Analiz
Giriş Tarihi : 18-08-2018 08:48   Güncelleme : 18-08-2018 08:48

Üniversite reformu, hemen şimdi

Üniversite reformu, hemen şimdi

Türkiye uçak üretimine araba üretiminden önce başlamış. Hatta 1927'lerde uçak üretimine başlandığına dair kayıtlara rastlıyoruz. 1950'li yıllara kadar toplam 351 adet uçak üretmiş. Ve bu uçakların bir kısmını da Hollanda ve Danimarka'ya ihraç etmiş. 1950'li yıllarda üretim durmuş...

Türkiye geçmişte uçak üretirken kendi çizimiyle, kendi tasarımıyla yola çıkmış. Motoru da dizaynı da kaportası da kendisine aitmiş.

Sonra ne olmuş?

Amerika devreye girmiş “Ne gerek var canım biz bunları size ucuz fiyatla veririz” diyerek Zamanın politikacıları kandırılmış. Politikacılar bu baskılara boyun eğmiş. Yetkililerimiz caydırılmış. Uyutma politikaları etkisini göstermiş.

Bu ülke insanı daha sonra krizlerle, darbelerle boğuşturularak bu günlere geldi. Son olarak Ergenekon ve Paralel yapılanmalarla uyutuldu. Bu yüzden de hangi tür araştırmalar yapacağını, nereye gideceğini belirleyemez hale geldi.

Çok şükür sınırlı da olsa, bilime ve araştırmaya hedef lazım gerçeğinin uygulanmasını savunma sanayiinde görmeye başladık. Bu yüzden Savunma sanayindeki dışa bağımlılık oranı hızla azalarak yerlilik oranı yüzde 24’ten yüzde altmışlara yetmişlere ulaştı.

Bugün savunma sanayimiz küçük ve orta ölçekli binlerce şirketimiz, Ar-Ge ve tasarım merkezlerimiz milli bir yapıya dönüştü. Savunma sanayisinde sadece parça üreten değil aynı zamanda teknoloji de üreten ülke konumuna geldik.

Türkiye kendi piyade tüfeğini, tankını, savaş gemisini, taarruz helikopterini, silahlı İHA’sını ve uydusunu yapıyor. Yakın gelecekte de kendi savaş uçağını, yüksek irtifa hava ve füze savunma sistemlerini, uçak motorunu ve yerli denizaltılarını da üretecek.

Bu kadar ileri teknoloji ürünün yerli kaynaklarca hayata geçirilmesi şunu gösteriyor: Hedef konulduğunda ülke olarak başarılmayacak bir şey yoktur. Türkiye’de ileri teknoloji ürünlerini hayata geçirecek potansiyel var.

Peki bu gelişmede topyekûn üniversitelerimizin katılımı neden mümkün olmuyor? Bu gelişmeler daha ziyade üniversiteler dışındaki kuruluşlarca yapılıyor (Aselsan, Roketsan, Havelsan, TAI ve d)

Türkiye artık kritik teknolojiye sahip savunma sistemlerini yerli imkânlarla tasarlayıp üretebiliyor. Şimdi aklımıza gelen soru su. Savunma sanayisinde bu başarıları gösterirken diğer alanlarda hala büyük oranda dışa bağımlı durumdayız?

Üniversite ve YÖK sistemi yüzünden diyebiliriz.

Üniversitelerdeki potansiyeli halka taşıyacak mekanizmalar niçin kurulamıyor?

Dikkatlerin üniversitelere çevrilmesi gerekiyor.

Şu can alıcı soruyu kendimize sormalıyız: Peki neden üniversitelerimizden kalkınma ve gelişme için hatırı sayılır bir fayda olmuyor? Üniversitelerimizde bilimsel potansiyel neden olduğu yerde kalmaktadır?

Hâlbuki üniversitelerin var oluş sebebi, toplumu yeniliklerle/buluşlarla buluşturmak değil mi? Peki hangi yanlış uygulamalarla bugün üniversiteler diploma fabrikaları haline dönüştürüldü?

Daha açık soralım. Üniversitelerdeki potansiyeli halka taşıyacak mekanizmalar niçin kurulamamaktadır?

Bilim politikası ve hedef konulamadığından, üniversitelerimiz, kendilerinin toplumun gelişimi ve sorunlarının çözümü için var olduğu gerçeğini unutmaktadır.

Ülkemizde bilim hedefleri (misyon ve vizyon) ortaya konulmadığından, ‘Dostlar alışverişte görsün’ kabilinden, doktora alınsın, doçent olunsun diye araştırma faaliyetleri yürütülmektedir. Üniversitelerde “bilimsel yayın” yapılınca ve özellikle atıflar indeksine (citiation index) giren yayın yapınca her şeyin hallolduğu havasına girilmektedir…

Üniversitelerden topluma ciddi bir iktisadi katkı ve önemli bir sanayi hamlesi yahut da uluslararası pazarlarda bazı açık veya eksikler bulup oraları tutma gibi gelişmeler olmuyor.

