Kültür
Giriş Tarihi : 05-01-2020 10:30   Güncelleme : 05-01-2020 10:30

Türküm Doğruyum İntikamım Ülkemdir

"Türküm Doğruyum İntikamım Ülkemdir" kitabının neşrolunması münasebetiyle İstanbul'da Fahri Genel Başkanı Şair İsmet Özel himayesinde İstanbul'da tertiplenen panelin tam metni:

Türküm Doğruyum İntikamım Ülkemdir

Seyfullah Köksal: Şimdi konuşmalarını yapmak üzere İstiklâl Marşı Derneği Fahri Genel Başkanı Şair İsmet Özel’i, İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı Durmuş Küçükşakalak’ı, İstiklâl Marşı Derneği İkinci Başkanı Gökhan Göbel’i, İstiklâl Marşı Derneği Umum Muhasibi Oruç Özel’i kürsüye davet ediyorum.

 

İsmet Özel: Önce ben çağırıldığıma göre ben konuşacağım.

 

Selamun Aleyküm.

 

TİYO Yayınları’ndan yayınlanan son kitap: “Türküm Doğruyum İntikamım Ülkemdir” olması hasebiyle İstiklâl Marşı Derneği’nin varlık sebebiyle doğrudan alakalı bir meseleyi bir iletişim konusu yapmayı düşündüm. İstiklâl Marşı “Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar” diyor. Bu konuda çok laf üretilemedi. Çünkü dünya durduğu yerde durmuyor ve “Garbın afakı” dediğimiz şey de kendini netleştirebilmiş değil. Bir kere bu garp meselesini anlamamız lazım.

 

Dünya doğu ve batı olarak ikiye ayrılmış mıdır? “Evet” diyenler bu ayrımın asıl coğrafi alanını İran olarak görürler. İran’ın doğusu “doğu”, batısı “batı”dır. Felsefi yaklaşımı öne çıkarmak isteyenler Doğu-Batı ayrımını, doğuda Hint ve Çin’in kaldığı, geri kalan kısmın batı olduğunu savunurlar. Hangisi olursa olsun batı medeniyeti dediğimiz şey bu adlandırma sebebiyle sahteliğini itiraf etmiş olur. Çünkü medeniyet vasfına sahip bütün kültürler kendi varlık alanlarını esas sayarlar. Mesela, “Çin Medeniyeti” dememiz doğrudur. Çünkü onlar Çin demezler. Yani, Çince bir şey söylerler “Çin” demek için. Bunun anlamı da “Orta Ülke”dir. Yani, dünyanın ortasında Çin vardır; öbürleri kenar ülkelerdir. Ve bunu ispat eden de dünya kadar harita vardır. Çinliler sadece barut keşfetmekle kalmadılar, kâğıt keşfetmekle kalmadılar dünya kültürü içinde birçok ilk onlara mahsustur.

 

Şimdi batı medeniyeti adını batı medeniyeti kabul etmekle beraber kendini dünyanın bir yerine kıstırmış sayılır. Çünkü merkezde değildir; batıdadır. Yani bunu batı medeniyeti kendisi söylüyor. “Ben batı medeniyetiyim.” dediği zaman kendi ayrılmışlığını kendi kopmuşluğunu itiraf etmiş oluyor. Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar denildiğinde burada dikkatimizi çeken kelime “çelik” oluyor. Çünkü modernlik sanayileşmeyle birleştiği zaman ete kemiğe bürünmüş oluyor. Ve dünya, işte, bazılarının Türkçe söylüyormuş gibi yapmak suretiyle küreselleşme dediği, Avrupalıların, Amerikalıların globalleşme dediği olayı yaşarken bu da yerinden edilmiş oldu. Yani, dünya artık zenginler yoksullar olarak bölünmez bir hale döndü ve bunun dikkati çeker tarafını da Çin temsil eder oldu. Çünkü ‘geleceğin gücü’ olarak anılmaya başlandı Çin. Yani, bir zamanlar soğuk savaş sebebiyle, “Bir tarafta Amerika Birleşik Devletleri diğer tarafta Sovyetler Birliği var.” deniliyordu. Doğu-Batı deyince bunlar anlaşılıyordu. Ama Çin birdenbire herkesi şaşırtan bir pazarlama gücü gösterdi.

 

