Kültür
Giriş Tarihi : 21-10-2018 20:00   Güncelleme : 22-10-2018 07:42

Türkçemizin Yitik Kelime Sandığı

Türkçemizin Yitik Kelime Sandığı

Yıllardır yılmadan, bıkmadan, usanmadan Türkçemizi ve kelimelerimizi, dolayısıyla kimliğimizi ve kültürümüzü savunan D. Mehmet Doğan Hocanın hakkı ödenmez ama bu yazı bir vefa borcudur.

“İnsanın yolculuğu sözledir; kelamla, kelimelerledir. Sustuğu zaman bile sözü vardır insanın.” diyor D. Mehmet Doğan Hoca yeni kitabı Söz Okyanusunda Yolculuk’un takdim yazısında. 1970’lerden bu yana aralıksız kelimelere ve sözlüklere yaptığı yolculuğun gayesinin manaya varmak olduğunu belirtiyor devamında: “Mananın peşindeyiz, anlam arayışı insanın mevcudiyetiyle, varoluşuyla ilgili temel bir saik.”Onun amacı her daim “Köklere doğru giderken bugüne anlamlar devşirmek, kelimelerin okyanusunda adalar, kıt’alar keşfetmek…” olmuştur.

Yazar Yayınlarından çıkan kitap, daha önce yayınlanan Kelimelerin Seyir Defteri’nin devamı mahiyetinde. Her bölüm; katlettiğimiz, terk ettiğimiz, yitirdiğimiz bir veya birkaç kelimeye odaklanıyor. Bu kelimelerin köken bilgisi, sözlükteki karşılığı, tarihi serüveni, anlam değişiklikleri ve ne zaman yitirildiği / terk edildiği, yerine hangi kelime ya da kelimelerin ikame edildiği anlatılıyor.

Bu cümlelerden Söz Okyanusunda Yolculuk’un sıkıcı bir etimoloji kitabı olduğu çıkarımı yapılmasın. Kesinlikle öyle değil. Tam tersine bol aksiyonlu, hüzünlü ve hikmetli nice hikâyeler var kitapta. İnsana dair her şeyden biraz var.

Abartıyor muyum? Hayır.

İnsanoğlunu diğer canlılardan ayıran, farklılaştıran özellik konuşabiliyor olması, yani dili değil mi? Kelimeleri değil mi? Canımız yanınca söyleriz onları; mutlu olunca söyleriz; özleyince, nefret edince, korkunca söyleriz. Böğürtlenin dilimizde bıraktığı tadı, dinlediğimiz bir Itri bestesinin diğer müzik türlerden farkını, alnımıza düşen bir yağmur damlasından duyduğumuz ürpertiyi, Mimar Sinan’ın bir şaheserini seyrederken hissettiğimiz hayranlığı onlarla anlatırız. Onlarla düşünür ve yine düşüncelerimizi onlarla ifade ederiz. Şiiri onlarla söyleriz, hikâyeleri onlarla dokuruz. Onlarla inanırız. Hatta onlarla inkâr ederiz. Çünkü onlarla varız.

Her şey bir söz ile başladı

İnsan, insan olmaklığı açısından, sözden ibaret değil mi zaten? Her şey bezm-i elestte verdiğimiz bir sözle başlamadı mı? Dünyadaki imtihanımız bu söz uğruna değil mi? Melekler eşyanın isimlerini söyleyemediği için yaratılmamış mıydı Hz. Âdem (sa)?

Öyleyse boşuna değil D. Mehmet Doğan Hocanın “İnsanın yolculuğu sözledir; kelamla, kelimelerledir” demesi. Çünkü yeryüzündeki varlığımızı anlamlı kılan iki özelliğimiz iç içe geçmiş durumda: dil ve düşünce.

“Bunca cümlenin sebeb-i hikmeti ne?” diyebilirsiniz. Sıkıcı da bulabilirsiniz. Ancak Söz Okyanusunda Yolculukkitabının kaleme alınma gayesi tam da bu. Hocanın yıllar boyunca yitirdiğimiz her kelimenin peşine düşmesi, onları alıp heybesine atması bu gayeye matuf. Çünkü vazgeçtiğimiz, terk ettiğimiz her kelimeyle millet olarak, ümmet olarak varlığımızdan bir parça eksiliyor. Bizi biz yapan anlam tasavvurumuzdan, benlik şuurumuzdan bir bölüm kopup gidiyor. Toplumsal hafızamız zayıflıyor. Düşüncemiz sığlaşıyor. Daha az koku alıyoruz, daha az lezzet tadıyoruz. Daha az hissediyoruz.

Nasıl mı? Kitaptan seçtiğimiz birkaç kelimeyle daha somut hale getirebiliriz konuyu.

Şimdi artık sadece “yazar” var

Mesela kitap, yazmakla ilgili bugün yaygın olarak “yazar” kelimesini kullandığımıza dikkat çekiyor. Oysa 1935 yılına kadar yazmakla ilgili birçok kelimenin kullanıldığını öğreniyoruz: Muharrir, müellif, musannif (bir eseri tertib eden), müstensih (bir eseri kopyalayan, çoğaltan kimse), edib, şair ve kâtip… Şair kelimesine dokunulamamış ama “yazar” kelimesi bu saydığımız bütün kelimeleri silip süpürmüş. Hepsini karşılayabiliyor mu? Mümkün değil.