Bunun tek bir sebebi var: Mevcut YÖK düzeni.

Oyuncunun hareketini oyunun kuralları belirler. YÖK sistemi üniversitelere böyle bir misyon vermiyor. Toplumsal faaliyetlerin akademik bir değeri yoktur. Ders ücretli eğitim yüzünden hocalar ders makinalarına dönüşmüş ve dersliklere kapanmış vaziyettedir.

Üniversitelerin halktan kopukluğunun sonucu olarak en temel bilgiler bile halka mal olamamaktadır. İleri teknoloji bir yana yaygın teknoloji için bile (örneğin basit bir makinenin geliştirilmesi için) sanayici üniversiteden yardım alamamaktadır.

Tabi ki istisna örnekler bulunmaktadır. Biz genel durumdan söz ediyoruz.

Artık şu gerçeği görmek zorundayız. Mevcut YÖK düzeni varoldukça, hangi çaba içine girilirse girilsin, değişen bir şey olmayacaktır. Alınan tüm tedbirler yozlaşacaktır.

Şimdiye kadar, yaklaşık kırk yıldır hep böyle oldu.

YÖK sisteminin kolay doktora, kolay doçentlik, kolay ve sulandırılmış profesörlük kriterleri yüzünden bilimsel vasfa ve kapasiteye haiz olmayan insanlar kolaylıkla üniversitelerde görevlerini sürdürebiliyorlar.

Özgün çalışma yapmayanlar, hatta sahasının literatürüne hâkim olmayanlar bile doçent olabilmektedir.

Sonuç olarak, bilim temelli kalkınma ve dışa bağımlılığın azaltılması için dikkatlerin üniversitelere çevrilmesi lazımdır.

Şu soruyu hepimizin açık yüreklilikle sorması gerekir:

Niçin üniversiteler kalkınmada ve rekabette motor görevi yapamamaktadır?

Mevcut YÖK sistemi üniversitelerin özgürlüğünü, özerkliğini ortadan kaldırıyor.

Kendisi ortadan kalkmalı.

Ancak YÖK’ün kaldırılmasına en büyük direnci belki de YÖK’cüler verecektir. Mevcut statükoyu korumak istediklerinden, YÖK’ün kaldırılmasına şiddetle karşı çıkacaklardır muhtemelen.

Bunun için yeni üniversite reformu kesinlikle YÖK dışında hazırlanmalıdır.

Şimdiye kadar birçok YÖK kanununu değiştirme teşebbüsleri oldu. Birçok YÖK çalışma komisyonlarında bulundum. 2003 yılındaki Hükümetin YÖK kanununu değiştirme komisyonu içinde yer almıştım. Hâlihazır YÖK sistemini iyi incelediğimizde karşımıza çıkan şudur: Üniversitelerdeki çalışkan ve üretken bilim adamlarının önünü kapatan bir yapı. Halka hizmetin, sınai, ekonomik ve kültürel hizmetleri esas almayan, hatta “yasak” koyan bir sistem olduğunu söyleyebiliriz.

Çünkü toplumsal hizmetlerle; öğrenciyle ve danışmanlıklarla uğraştığınızda başınız biraz daha derde girebilir.

Sadece tez ve yayın hazırlama uygulamasına ve neticelere baktığınızda bunu görebilirsiniz.

Üniversitelerde yüzlerce binlerce tezler araştırmalar yapılıyor ama bunlar genelde sinai, ekonomik ve kültürel hayatımız ve geleceğimizle alakalı değil. Düşünün ki 200 kadar üniversite ve on binlerce öğretim elemanı taşıyorsunuz ve onlardan istifade etmeyi bilmiyorsunuz.

Amerikan destekli 80 darbe anayasasının ürünü olan YÖK sistemi size üretken ve çalışan bir üniversite bahşedecek değildi.

Acilen yerli ve milli kendi üniversite modelimizi hazırlamak zorundayız.

Artık, her öğretim üyesi her yıl belirli sayıda bilimsel ve fikri çalışma yapmak zorunda bırakılmalıdır. Araştırma yapmayan bilim adamına niçin çalışmadığı sorulmalıdır. Sanatçılar kabiliyetlerine göre mükafatlandırılmakta, sporcular da güzel oyunlarına göre değerlendirilmektedir.

Bilim adamlarına verilecek değer de topluma hizmeti, ürettiği projeler ve sorunlara bulduğu çözümler ve yaptığı yenilikler ölçüsünde olmalıdır. 

Sadece bilimsel makale sayısı kriter ve esas olmaktan çıkarılmalıdır. Aksi halde o zaman şimdi olduğu gibi iş yayıncılık oyununa dönüşmekte; ucuz yayın yapma yolları öne çıkmaktadır. Ülkemiz bu şekilde gelişmiş Batı ülkelerinin taşeronu konumuna düşürülmektedir. Bu yayınları değerlendiren ise ülkemiz değil Batı ülkeleri olmaktadır.