İşin aslının ne olduğunu daha anlayabilmiş değiliz. Anlayıp anlamayacağımızı bilmem. Ama eğer biz Müslümansak, bunu kendimiz açısından ciddiye alıyorsak, Türklerin kendilerine bir yurt ve vatan edinmesi bahsinde bunun değişik, orijinal ve bütün dünya tarihini birinci dereceden ilgilendiren bir hadise olduğunu anlarız. Çünkü tarih atlaslarını açıp baktığımızda “İslam’ın Yayılışı” başlığı taşıyan sayfada bugün yaşadığımız ülke Bizans’tır. Yani Türkler bugün yaşadığımız alanı, -bunun içine İstanbul da dahil garip bir şekilde, “garip bir şekilde”- Hristiyan toprağı olarak bilirlerdi. Onun dışında da zaten Hristiyanlık, incili açıp bakın, bugün yaşadığımız yerlerin anılmasıyla doludur; İncil kısmı. Hristiyanlar kutsal kitaplarını ikiye ayırmışlardır.  Ahd-i Atik, Ahd-i Cedid. Ahd-i Atik dediğimiz şey ki Yahudilerin bizzat kullandıkları Tevrat’la Hıristiyanların kabul ettiği Tevrat tıpatıp birbirinin aynı değildir. Her ne hal olursa olsun Tevrat manasına gelir Ahd-i Atik, Atik. Ahd-i Cedid İznik konsülü tarafından dört kitap olarak kabul edilmiştir. Yani Hıristiyanlığın çok su götürür bir şey olduğunu ispat eden şeylerin başında da Ahd-i Cedid’in dört keyfi seçme konusu olmasıdır. Yani Yuhanna, Markos, Luka, Matta. O sırada bunları kabul edelim demişler ki gene birazcık meseleye ilgi duyanlar bilirler dört kitap birbirine uymaz, birbirini desteklemez, başka tezler barındırırlar. Birbirlerinden farklı tezler barındırırlar. İşte bu işler olduktan sonra -biz İsa Aleyhisselamı İslam peygamberi biliriz. O kadar biliriz ki Hadis-i Şerif “Benden sonra İsa gelir” der. Yani o kadar yakınız birbirimize.- Kur’an-ı Kerim’in ortaya çıkmasından önce bu savrukluğa bir çare bulmak üzere “En iyisi biz şu dört kitabı esas sayalım da bu konuda millet fazla gürültü yapmasın” dediler ve dedikleri gibi de oldu. Yani insanlar bu işi çok benimsediler. İncil’i eline almış biraz karıştırmış olanlar bilirler İncil’de bu dört kitap kadar yer tutacak başka metinler vardır. Yani sadece bu dört kitap değildir İncil. Yuhanna’nın Markos’un mektupları vardır bol bol. Her ne hal ise. Asıl mesele yaşadığımız toprakların Hıristiyanlar için mukaddes topraklar olmasıdır. İsa Aleyhisselam göğe ağdıktan elli sene sonra, Hatay’da ilk defa kendilerine “Katolik” dediler. Yüz sene sonra “Hıristiyan” demeye başladılar. Önce Katoliktiler. Katolik demek “Yahudiler kendi milletlerine mahsus bir dine sahiptirler bizim vazettiğimiz din ise bütün insanlara açıktır. O yüzden Katolik, yani “âlemşümulüz biz” dediler ve daha sonra da -ki başında yoktu hiçbir zaman- o teslis dediğimiz şey ortaya çıktı. “Trinité” Fransızcası, o yoktu. Sonra onu Yunan kültürü allem etti kallem etti en kuvvetli Hıristiyan tez haline getirdi. Kutsal aile. Her neyse buradan yeni bir din türettiler. Kur’an-ı Kerim nazil olmaya başladığı zaman Mekke’de hem Hıristiyanlar hem Yahudiler etkindiler. Onların etkinliği tabi ki herkesi etkiliyordu. Onların etkinliği herkesi etkiliyordu çünkü iyice işlenmiş kendilerine göre fazlası alınmış bir kültüre sahiptiler. 1071 tarihini mekteplerden ve medyadan biliyorsunuz, Bizans ordusu Türklerin önünde yenildiği zaman Türklerin bu topraklara yerleşmesine mani olacak bir maddi güç ortadan kalktı. Dolayısıyla 1071’den sonra yaşadığımız toprakların İslamlaşması söz konusu oldu. 1071 yani 11. asrın son çeyreği. 11. asrın son çeyreği. Osmanlı İmparatorluğu ise bazı tarihlere göre 1299, yani miladi rakam bu, bazı tarihlere göre 1300 bu iki tarihten birinde Osmanlı İmparatorluğu temellerini attı diyelim. Kuruldu demek çok zor çünkü daha birkaç beylik bir aradaydı, bu yüzden bir devletten söz ediliyordu. Ama öncesinde Büyük Selçuklu Devleti, Anadolu Selçukluları bütün bunlar vardı. Osmanlı devletinin kurulması döneminde gaza beylikleri dediğimiz kuruluşlar, örgütler söz konusuydu. Dolayısıyla bu toprakların İslamlaşması doğrudan doğruya gaza beyliklerinin eseridir, hüneridir. Yani Büyük Selçuklular bu topraklara hâkim oldular, Anadolu Selçuklular hâkim oldular ama ne zaman ki Gazâ Beylikleri kuruldu; ki bunların ne kadarının aslının Rum, aslının Ermeni belki de Yahudi olduğunu tam olarak bilmiyoruz. Bazı tarihçiler, bazı rakamlar bazı olaylar zikrediyorlar ama mesela Danişmendoğulları’ nın aslının Ermeni olduğunu yazan kitaplar var. Yani yaşadığımız toprakların kültürel bakımından bir dönüşüme uğraması artık binlerce yıllık geçmişi terk edip yeni bir hâdiseye rapt olmaları, Türkler’in, bu yaşadıkları yerlere kendi memleketleri demeleridir. Daha sonra Osmanlı padişahları kendi elleri altında tuttukları yerleri önemsetmek için yaşadığımız topraklar hakkında bir şeyler söylediler. Ve ne oldu? Türkiye Cumhuriyeti’nin ilânıyla beraber 600 yıllık geçmiş geride bırakıldı ve yeni bir devletin işleyişi dikkate sunuldu. Ama bu sanıldığı gibi yeni bir devlet değildi. Tam tersine en eski devletti. Yani Yahudiler gibi dinleriyle milliyetlerini birleştiren bir toplum ortaya çıktı. Bu toplum yalnız bir pazarlık sonucu ortaya çıkmıştı. Yani kendiliğinden olan şeyler canlanıp duruma hâkim olmadılar. Tarihin derinliklerinden gelen bir millî varlık hareket gösterdi. Fakat bu millî varlık İslâmî bir refleksi dile getirmiyordu. Bir millet olarak Türkler, kendilerine mahsus topraklarda müstakil ve etkin olmalıydılar. Ama hepsi bu değil tabii. Yani şimdi uzunca zamandır kitapçılarda bulunan Lozan Zafer Mi Hezimet Mi? kitabını hatırlayanlar vardır. Yani İstiklâl Harbini vermiş bir millet kendi millî gücünü göstermek için Lozan Anlaşmasına boyun eğmeli miydi? Şimdi bizim harita olarak kullandığımız Türkiye bu (Misâk-ı Millî haritasını göstererek). Biz Türkiye sözüne de itiraz ediyoruz. Ne kadar yüksek sesle söyleyebildiğimiz şüphe götürür. “Türkeli” demeyi teklif ediyoruz bu topraklara. Bu Misâk-ı Millî sınırları, yani 1918’ den sonra Türk Ordusu’ nun hâkim olduğu, sadece Türk Ordusu’nun dediğinin gerçekleştiği topraklar Misâk-ı Millî. Yani Misâk-ı Millî demek millî anlaşma, millî sözleşme demek. Yani insanlar genellikle Misâk-ı Millî deyince bu haritanın kendisini sanıyorlar; hayır. Yani millî varlığın hem ilân edilmesi hem de kabulü için her şeyin göze alındığının bildirilmesidir. Onun için de Anıtkabir’de bir Misâk-ı Millî Kulesi var, mecburen. Yani onlar da inkâr edemiyorlar. Halbuki I. Dünya Savaşı’nın sonunda Misâk-ı Millî’den en çok tâviz verebilecek kadroya ülkenin idaresi teslim edildi. Yani normal olarak: “Türkiye burası değildir. Türkiye Batum, Selanik, Halep, Musul; buraların dâhil olduğu yerdir” diye bir tezi savunan siyasî bir kadro çıkmadı ortaya. Bu tabii hepimizi şaşırtıyor. Yani niye bunu yapmadılar diye. Yapmadılar, yapamadılar. Yapmalarına imkân yoktu. Çünkü 1571’de donanmamız yakıldıktan sonra Avrupalılar “bu devleti haritadan silmek için yapacağımız şey yöneticilerinin güvenini sarsmaktır” ilkesini benimsediler ve “bütün devletler yükseldi battı, siz de yükseldiniz batacaksınız” görüşünü aşıladılar yöneticilere. Ve yöneticiler: “Demek ki öyle olacakmış” tezine boyun eğdiler. Yani 1571’den sonra Sokullu’nun “Siz bizim sakalımızı tıraş ettiniz, biz sizin kolunuz kestik” lafına uygun bir tavır gösterilemedi. Ama en önemlisi bu toprakların kendi topraklarımız olarak tanınmasının gölgesinde, onun yedeğinde, onun dayatması altında bir vatan sahibi olabiliriz. Yani insanlar Misâk-ı Millî’yi gözardı edip Türk toprağı hakkında konuşamazlar. Konuştukları takdirde Misâk-ı Millî’nin belki yüzde birine râzı olacaklar demektir. Çünkü bunun hazırlıkları da bugün yapılıyor. Yani aklınız almaz. Ben de özel bir araştırma yapmıyorum ama medyadan bir şeyler öğreniyoruz. Mesela “su maymunu” adı bir şey, bir hayvan -şu boyda- Meriç nehrinde kol geziyor. Kediler gibi miyavlayarak yaşıyorlar. “Önce korktuk” diyor köylünün birisi, “bu gecenin bu saatinde miyavlama nedir” diye. “Sonra gördük, ondan sonra umursamadık” diyor. Buna benzer çok şeyler var, üstelik bugünlere ait değil. Yani 1571’den sonra adım adım yapabildiklerini yaptılar. Cumhuriyetten sonra iki kez at katliamına uğradık millet olarak. Şimdi Büyükada’da ki birkaç atın ruam hastalığına yakalanması sebebi ile adadan atları kaldırıyorlar.  Yani o kadarı bile birilerini korkutuyor. Yani Büyükada’da ki atların varlığı bile birilerinin yüreğini hoplatıyor. Çok uzattım biliyorum aslında söyleyeceklerime giremedim. Anlatmak istediğim şey: Kafanızda Mîsâk-ı Milli sınırları olmadan vatanperver olamazsınız. Yani vatanımız bu topraklar değilse hiçbir yer değildir. Çünkü biz yemin ettik millet olarak: Mîsâk-ı millî, milli yemin. Yemin ettik biz bu toprakların altında, bu topraklara ulaşmayan bir vatana vatanımız demeyeceğiz diye yemin ettik. O yemini duymamış dünya kadar insan vardır. Onlardan birisi de benim. 1944 doğumluyum ve bu meseleleri aslından öğreninceye kadar böyle bir şeyin canlılığından haberim yoktu. Şimdi biraz arkadaşları konuşturayım ben çünkü bu bahis çok önemli, onun için buraya çıktım. Yani yarım yamalak bir Türk milleti olmayacak, Türk milleti ya olacak veya olmayacak. Avrupa’da beş milyonun üzerinde Türk var, Türkse! Değilse bilmiyorum yani. Bunlardan bir tanesi de benim gelinim mesela. Bunlar Türkiye’ye dönmek istemiyorlar. Çünkü Türkiye onlara Avrupa’da sağlanan imkânları vermiyor. İmkân dedikleri şeyin ne olduğuna kendileri de vakıf değil. İmkân olarak işte acı çekmeden yaşamak gibi bir şey biliyorlar. Yani biz Müslüman olduğumuz halde hadis-i şerifin “Dünya kâfirlerin cenneti, mü’minlerin zındanıdır” sözünü önümüze almıyoruz. Yani böyle şeyler olsun istemiyoruz. Yani biz zından-mından istemiyoruz. Biz “burası da bizim cennetimiz olsun” diyoruz yani. Hâlbuki biz hayatımızı -eğer Müslümansak- vereceğimiz hesaba göre ayarlamamız lazım. Yani cebimizde bulunan şeylerin ne kadarı helal? Yaşadığımız hayatın ne kadarı meşru? Bunları hiç hesaba katmadan “kâfirde olsak nasıl olsa eğer öbür dünyada bir hesap günü varsa o hesap günü ayarlarız” diye düşünüyorlar. Çünkü burada ayarlıyorlar. Ve istediklerini de elde ediyorlar. Hele bu arkadaşlar biraz konuşsun oradan asıl söyleyeceklerim çıkar. Sözü genel başkanımıza bırakıyorum, Durmuş Küçükşakalak.