Konuyu biraz daha derinleştirmek için Mesnevî’yi düşünelim. Bu durumda Rumî için yazar demek zorundayız. Onu yazıya geçiren Hüsâmeddin Çelebi’ye ne diyeceğiz peki? Mesnevî’ye şerh yazan Tâhirü'l-Mevlevî de yazar mı? Bir de haşiyeler var… Onları kaleme alanları nasıl isimlendireceğiz? Bunun “müsevvid”i var, “müverrih”i var, “müfessir”i var… Geleneğimizdeki yazmakla ilgili kelime ve kavramları sıraladığımızda satırlar uzar gider. Bütün bunların yerine “yazar” kelimesinin ikame edilmesi medeniyetimizin üstünde yükseldiği yazma geleneğine yönelik korkunç bir cinayet değil mi?

Farklı türde edebi metinler kaleme alanlar için kullanılan nâsir, edib veya nâzım gibi kelimelerden hiç bahis açmayalım isterseniz. Artık onların hepsi yazar…

“Muhacir varsa ensar da vardır”

Kitaptan seçtiğim diğer örnek “göçmen” kelimesi. Güncel bir yaramıza da tekabül ediyor. Mehmet Doğan Hocanın verdiği bilgiye göre bu kelime hayatımıza 1935 yılında girmiş. Osmanlıcadan Türkçeye Karşılıklar Kılavuzu’nda eskiden kullandığımız mülteci kelimesinin yerine “sığınık”, muhacirin yerineyse “göçmen” kelimesi yazılmış. Hoca haklı olarak soruyor: “Muhacirin zihin kodlarındaki yerini göçmen alabilir mi?”

Hicri takvimin, Müslümanların Mekke’den Medine’ye yaptığı hicretin gerçekleştiği yılla başladığını hatırlamak bile, bunun mümkün olmadığını anlamak için yeterli. Üstelik muhacir kelimesinin derinliği bununla da sınırlı değil. Çünkü muhacir varsa ensar da vardır: “Müslüman muhacirse gittiği yerdeki Müslüman ensardır.  Ya muhacirsin ya ensar. Başka türlü Müslümanlık yok.”  

Muhacir kelimesinin tarihi arkaplanı çok zengin. Özellikle Osmanlı’nın son asırlarında geri çekilmek zorunda kaldığımız topraklarda zulme uğrayan Müslümanların Anadolu’ya göç etmekten başka çareleri kalmamış. Kafkaslardan ve sonra Rumeli’den Anadolu’ya yerleşenlere “muhacir” denilmiş. Anadolu halkı da “ensar” olmuş.

Mülteci kelimesinin farkı

Peki, mültecinin farkı ne? “Onu da Şemseddin Sami’nin sözlüğünden okuyalım: İltica eden, bir yere veya bir âdeme kaçıp himaye isteyen.” diyor Hoca. Mülteci için bir “mülteca” veya “ilticagâh” olması şart. Osmanlı toprakları Müslümanlar için olduğu kadar, gayrimüslimler için de emin bir belde olmuş her daim. Yahudilerden tutun da İsveç, Polonya ve Macar haklarına kadar…

Kitapta Osmanlı’ya sığınan meşhur mültecilerden bahsediliyor örnek kabilinden. Bunlardan biri 18. yüzyılda Rus mezaliminden kaçarak Osmanlı’ya sığınan İsveç kralı 12. Şarl: “Onun mülteciliği o kadar uzun sürdü ki yeniçeriler “demirbaşa” kaydettiler. Bu sebeple Demirbaş Şarl oldu. Şarl ve askerleri 1713’te Edirne’deki devlet misafirhanesi Demirtaş Kasr’ına yerleştirildi. Bir süre sonra ülkesine dönmek üzere ayrıldı ve Norveç’le yapılan bir savaşta öldü.”

Kimliksizleştiren bir kelime: göçmen

Muhacir ile mülteci kelimeleri aynı anlama gelmediği ve tarihi referansları aynı olmadığı gibi “göçmen” kelimesinin onların derinliğini kuşatması da imkânsız. Muhacir denilince 622’ye kadar uzanan çağrışımlar bu kelimede yok. “Göçmen” soğuk ve herhangi bir yere ait olmayan bir kelime. Kimliksiz, Osmanlı’nın kullandığı terimle milletsiz. Belki amaç da budur. Bize sığınanlara buraya ve hiçbir yere ait olmadıklarını hatırlatmak…

Tarihimizi, kültürümüzü kelimeler üzerinden okumak ve yitirdiğimiz değerlerin farkına varmak için Söz Okyanusunda Yolculuk kitabı iyi bir kılavuz. Bir kelimenin sadece bir “kelime” olmadığı, arkasında asırlardan ve tecrübelerden örülü bir anlam dünyası barındırdığı başka nasıl anlatılır ki?

Neyse ki, yitirdiğimiz kelimeleri nerede bulacağımızı biliyoruz. D. Mehmet Doğan Hoca bizim yitik kelime sandığımız. Kapağını aralamak yeterli.

Munise Şimşek

https://www.dunyabizim.com

 

adminadmin