Fikir
Giriş Tarihi : 13-04-2017 11:53   Güncelleme : 13-04-2017 11:53

Türkiye'nin Yeniçerileri

Tarihin her döneminde statükoyu korumak ve aynen devam ettirmek bir sorun oluşturmuştur.

Türkiye'nin Yeniçerileri

Ortaçağda Kilise ve derebeylerin statik yapılarını korumaya çalışmaları tarihsel süreç içinde karşılarında değişime adım atmış birçok düşünürün, bilim adamının mücadelesine sahne olmuştur. Bir tarafta statüko sahibi papazlar ve derebeyleri…

Bir tarafta doğu Rönesans’ının batıya taşınması yolunca mücadeleye başlamış aydınlanmanın öncüleri. Ne oldu peki? Kim kazandı bu mücadeleyi? Elbette Haçlı seferleri sonucu gelişen olaylar ve nihayetinde Rönesans’la birlikle aydınlanmanın öncüleri kazandı.

 Gelelim bize…

Osmanlı dünyasına baktığımızda klasik Osmanlı çağını zirveye taşıma da büyük etkisi olan devşirme sistemine. Zaman içinde Osmanlı değişiminin içinde yeni bir ivme kazanarak onlarda statükonun kendileri olmuşlardır. Devlet içinde statik bir yapıya kavuşarak adeta değişimin önündeki en büyük engellerden biri konumuna gelmişlerdir. Hal öyle bir durum almıştır ki, kim değişime kapı aralasa karşılarında yeniçerileri bulmuşlardır. Zaman yüzyıllar içinde hep bu mücadele ile geçmiştir Osmanlı çağında.  Genç Osmanlar, III. Selimler gibi statükoyu değiştirme cesareti bulanlar maalesef katledilmişlerdir. Ya sonuç?  Mevcut durumu korumaya çalışanlar öncelikle II. Mahmut tarafından ortadan kaldırılmışlardır. Değişimcilerin, çağdaşlaşma heveskârlarının adeta önleri açılmıştır. XIX. Yüzyıl; adeta modernleşme patlaması yaşatmıştır Osmanlıya. Nihai olarak burada da statükocular kaybetmiştir. Ancak onların yerine geçenler bu sefer statükocu oluvermişlerdir. Ama hep şunu unutmuşlardır değişime ayak uyduramayan süreç içinde yok olup gitmişlerdir. Kazanan hep yine değişimin sonraki öncüleri olmuşlardır.  Yüzyıllar içinde değişimin öncüsü yerine peşinden giden bir Osmanlı sonuç olarak büyük savaş sonrası ömrünü tamamlamıştır.

Son olarak birazda Türkiye’ye bakalım.

100. Yılına girmek üzereyken acaba değişim rüzgârının neresindeyiz. Kim yok oluyor? Kimler onların yerini alıyor?

Atatürk’ün öncülüğünde küllerinden yeniden doğan bir ulusun, yüzyılların üzerindeki yorgunluğunu atarak ve yeni bir destan yazarak XX. Yüzyılın ilk yarısında hem yeni bir devlete hem de yeni bir uygarlaşmanın radikal adımlarını attığını görüyoruz.  Yeni Türkiye Devleti’nin kuruluşundan hemen sonra devraldığı bütün Osmanlı mirası içinden kökten bir değişimi gerçekleştirmek, bunun topluma yansımasını kısa sürede çözümleyebilmek tarihte ender görülebilen bir durumdu. Yeni Türkiye’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ünde çağdaşlaşma ve medenileşme yolunda önündeki en büyük engel Osmanlı’dan miras aldığı yeniçerilerdi. Bütün bunlara rağmen kazanan yine değişimin öncüleri oldu. Gerçi Cumhuriyetin ilk senelerinde önemli sayılabilecek eskiyi koruma arayışında olanlar sürekli bir direnme içindeydiler.

İşte Atatürk’ten sonra iş başına gelen yönetimler asıl yapmaları gereken önemli işleri bir kenara bırakıp, Atatürk’ün başlattığı bu çağdaşlaşma hamlelerini daha da ileriye taşıma konusunda adım atacakları yerde mevcut yapıyı koruma mücadelesine giriştiler. Yani bir anda mücadele ettikleri yeniçerilere karşı kendileri farkında olmadan yeniçeri oluverdiler.