 

 

 

Durmuş Küçükşakalak:

 

Selamun Aleyküm.

 

Ben de Fahri Genel Başkanımız daha çok konuşsun diye oldukça kısa tutmaya çalışacağım. Dünyanın en orijinal topraklarında yaşıyoruz. Yani hem kelimenin gerçek manasıyla “merkez”de olan topraklar; hem de ortaya çıkışı bakımından ve devamı bakımından dünyanın en otantik topraklarında yaşıyoruz. Sadece dünyada müstemleke yapılamamışlığı ile değil… Avrupa medeniyeti tüm dünyada hükümranlığını ilan ettiği halde, Türkiye’de her şeyi kontrol altında tuttuğu halde bu ülkeyi işine yarar hale getiremedi. Biz bir İstiklâl Harbi verdik. Daha doğrusu öncesinde Birinci Dünya Savaşı’nın mağlubu olarak biz Birinci Dünya Savaşı’ndan çıktık. Bunun neticesi olarak Sevr Anlaşması diye bir anlaşma yapıldı. Her ne kadar meclisten geçmiş olmasa da yani hukuki olarak bir anlaşma statüsü olmasa da oturup masada kabul edildi. Taraflar tarafından imzalanan bir anlaşma olarak bir Sevr Anlaşması imzalandı. İstanbul hükümeti imzaladı bunu. Birinci Dünya Savaşı mağluplarının her biriyle anlaşma yapıldı; bize de fatura Sevr olarak kesildi. Aslında Türkiye olarak tahsis edilmiş bir ülke yoktu Sevr’de. Sahiplenilmemiş topraklar Türk toprağı olarak görüldü. Türkiye, olup olmadığı belli olmayan bir ülke olarak ortada bırakıldı. Yani İstiklâl Harbi dediğimizde dünyanın başka bir yerinde örneği olmayan bir harpten bahsediyoruz. Bileğinin hakkıyla istiklâlini elde eden tek ülke!

 

