vardı.

hâsılı bir fikir ve sanat adamına gereken vasıflardan birçok payı vardı. onun yokluğunu, ölüm tarihi olan bugün bu vasıfların yokluğunda seyrediyoruz.”[24]

[1] beşir ayvazoğlu, peyami hayatı sanatı felsefesi dramı (istanbul: kapı yayınları, 2008) s. 32

[2] ayvazoğlu, 2008, s. 33

[3] cahit sıtkı tarancı, peyami safa: hayatı ve eserleri (istanbul: semih lütfi kitapevi, 1940)  s. 3

[4] mehmet tekin, romancı yönüyle peyami safa (istanbul: ötüken yayınları, 1999) s. 15

[5] mehmet tekin, peyami safa ile söyleşiler (konya: çizgi kitabevi, 2003) s. 111

[6] vecdi bürün, peyami safa ile 25 yıl (istanbul: yağmur yayınevi, 1978) s. 83

[7] mehmed niyazi, “çileli bir hayat”, zaman, istanbul, 19 haziran 2006

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=295012

[8] peyami safa, fransız grameri, (istanbul: cumhuriyet kitabevi, 1942)

[9] tekin 1999, s. 16

[10] ayvazoğlu 2008 s. 42

[11] ayvazoğlu 2008 s. 37

[12] elif naci, “anılardan damlalar”, milliyet sanat, 5 haziran 1980

[13] ergun göze, peyami safa nazım hikmet kavgası, (istanbul: boğaziçi yayınları, 1995) s. 206

[14] niyazi 2006

[15] tekin 1999, s. 16

[16] tarancı 1940, s. 4

[17] tekin 1999, s. 18

[18] doğan hızlan, “takma yazarlar deşifre oldu”, hürriyet, 14 ocak 2001     http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=-216582

[19] rahmi şeyhoğlu, “roman gibi bir romancı peyami safa”, yağmur dergisi, 39. Sayı, 2008

http://www.yagmurdergisi.com.tr/konu_goster.php?konu_id=1851&yagmur=bolum2&sid=39

[20] tarancı 1940, s. 4

[21] ayvazoğlu 2008, s. 16

[22] bu konu şu iki kitap da genişçe incelenmektedir:

ergun göze, peyami safa nazım hikmet kavgası, (istanbul: boğaziçi yayınları, 1995)

kemal sülker, nazım hikmet’in polemikleri, (istanbul: 1968)

[23] ayvazoğlu 2008, s. 16

[24] ayvazoğlu 2008, s 476

Ali Eyi, Hırka 1

İZDİHAM

adminadmin