II. Dünya Savaşı sonrası Türkiye’nin kısa bir soluklanma döneminden sonra yeniden açılıma dönük politikalara yöneldiğini görüyoruz. Liberal anlayışların egemen olduğu bu dönemde Türkiye geleneksel devlet yapılanmasını biraz olsun aşmaya çalıştı. Daha demokratik, daha özgürlükçü, daha kalkınmacı,  planlar üzerinde yürümeye, dış dünya ile daha kolay bağ kurmaya çalıştı. Ancak tarihin erinliklerinden gelen yeniçerilik ruhu hiç bitmedi. Maalesef idam sehpalarını yine kurdular.

1960 İhtilalinin sonucunda kurulan yeni düzenin getirdiği iyimser hava da çok fazla sürmedi. Sonuç 1980 İhtilali.  Yani yeniden başa dönüş.

1980 ve sonrası dönemde baktığımızda Atatürk’ün özlemini çektiği ‘’ÇAĞDAŞ VE UYGAR TÜRKİYE’NİN’’ neresindeyiz.  Doğrusunu isterseniz bu sefer yeniçerilik ruhu kazanmıştı. Statüko galip gelmişti. Genç Osman ile başlatılan kıyım maalesef 12 Eylül ihtilalınde de yine kendini göstermişti. Bu ülkenin binlerce aydını, düşünürü maalesef ‘’Engizisyona’’ uğramıştı. Ama Türk milletinin hep bu durumlardan ne kadar çabucak çıktığını biz en son kurtuluş savaşının ardından Atatürk’ün başlattığı değişimle görmüştük.

Bu kez Atatürk yoktu. Ama Türk milleti Atatürk olmasa bile onun gibi düşünebilen liderleri iş başına getirmiştir. 12 Eylül İhtilalinin ardından Turgut Özal’ın yaklaşık 10 yıl Türkiye’nin başında olması dış dünya ile bağlantılarını yeniden kurmasına yol açtı. Bunun ötesinde Türkiye daha liberal ve daha şeffaf bir dönemin kapılarını aralamıştı. Darbeler döneminin ardından sancılı değişim toplumsal dinamiklerin çağa ayak uyadurmasını inişli çıkışlı bir sürece sokuyordu. Özal döneminin ardından aslında bir geçiş dönemi dediğimiz bir dizi koalisyonlar dönemi ile Türkiye toplumsal barışı sağlamaya çalıştı. Henüz tam oturmamış sosyal, ekonomik ve siyasi yapının ülkeyi 2001 krizine götürmesi aslında yeni bir fırsatın kapısını da açmış oldu.

Nihai olarak geleneksel statükonun savunuculuğuna soyunan yeniçeri ruhlu bir kesimin sonunun gelmesine kapı aralaması bakımından 2001 krizi Türkiye’nin geleceği için bir şans olarak görülebilir.

 2002 seçimlerinin sonucuna baktığımızda değişime kucak açmış, demokrasi, insan hakları ve ekonomi konularında daha sağlam söylem ve projelerle öne çıkan Recep Tayyip Erdoğan öncülüğündeki AK Parti iktidarı dönemi başlamıştır. 2002-2011 arası dönem bakıldığında Türkiye’nin hem içte hem de dışta kabuğunun adeta dışına çıkan bir konuma geldiğini görüyoruz.

Türkiye’nin kuruluşundan bugüne kadar geçirdiği evreleri genel hatlarıyla incelediğimizde değişimin, modernleşmenin, muasır medeniyet seviyesine ulaşmanın öncüleri olarak Atatürk, Menderes, Özal ve Erdoğan’ı gözlemliyoruz. Bunun yanında tarihten gelen yeniçerilik ruhunun ise halen cılızda olsa devam ettiğini görüyoruz.  Dünya değiştikçe insanlar geliştikçe medeniyetlerde doğal olarak değişime uğrarlar. Bu nedenle Türkiye’nin 21. Yüzyılın başlarında yakaladığı bu etkileyici hamleyi devam ettirmesi gerekir.

Ancak şunu da hiçbir zaman unutmamak gerekir. Türkiye’nin bulunduğu coğrafya kaygan bir coğrafyadır. Türkiye’yi yönetenler Tarihsel olay ve olguları bir ders olarak alıp yeniçerileşmeden daha akılcı ve daha politik bir manevra ile halkını mutlu etmenin yollarını aramalıdır. Bu coğrafyayı yönetmek tarihte hiçbir zaman kolay olmamıştır. Bugün ortada ne Büyük İskender var, Ne Sezar! Bu nedenle bize yön verecek temel yol geçmişin derinliklerinde gizli. Devlet adamlarımız bunu çözebildiği ölçüde Anadolu Türklerin yurdu kalmaya devam edecektir.

Yılmaz Şahin / Tarihçi-Eğitimci

adminadmin