Peki, ne oldu da Lozan Anlaşması diye bir anlaşma oldu. Biz İstiklâl Harbinden galip çıktık. Yani normal şartlarda mağluplarla bir anlaşma yapılır. Galipler mağluplara bir şeyler dayatır veya kabul ettirir. Galip olan biz masaya çağrıldık, Lozan’a gittik. Dünya tarihinde görülmemiş bir anlaşmadır Lozan Anlaşması. Sekiz ay sürmüştür. Sekiz ay süren bir anlaşma olmaz. Arada iki aylık bir kesinti vardır: İşte Birinci Lozan görüşmeleri İkinci Lozan görüşmeleri... İki aylık kesintiyi çıkarırsanız 6 ay boyunca bir şey üzerine anlaşıldı. Heyet altmış yetmiş kişiden müteşekkil bir heyet. İlk görüşmeler için gittiklerinde fert olarak gidiyorlar, ikinci gittiklerinde -bakıyorlar ki iş uzayacak- maa-aile; çoluk çocuk ve hanımlarıyla Lozan’a gidiyorlar. Sekiz ay süren bir anlaşma! Dünya tarihinde böyle bir anlaşma yoktur. Neyi anlaşıyorlar acaba? Bu topraklarda çıkmış olan şeyin dünyanın hiçbir yerinde örneği olmadığını en iyi bilen gâvurlardı. Ömrümüzü geçirmemiz için bize dayatılan şey mış gibi yaparak olan biten şeylere bakmak. Yani bugün Türkiye’de yaşayan insanlar olarak sanki Birinci Dünya Savaşı diye bir savaş hiç olmamış gibi yaşıyoruz. Bir sürü İslâm ülkesi var bunlar zaten bin yıllardır vardı, hâlâ varlar… Veya İkinci Dünya Savaşı olmuş; -olmamış gibi yaşayanlarda var- olmuş fakat Türkiye de o savaşa katılmış gibi… İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hiçbir gelişme olmamış veyahut olan hadiselerin Türkiye’ye hiçbir etkisi olmamış gibi… Bu şekilde düşünerek bu günlere geldik. Gâvurlar bu toprakların hangi özelliklere sahip olduğunu çok iyi biliyorlar.  İsmet Bey’in kitabının ismi “Türküm Doğruyum İntikamım Ülkemdir.” 1921 yılında bir İstiklâl Marşımız oldu, akabinde Lozan’da tescil edilmiş bir vatanımız oldu. Misâk-ı milli sınırlarından ödün vererek bir toprak parçası elde ettik. Şairler şunu yaparlar; bize en başta bir ülke verirler. Zaten bir insanın şair olup olmadığını anlamanın en kestirme yolu budur. Bize bir ülke veriyor mu? Dahası o ülkeden bakabileceğimiz bir dünya veriyor mu? Bunu verebilmesi için de şairin bir ülkesi olması gerekir. Dünyaya bir bakış açısı olması gerekir. Yani ülkesini birinci meselesi yapmamış, siyasî meselelerden, tarihî meselelerden uzakta; işte güzel şiirler yazıyor, iyi şair… Böyle bir şey olmaz. Olmamıştır. Türk milleti Mehmet Âkif’in kalemini kullanarak bir şiir yazdı: İstiklâl Marşı. O şiirle bizim bir ülkemiz oldu. Ama dört sene sonra o ülke Mehmet Akif’in yaşayamayacağı bir hale getirildi. Yani biz şu anda adına Türkiye denilen bir ülkede yaşıyorsak bu şairin intikamı sebebiyledir. Türkeli’nde yaşayacaksak yine şairin intikamıyla bu bize verilecek. Cins şairlerin hepsine bakın; intikam için yaşadıklarını, bir öç güttüklerini görürsünüz… Aslında tefrik bu şekildedir. Türk şairi nedir dediğimizde… Kur’an-ı Kerim’de Şuara Suresi var, şairler suresi: “Şairler onlara ancak azgınlar ve sapkınlar uyar. Onlar vadilerde başıboş gezinirler, yapmayacakları şeyleri söylerler.” Mealen söylediğim ayetin bu kısmı (iki ayet) daha önce nazil olmuştur. Üç şair sahabe Resul-i Ekrem’e gelerek derler ki “biz helâk olduk.” Resulullah “niçin?” der. “Allah bizim şair olduğumuzu biliyor ve böyle bir ayet nazil oldu. Bu ayete göre biz helâk olduk.” Ve ondan sonra devamı Şuara suresinin son ayeti nazil oluyor. Mealen: “Ancak; iman edip, salih amel işleyip, Allah’ı çokça zikreden ve uğradıkları zulmün öcünü alanlar müstesna.  Zalimler yakında nasıl bir inkılapla devrileceklerini bileceklerdir.” Ayet-i kerime bu şekilde bitiyor. Türk şairi dediğimizde Allaha iman etmemiş olsa bile, salih amel görmemiş olsak bile, Allah’ı zikretmiyor olsa bile uğradığı haksızlığın öcünü alması şarttır. İtikat dili Türkçe konuştuğu, o dilin şiirini yazdığı için bu şarttır. Ama şair Türk‘ten bahsedeceksek son ayetteki dört şeyi de görebilmemiz gerekir. Bu hem Türkçenin doğuşu, bugünlere gelişi itibariyle böyledir hem de “Türküm Doğruyum İntikamım Ülkemdir” kitabından anladığımız şey böyle bir şeydir. Bu kitapta bir başlık var: “Türkiye’den Türkeli’ne Varalım Türk Şiirinden Şiir Türküne ve Belki Şiir Türküye Varabilme Gücü Bize Verilirse.” Şairler bize bir ülke verir. Bu her zaman böyle olmuştur. Ülkesi olmayana şair denmez. Havada duran bir şair olmaz. Yani bir millî meselesi olmayan adama aslında şairi bırakın edebiyatçı da denmez.  Dünyanın neresinde hangi edebiyata bakarsanız bakın cins bir romancı cins bir hikâyeci… hangi sanat alanını aklınıza getirirseniz getirin bunların hepsi milli bir meselesi olan adamlardır. Milli bir meselesi olmayan şarlatandır, üçkağıtçıdır, başka bir şeydir. Ben biraz fazla heyecanlandım, heyecanım geçerse sonra yine bir şeyler söylerim.

 

İsmet Özel: Protokolü bozmuyoruz. İkinci başkanımız Gökhan Göbel

 

Gökhan Göbel:

 

Selamun Aleyküm.

 

Ben de mümkün olduğu kadar Fahrî Genel Başkanımızın daha uzun konuşması için kısa kesmeye çalışacağım. Kitabın önümüze bıraktığı meselelerden birinden bahsedeceğim yalnız. İstiklâl Marşı şiir mi değil mi? Yani manzume mi, güfte mi yoksa şiir mi? Kitapta İsmet Özel “15. asrını yaşayan millet olarak yol ayrımındayız” diyor. Yani 1441 yılındayız. Eğer İstiklâl Marşı bir şiirse biz ondan gıdalanma yolunu seçeceğiz. Yok eğer bir manzume veya güfte ise diğerleri gibi bir şey olarak kalacak. Bu meseleyi Türk şiiri, modern Türk şiiri, İsmet Özel’in varlığı, şair-Türk bağlamında Genel Başkanımızın da bıraktığı yerden konuşmaya çalışacağım.

 

Türk şiirinde şair olabilmek için kendinden önceki şairin yapamadığı şeyi yapıyorsun ve şair oluyorsun. Siyasette de böyle (Türk siyaseti demeyeceğiz ona). Kendinden öncekinin yapamadığını yaptığın kadar siyasetçi olabiliyorsun. İlki müspet; Türkiye’nin varlığını bugüne getirebilmesini sağlayan şey. Önce divan edebiyatı terk edildi sonra aruz vezni. Divan edebiyatı terk edildikten sonra şairler Türkçeyi idame ettirebilmek Türk milletinin varlığını devam ettirebilmek için kendinden öncekinin yapamadığını yaparak şair oldu. Namık Kemal mesela divan şairi olarak işe başladı aslında, Divan’ı var. Fakat kendisinin de beyanı üzere kendisi, Abdülhak Hamid’in, Recâizâde’nin istenilen şiiri tam olarak yazamadı. Tevfik Fikret ve Cenap Şahabettin ise bunu yaptılar, Batı tesirinde Türk Edebiyatında öncekilerin bocalamalarını aşıp abidevî sanat eserleri verdiler. Türkçenin varlığı açısından da bu çok mühimdi. Bunun için onlar öncekilerin yapamadığını yapıp şair oldular. Mehmet Akif mesela; aruz tartışmaları vardı, “Aruzla günlük dil olmuyor” deniyordu. Yani Mehmet Akif günlük dili aruzla öyle bir kullandı ki “oluyormuş” dendi. Yahya Kemal de aruzun bir diğer kanadında. O da -söylediği şeyi sahiplenmeyebilirsiniz- yine o dille “Cânan aramızda bir adındı” yahut “Körfezdeki dalgın suya bir bak, göreceksin” şeklinde Türkçe söyleyişler getirdi. Bunlar yoktu. Sonra mesela aruzu harikulade kullanan bir şair olarak Faruk Nafiz Çamlıbel, yeni "kuruluşa" gidiyoruz diye hece veznine geçti ve heceyle “Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı/ Bir dakika araba yerinde durakladı.” diye yazdı ve o da o güne kadar hece ile yapılamayan şeyi yaptı. Orhan Veli bütün ölçüleri dışarı atıp bir şey söyleyebildi. Bu, İsmet Bey'e kadar devam eder böyle. İsmet Özel hem öncekilerin yapamadıkları şeyi yaparak hem de yapmadıkları şeyi yaptı. O yapmadıkları şey İsmet Özel’i “Şair Türk” kılan şeydir. Yapamadıkları şey mesela; İkinci Yeni atılımını yapmıştı fakat elde "işte bu!” dediğimiz o şiirin misalleri yoktu. Kendileri de mesela mısra kurmakta -belki başta bilerek yaptılar ama- zorlanıyorlardı. İsmet Özel daha ilk şiiriyle geldi: “Ölüler beni ölüme yakıştıramaz/ gibi hala saçlarımda tozlu bir akşam” dedi. Bu o güne kadar bakarsanız olmayan bir şey. Bu yapamadıklarını yapma meselesi böyle devam etti. Ama bir de yapmadıklarını yapma meselesi var. O da İsmet Özel’i “Şair Türk” kılan şey. Batı tesirinde edebiyat dedik buna çünkü onu esas saymıştı ve bu batı tesiri, -batı medeniyetinden de bahsetti İsmet Bey- Türk kalmaya mâni bir şey aslında. Şiir olunca iş değişiyor ama mesela Tevfik Fikret “Kanun diye tepelendi her şey” diyor. Kanun savunuyor yani ama mesela diyor ki “Haksızlığın envâını gördük.. Bu mu kanun?/ En gamlı sefâletlere düştük.. Bu mu devlet?/Devletse de, kanunsa da, artık yeter olsun” diyerek uğradığımız şeyi de söylüyor.

 

Siyasette de böyle ama dediğim gibi birisi Türkçe’nin, Türk Milleti’nin, Türkiye’nin devamını sağlıyor. Siyasettekini şununla misal vereceğim. İstiklâl Marşı’ndan şiir olarak gıdalanıp gıdalanmayacağımız meselesi var fakat manzume yahut güfte olarak bile İstiklâl Marşı ciddiye alındığı takdirde bir şey olmuş yani, onu konuşalım şimdi. Anayasada İstiklâl Marşı yer alıyor. Hristiyan takvimine göre 2012 yılında AKP, Tapu mevzuatından Mütekabiliyet esasını kaldırdı. Yani şu demek: “Türkiye, herhangi bir ülke Türkiye vatandaşına toprak alma, arazi alma hususunda ne şartları uyguluyorsa ben de onu uyguluyorum” diyordu. Mütekabiliyetin esası buydu. Bu 2012’de kaldırıldı. İstanbul’un bu günkü halini görüyorsunuz. Yani, isteyen bir mütekabiliyet şartı aranmaksızın arazi satın alabiliyor. Ama bu değişiklik ANAP zamanında da teklif edilmişti. Hem de iki kere. Yabancıların mülk edinmesinin önündeki engellerin kaldırılması Anayasa Mahkemesi tarafından ANAP devrinde iki kez iptal edildi. Mahkeme üyelerinden bir tanesi “anayasanın üçüncü maddesinde İstiklâl Marşı yer alır ve o İstiklâl Marşı’nda da Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı der” dedi. Bu sebeple “mütekabiliyet unsuru olmadan yabancılara mülk satışı olamaz” diye bir şerh düşer. Ama kararın esası İstiklâl Marşı’na dayanmaz. Sadece bir mahkeme üyesi böyle bir şey söyler. Fakat “Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı” mısraı zaten mütekabiliyeti tanımayan bir şey. Yani dünyaları alsan da vermiyorsun. O zaten o mütekabiliyeti bile tanımıyor. İstiklal Marşı manzume veya güfte olarak anlaşıldığında bile bu karşılığı veriyor ve mesela biz ondan şiir olarak istifade edeceksek, -kart bastık mesela haritanın altında “Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı” yazıyor-  orada Mîsâk-ı Millî’nin kastedildiğini hesap etmemiz lazım. Dahası İstiklâl Marşı'nın niçin dünyaları almaktan bahsettiğini, cennet vatanın ne olduğu meselesini önümüze almamız lazım eğer bu bir manzume değilse…

 

Niçin cennet vatandan bahsediyor? Yani kâfirlerin anladığı gibi bir dünya cennetinden mi bahsediyor? Bunları düşünmemiz lazım.

 

Kitap hepsi tamamlanmak üzere yarım bırakılmış dört başlıktan müteşekkil: Homeros’tan Karl Marx’a Şiirin Türk Tarihi, Türküm Doğruyum İntikamım Ülkemdir, Tersinden Edebiyat Tarihi, Önce Namazdan Soracaklar. Türküm Doğruyum İntikamım Ülkemdir kitabındaki yazı Süleyman Demirel’in ölümünden birkaç zaman sonra yazılmıştı. O kitap tek bir yazı olarak kaldı. Orada Ahmet Muhip Dıranas’ın Türk şiirinde turnusol kâğıdı işlevi gördüğünü fark etmemiz lazım diyor İsmet Bey. Şimdi bu modern Türk şiirinin seyri meselesinde tuhaflıklar var. Mesela Ahmet Muhip Dıranas’ı kitapta İsmet Özel ‘Devri Dilarayı Cumhuriyet’ şairi olarak anıyor. O şiiri okuyacağım. Çünkü ‘Devri Dilarayı Cumhuriyet’ şairidir Ahmet Muhip Dıranas. Fakat mesela 1967 yılında Turgut Uyar sonradan “Bir Şiirden” kitabına giren yazısında Ahmet Muhip Dıranas’ın dünyasının zamansız ve mekansız hatta kurgusal olduğunu, "suya sabuna dokunmadığı" ve hatta bunun için suçlanabilir ama suçlanmaması gerektiğini söyler, 1967 yılında. Devri Dilarayı Cumhuriyet şiirini, Olvido şiirini anmaz. Büyük Olsun, Köpük, Kar bu şiirlerini anar ve şey söyler ama İsmet Özel bu kitapta… Şunu da söyleyeyim şimdi şiirin "Homeros'tan Karl Marx’a Şiirin Türk Tarihi" ve "Tersinden Edebiyat Tarihi"; başlıklarda tuhaflıklar var gibi… Aslında Türkiye’nin tuhaflığı. İsmet Özel Türk şiirinin tarihini yazmıyorum, Şiirin Türk Tarihini yazıyorum diyor. Edebiyat tarihini de tersinden yazıyorum diyor. O seyirdeki tuhaflık Ahmet Muhip Dıranas’ın Turgut Uyar tarafından nasıl anıldığıyla anlaşılabilir.  Ben “Devri Dilarayı Cumhuriyet”i okuyayım. Bu vesileyle öğrendim bu şiirin tarihini. 1949 Şubat’ta Varlık dergisinde yayınlanmış.

 

Devri Dilarayı Cumhuriyet

 

dışarda bayram;

bayram bize mahrem.

sultanım, biçarem,

doldur içelim!

 

şarkı da bilirsin,

söyleyebilirsin,

güzelsin, belisin;

doldur içelim!

 

ben aşkınla şad,

sen sineler küşat,

devir cumhuriyet;

doldur içelim!

 

II

 

her yer donandı,

başım dönendi,

kadeh nâra yandı,

yıldız yıldız âlem...

Turgut Uyar’ın dediği gibi bir şiir değil bu. Yani Ahmet Muhip Dıranas’ın öyle bir şair olmadığını gösteren şiir ve Ahmet Muhip Dıranas Türk şiirinde siyasi temayülü dolayısıyla gadre uğramış birisidir. Türk şiirinde Ahmet Muhip Dıranas gibi 46’dan 60’a kadar Demokrat Parti saflarında olan başka birini daha göstermek imkansızdır. Yoktur onun misali. Ahmet Muhip Dıranas 1946’dan 1960 ‘a kadar hatta aralıklı olmasına rağmen Demokrat Parti’nin gazetesinde Zafer Gazetesi’nde yazdı. 1950 yılında Türk tarihinin en kritik hadisesi; 14 Mayıs 1950 seçimleri olduğunda Demokrat Parti’den Sinop’tan milletvekili adayıydı. 1965‘te de Adalet Partisi’nden aday olmuştu fakat ikisinde de -işte o şiir siyaset şeyinde ikileminde- seçtirtmediler. Hem Demokrat Parti hem de Adalet Partisi onu seçilemeyecek bir yerden koydular. O kadar ki Zafer Gazetesinde üç kişi Demokrat Parti'den mebus olmak için aday oluyor; Mümtaz Faik Fenik ve Zeki Rıza Sporel -futbolcu olarak da bilinir- o ikisi seçiliyor. Demokrat Parti’nin neredeyse bütün mebusları çıkardığı bir seçim 1950 seçimleri. Ahmet Muhip Dıranas seçilmiyor. Aynı şey 1965 Adalet Partisi seçimlerinde de vuku buluyor. 1950’de Ahmet Muhip Dıranas’ın seçimleri, seçilemediği seçimi değerlendirdiği yazısı şöyle bitiyor; “vatandaşa haysiyeti iade edildi.” Ezan okunmuş artık. 1953 yılında mesela Bedii Faik edebi mevta diyor Dranas için -kendisi muharrir o zaman- Demokrat Parti'li olduğu için … Oktay Akbal Ahmet Muhip Dranas'ın öldüğü günlerde suç isnat edercesine "sonuna kadar Demokrat Parti'nin arkasında durdu" diyor. Türk şiirinin seyrinde işte bu Ahmet Muhip Dıranas misalindeki gibi tuhaflıklar var. Şunu da söyleyeyim öyle bitireyim. 1948 yılında Kaynak Dergisi bir şiir yarışması açıyor, seçici kurulda üç kişi var. Birisi Ahmet Muhip Dıranas diğeri Nurullah Ataç üçüncüsü de Batı Tesirinde Türk Edebiyatı Antolojisi'ni hazırlayan Kenan Akyüz. Nurullah Ataç’ın Turgut Uyar için zarını attığı yarışma bu. Turgut Uyar o yarışmada ikinci oluyor. Sonra Çetin Tezcan'la beraber bir kitap çıkartıyorlar. Nurullah Ataç Turgut Uyar’a oy verdiği için biliyoruz ki Ahmet Muhip Dıranas birinciye oy vermiş. Birinci olan kişi bugün bilinmiyor ama bu klasik şiir yarışması meselesi değil. Zafer Hüsnü Taran, Harp Poemi şiiriyle birinci oluyor. Adı Zafer. 1921 yılında Nisan ayında ikinci İnönü muharebesi esnasında Bursa’dan, İnegöl’den Ankara’ya göçerlerken annesi onu tren vagonunda doğuruyor. Cemal Süreya bu Harp Poemi şiirinden sonra pek bir şiir olarak varlık gösteremeyince -ki ben kendisinin akıbetini merak ettim baktım pek bir şey bulamadım- Zafer Hüsnü Taranla ilgili büyük yetenekti çok büyük kayıp diyor Zafer Hüsnü Taran için. Onun birinci geldiği şiiri okuyup bitireyim. Belki sonra tekrar unuttuğum şeyleri söylerim.

 

HARP POEMİ

 

I

Onlar bağ bozumuna gider gibi

Ellerinde sıcaklığı karılarının

Dudaklarında vatan türküleri

Ve dağınık saçlarında rüzgar

Çekip gittiler katar katar.

Yeni dostlar tanıdılar karavagonda

Tarlalara bakıp için için dert yandılar

Memleket hasretinden

Ve bir tünelin kara ağzında

Görünmez oldular..

 

II

Çiçek açmış nar ağacı gibi

Al al oldu göğüsleri

Saçlarının en güzeli

Tel örgülerde kaldı.

Vesikaya bağlı değildi

Taş yemek, toprak yemek,  mermi yemek

Yediler deşilen gövdelerinden

Bağırsakları sarkıncayadek.

 Ceplerinden çıkardıkları resimlere

Bakıp bakıp da kanlı saçları arasından

Dediler "neylersin karıcığım,

Ölüm de varmış kaderde.."

Pençe pençe kanları yerde

Kardeş kardeş uyudular

Kolları bacakları başka siperde.

 

III

Anlatıyordu bu adam Harbe dair

Yüzüne yamanmış barut yanığı,

Sağ kolu bir cephede

Ve bir cephede ayağı.

"Onlar

Dağınık saçlarında rüzgar

Çekip gittiler katar katar.

Biz böyle yaşadık adaşım

Senden ne haber?"

 

ZAFER HÜSNÜ TARAN, 1948

 

Bunun karşısında Nurullah Ataç'a zar attıran Turgut Uyar şiiri de Arz-ı-Hal'dir. "Beş vakit kızlar doluyor camilerine" dediği şiirdir deyip teşekkür ederim.

İsmet Özel: Biz de teşekkür ederiz. Son konuşmacımız umumi muhasip Oruç Özel.

 

Oruç Özel:

 

Selamun Aleyküm. Ben de “kısa bir konuşma yapacağım” diye başlamayacağım dedim ama bunu söyleyince demiş olduk. Bir şaka mı yapıyoruz? Neyle alakalı, idaresi bende olan TİYO yayınlarının başlattığı kampanyayla alakalı. Açılış konuşmasında Seyfullah Bey zikretti, dışarıda da görmüşsünüzdür, internet portalimizde de ilan ettik, bir ifade bu, kitap kampanyası, bir ifadenin tezahürü “İsmet Özel’in bütün kitapları bende var ama hiçbir fikrine katılmıyorum” bunu söylüyor. “İsmet Özel’in bütün kitapları bende var ama hiçbir fikrine katılmıyorum.” Bu ifadeyle bitmiyor kampanyanın izahı bir cümle daha ilavesi var: “Bu şakayı canlı kılmak için İsmet Özel’in bütün kitaplarını satın alın”. Ortada bir şaka var ama her şakanın altında bir gerçeklik payı da var. Ben de o gerçeklik payına değinmek üzere bunu  izah için kısa bir konuşma yapacağım.

 

Birincisi ifade nasıl başlıyor “İsmet Özel’in bütün kitapları bende var”. “İsmet Özel’in bütün kitaplarını okudum” demiyor sadece “bende var” diyor, şakanın önemli kısmı bu. Yani İsmet Özel’in hiçbir fikrine katılmayan kişinin bütün kitapları okuyup okumadığına veya kitap okuyup okumadığına bakmıyoruz ama “kitapları bende var” diyor şakanın ehemmiyetli kısmı bu, canlı kılınacak kısmı da işte kampanyadan kitap satın alma kısmı. Çünkü 12 sene oldu, 13. senesine giren İstiklâl Marşı Derneği’nin serencamından böyle bir şeyi anlamak mümkün. İsmet Özel’in fikirlerine katılıp katılmamak meselesi işte buraya gelmenize sebep oluyor mu, olmuyor mu onu izah edelim. İsmet Özel’in kitapları okunuyor mu? Okunuyorsa ne oluyor? Hangi fikrine katılınıyor, hangi fikrine katılınmıyor, yoksa hiç birine mi katılınmıyor? Önce İsmet Özel’in ne kadar kitabı var ondan kısa bir bahsetmek istiyorum, kısaca. TİYO yayınlarının neşrettiği kitap sayısı 22, İsmet Özel’e ait olan kitap sayısı 22 çünkü son kitabı Türküm Doğruyum İntikamım Ülkemdir’in sırtına bakarsanız 44 yazıyor, o da TİYO’nun neşrettiği yayın sayısı. 6 tanesi İsmet Özel’in İstiklâl Marşı Derneği portalinde yazdığı yazıların ayrı kitaplar olarak basılmış halleri. Bunlar Kuran harfleriyle ve Latin harfleriyle müştereken basılmış kitaplar. Yayınevimizin ilk kitabı “Desem Öldürürler Demesem Öldüm” Bu kitap da ilk yayınlandığında sadece Latin harfleri ile yayınlanmıştı, şimdi hem sağından hem solundan başlanarak okunabilir bir kitap. Bu 6 kitap, son 12 senenin mahsulü, bu 6 kitap diğer kitaplarından ayrı bir kutunun içerisinde kampanya olarak sunulmuş vaziyette. Bunun sebebi, bizim İsmet Özel’in diğer kitaplarına olan teveccühün Türkiye’de Kuran harfleriyle güncel yazıların neşredildiği tek kitaplar olan bu 6 kitaba teveccühün ne olup ne olmadığına bakmak sebebiyle oldu. O yüzden bunları okunurken hem sağdan hem soldan başlanan kitaplar diye ayrı tasnif ettik. İlk kitabı İsmet Bey’in Erbain şiir kitabının içinde mevcut olan Geceleyin Bir Koşu 1966. Düz yazı olarak ilk neşrolmuş kitabı da “Üç Mesele” Şubat 1978. Enteresan bir şekilde “Geceleyin Bir Koşu” da Şubat ayında neşrolunmuş. Bu iki kitapta neşrolunduğunda ben henüz hayatta değil idim, pek çoğunuz da hayatta değildiniz. Bunları ayırdığımız zaman, neyi ayırdım, biz yayınevi olarak pek çoğunuz biliyorsunuz kitapları müşterek birleştirerek yayınladık yani İsmet Özel’in 22 kitabı var ama bu 22 kitabın tek tek yayınlanmış hallerini düşünürsek 48 adet bunlar aslında. TİYO’dan yayınlanmamış Şairin Devriye Nöbeti serisiyle Toparlanın Gitmiyoruz serisi var. Bunları ve hepsini bir araya kattığımız zaman 68 adet kitap gibi bir sayı çıkıyor ortaya. Bu istatistiki bilgiyi şu sebeple zikretmek durumunda kaldım çünkü bütün ne yapıp ne etmemiz gerektiği, ne yapılıp ne yapılmaması gerektiği ile alakalı her şey bu kitaplarda yazılı olduğu müellifi tarafından hem şiir hem düzyazı kitaplarında beyan edilmiş vaziyette. Ve bunun süresi de baktığımız zaman şiir kitapları olarak 66 sene, düz yazı olarak da 42 senelik bir geçmişi var. Şöyle bir şey söyleyebiliriz. İsmet Özel hakkında yazılmış yazıların işte kim ne yazmışsa topladığınız zaman İsmet Özel’in kendi yazdıklarının onda biri etmez. Kağıt olarak yoksa değer olarak ne edip etmediklerini buradan söyleyemiyoruz. Ben bu kampanyanın kitap satın alınmasıyla alakalı bir durum olmadığını, burada önemli olan bu sloganın ne demek istediğini anlaşılması olduğunu hatırlatmak istiyorum “İsmet Özel’in bütün kitapları bende var ama hiçbir fikrine katılmıyorum” buna birkaç misal vermek üzere, istiyorum, mesela “Dünyada dini ile milleti yek vücut yek pare olan bir unsur vardır, onun adı da Türk’tür. Kendi bünyende din ve milliyet farkı gözetirsen ve gözlüyorsan Türk olamazsın, Türk’ün tarafına geçemezsin. Kafirle çatışmayı göze alan Müslüman’a Türk denir.” Bu fikrin İsmet Özel okuyucuları veya kütüphanesinde kitapları olanlar tarafından katılınıp katılınmadığı hususu Türkiye’nin bugünkü durumunu izah etmekte. Konuşmamı şu şekilde bitirmek istiyorum: “İsmet Özel’in bütün kitapları bende var ama hiçbir fikrine katılmıyorum.” sloganını düşünmeden önce İstiklâl Marşı ideolojisi nedir ve buna katılınıp Türkiye’de katılınmadığının bilinmesi ve insanların esasen Allah’ın kelamı Kur’an-ı Kerim ayetlerini “işittik ve itaat ettik” deyip demediklerine bakılarak bunun üzerine İsmet Özel’in kitaplarına fikirlerine katılınıp katılınmadığının değerlendirilmesini hatırlatmak istiyorum. Teşekkür ederim.

 

İsmet Özel:

 

Böylece birinci tur tamamlanmış oldu. Biz de teşekkür ederiz.

 

Şimdi bu topraklar üzerinde yaşayanlar insan olarak adlandırılabilir mi? Yani bütün toprakların faunası ve florası var. Biz de onların arasına sokulabilir miyiz? Yani 11. yüzyılda bir güç temsili sebebiyle Müslüman olmuş insanlar olabiliriz ve bu güç, gücünü gösterdiği sürece Müslümanlığımız devam etmiştir. Bunu iyi bilmemiz lazım. Yani biz devlete itaat ettiğimiz için mi Müslümanız yoksa Müslüman oluşumuz bir devleti gerektiriyor o yüzden mi Müslümanız?

 

İstiklâl Marşı 1921 yılında Büyük Millet Meclisi tarafından kanun hükmünde kabul edildi. Yani tamam, meclisin hepsi ittifakla “milli marşımız budur” demedi. Çoğunlukla bu kabul edildi. Yani daha ilk defa mecliste İstiklâl Marşı okunurken itirazlar vardı ve oylama açık yapıldı. O arada “red, red” diye sesler yükseliyordu bazı yerlerden, meclisin içinde. Allah nasip etti Sakarya Meydan Muharebesi’ni kazandık. İstiklâl Harbi sırasında bu kadar net sonuç başka hiçbir harpte alınmadı. Yani Kâzım Karabekir’in ordusuyla yaptığı hareketi de İstiklâl Harbi’nin içinde kabul edersek o nizami bir şeydi fakat Sakarya Meydan Muharebesi gibi göğüs göğüse olmadı. Türk askeri giriyordu bir yere ve orası Türkiye oluyordu. O yüzden de 1918’de Ermeniler dediler ki “daha fazla gelmeyin burada anlaşalım.” Ve böylece doğu sınırımız İran’la olan sınırımızdan sonraki ilk sınırdır. 1921 Sakarya Meydan Muharebesi’nin cereyan ettiği tarih fakat Büyük Taarruz aradan bir sene geçtikten sonra yapıldı. Buna hiç dikkat ettiniz mi? Yani biz Yunan Ordusu gibi bilinen orduyu harp meydanında mağlup ettik arkasından onları Ege Denizi’ne dökmedik. Bunun için bir sene beklememiz gerekti. Böyle bir şey olması kafanızı kurcalıyor mu hiç? Yani bir savaş gücünü devre dışı bırakıyorsun ve aradan bir sene geçtikten sonra tekrar hücum ediyorsun adamlara. Mantıksız bir şey. Yani akıl alacak bir şey değil, ama oldu. Kafanızı gerçekler üzerine yorun. Büyük Yunanistan, Büyük Ermenistan 1921 yılında, 22 yılında kurulacak olsaydı bundan Avrupa çok büyük zarar görecekti. Çünkü bu iki unsur Avrupa’yla hesaplaşmayı programına almış olarak vardı. Yoksa çocuk oyuncağı değil bu. Bir ülke kuruyorsun ve bir yere varması gerekir. “Bu salak Türklere verelim bu toprakları ve işimiz yürür” dediler. Öyle de oldu. Yani şimdi yüzüncü sene yaklaşıyor. Lozan’dan çıkarken İsmet, sonradan İnönü soyadını alan adam “bir yüz sene kazandık” dedi. Allah Allah, ne enteresan. Kimmiş yüz sene kazanan, Türkler mi? Türkler idiyse nasıl oldu da biz yüz sene sonra bu duruma düştük. Ama aranızda Ermeniler varsa gayet net olarak kafasına oturmuştur o. Bir yüz sene kazandı Ermeniler. Rumlar kazandı mı? Bilmem… Onu Rumlar düşünsün. Ama İsmet İnönü 1973 yılında Ermeni alfabesini sayıklayarak öldü. Başında ona “alfabeyi söyle” diyen yoktu yani. Bu adam Milli Şef, Milli Şef! Kendini nasıl savunuyor? “Atatürk öldükten sonra Avrupa’dakiler bunların başında adam kalmadı diyecekler. Onun için bir adam olarak ortaya çıkmalıydım.” Çıktı, 12 sene de milli şeflik yaptı. Demokrat Parti yöneticilerine dedi ki “böyle giderseniz sizi ben bile kurtaramam.” Bu ne demek hiç düşündünüz mü? “Sizi ben bile kurtaramam.” Sen kimsin? Sen nasıl adam kurtarıyorsun? Kurtaramadı nitekim. Çabası olduğu söyleniyor, üç kişinin asılmasına mâni olmak için.

 

Yani biz burada milli bir varlık arz etmiyoruz. Arz etmemek için özel gayret sarf ediyoruz. Saçlarımızı arkasından bağlıyoruz. Kulaklarımıza küpe takıyoruz. Bu topraklarda Türkiye’nin söz sahibi olmaması için her şey yapılıyor ve bu yapılan her şey büyük alkışlarla karşılanıyor. Yani “ipek yolu projesinin bir parçası” diyorlar Marmaray için. İpek yolu olsa ve gayet güzel çalışsa; bunun bu topraklarda yaşayan insanlara getireceği, bu topraklarda yaşayan insanlardan götüreceği nedir? Bunu hiç düşünen oldu mu? Kentsel dönüşüm bu milletin hayrına mı? Daha neler… yani kendisine ne yapılırsa yapılsın Allah beterinden saklasın diyen bir toplum içinde yaşıyoruz. Yapılanlara itiraz etmediği gibi daha kötüsünü de yaparlardı diye düşünen insanlar bunlar. 1952 yılında NATO’ya girdik. Nasıl girdik? Benim “Toparlanın Gitmiyoruz” kitabını okuyanlar önsözde benim Türklerin “Kunuri Zaferi” diye andıkları savaş sebebiyle batı basınında yayınlanan şeyleri okuyacaklardır. Batı kendi canını kurtaran insanlara medyun idi ve o yüzden bizim NATO’ya girme talebimizi geri çeviremediler. Bu kadar kalsa iyi. “Madem Türkiye’yi NATO’ya alıyoruz Yunanistan’ı da alıyoruz” dediler. Bununla ne kast ettiklerini, nasıl bir amaç güttüklerini bir düşünün yani Yunanistan’ı da biraz kırpmak yani bir derecesini düşürmek için yaptılar bunu. Yani “Türkleri alıyoruz sizi de alıyoruz” yahut “Türkleri alıyoruz madem sizi de alacağız ki fark gözetmediğimiz anlaşılsın.” Bugün de insanlar NATO’da bulunmaktan çok memnun olduklarını söylüyorlar ve bir şeylerin hesabının sorulacağını düşünmüyorlar. Bir şeylerin hesabının sorulacağını düşünen insanlardan olmayı teklif ediyorum. Yani elbette bir mahşer var. Herkes yaptığının karşılığını görecek ama bu dünyayı terk etmeden de verilen bir hesap var. Onu kaç kuşak fark edecek, bilmiyorum. “Devrim otomobilinden sonra ikinci tecrübe” diyorlar, şimdi elektrikli otomobil yapacaklarmış ve bu bahiste konuşanlar kendilerini Devrim otomobilinin devamı sayıyorlar. Kimse bir şey demiyor. Hiç düşündünüz mü son yıllarda -bunu artık yirmi yıla falan uzatabiliriz geçmişe doğru- Çin Avrupa’nın en parlak markalarını ülkesinde üretmeye başladı ve telif falan filan onlara bir şey ödüyorlar. Yani Volvo firması “sen üretiver canım boş ver sonra alırız” falan demiyor herhalde değil mi? Yani şimdi dünyanın en yoksul ülkelerinden biri olarak bilinirdi Çin. Madem öyleydi bugün bu yüksek telifleri nasıl ödüyor? Dünyada futbol hayatında yıldızı sönmüş dünya kadar adam orada abad oldu. Kırk yaşına gelmiş herif hala futbol oynuyor yani. Küfür alemi bir şeyleri planladı ve şakır şakır uyguluyor. Uygulanmasından çıkar temin edenler bize düşman. Hassaten bana düşman. İstiklâl Marşı Derneği 12. yaşına bastı. Bugün evden buraya gelirken sordum oğluma, “giden gelen hesabı nasıl” diye, “giden daha çok” dedi. Yani dernekten istifa ya da çıkarılma yoluyla uzaklaştırılan insanlara göre derneğe gelenlerin sayısı devede kulak. Neden insanlar İstiklâl Marşı Derneği’ne gelmiyorlar? Çünkü bu iş tuttuğu zaman hiçbirinin tekerleği dönmeyecek. Yani öyle panelle-manelle halledilecek bir mesele değil bu. Yani can meselesi. Tende can kalacak mı, kalmayacak mı meselesi bunlar. Oturmuş beni dinliyorsunuz, teşekkür ederim.

Kaynak: İstiklal Marşı Derneği

adminadmin