Peki yeni YÖK nasıl olmalı?

Şekli ayrıntılardan uzak olmalı ve sade ve oldukça kısa (belki de 3-5 sayfadan ibaret) tutulmalıdır. Görev ve misyon tanımından öte şekli ayrıntılara yer vermemelidir. Halkın temsilcilerinin de yer aldığı bir yönetim sistemi oluşturulmalıdır. Ta ki üniversiteler halka yenilikleri ulaştırmada öncü konuma yükselsin ve üniversitelerin, tek tipleşmesinin ve birbirinin kopyası olmasının önüne geçilsin. Böylece her bir üniversitenin kendi özgünlükleri içinde gelişmelerinin yolu açılsın.

Peki üniversitelerde hiç değerli buluş ve gelişme olmuyor mu?

Bilim politikası ve hedef olmayınca üniversitelerde çok değerli buluşlar yapılsa da bu buluş ve gelişmeler üretime dönüşememektedir. Bunlar tezlerde kalmaktadır. Ya da yabancı dilde yapılan yayınlara dönüştürüldüğünden, bu sonuçlar ABD ve Avrupa’nın işine yaramaktadır. Yani üniversitelerimiz ABD ve Avrupa’nın bir “taşeronu” gibi çalıştırılmaktadır.

Durum budur maalesef!

Ülkemizde sanayicilerin araştırma geliştirme amacıyla üniversitelere müracaat etmemelerinin ana nedenine gelelim o zaman…

 Ülkemizin “bilim politikasının” belirlenmemiş olması, belirlenmiş olsa bile üniversiteleri, hatta hükümeti bile “bağlamaması” yani hayata geçirilmesi için gerekli tedbirlerin alınmamış olmasıdır.

Hedef olmayınca, koruma ve teşvik bulunmayınca üniversite rastgele konularda araştırma yapmak zorunda kalmakta; sanayici de hangi sanayi dallarına yöneleceğini bilememektedir.

Ar-Ge’nin ve üniversite sanayi işbirliğinin oluşmamasının en büyük nedenini budur:

Ülke olarak bilim ve araştırma hedeflerinin belirlenmemiştir. Israrla uygulanan bir bilim politikası ve bir araştırma geliştirme siyaseti yoktur.

Şu halde dikkatleri bilim politikasına ve planlamaya çevirmeliyiz.

Bilim politikaları hazırlarken, çıkış noktaları neler olacak?

Türkiye bir kere iddialı olacağı alanları belirlemelidir. Örneğin kimya alanında (özellikle sentez, organik, biyokimya) büyük potansiyel var ülkemizde. İkinci iddialı olacağımız alan tarımdır. Özellikle organik tarım ve gıda sanayi. Avrupa’nın toplam gıda potansiyeli 1 trilyon dolar kadar. Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasların toplam gıda pazar büyüklüğü 1.5 trilyon dolar kadar. Türkiye şimdiye kadar çoğu kere yanlış yöne baktı. Türkiye’nin çevresi fırsatlarla dolu.

Tarımda yapılan yanlışlıklar; politikasızlıklar akıl almaz boyuttadır. Örneğin Türkiye’nin yurtdışından hayvan ithal etmesi ve saman ithal etmesi, hatta mercimek ithal etmesi çok büyük bir talihsizlik olmaktadır.

Tarımcı bir aileye mensup olmam vesilesi ile bu alanda yapılan yanlışlıkları, çiftçilerin ve tarım sektörünün mağduriyetlerini yakından görme şansım oluyor.

Kimya ve biyokimya ülkemizin kalkınmada anahtar noktalarından birisi. Türkiye ilaç ve kimyasal maddenin %90 civarında dışarıdan temin ediyor. Bugün kimya sanayiine yön verilse, güdümlü projelere geçilse dışarıdan aldığımız çoğu ilaçları ve kimyasal maddeleri, çözücüleri, temizlik, gıda katkı maddeleri vs. kendimiz yapabiliriz.

Hâlbuki kimyasal, biyokimyasal çoğu maddeyi dışarıdan aldığımızdan kimyagerler ve biyologlar iş bulamamaktadır.

Bilime dayanmayan ve dışarı ile rekabet edemeyen kopya kimya endüstrilerinin var olması bizi yanıltmamalı.

Sanayide yetkin doktoralı Ar-Ge personeli dönemi başlarsa, o zaman tohumunu da, ilacını da, kimyevi maddelerini de Amerikalı veya Batılı Monsanto, DuPont, Sygenta, Novartis, Roche, Bayer, Glaxo, Pfizer gibi şirketlerden değil; kendi şirketlerimizden temin etme yolu açılır.

O takdirde; Facebook, Instagram, Twitter, Google, Android, Youtube, Oracle, Dell, Microsoft, IBM, HP, Sun, AT&T, Cisco, Lucent, Apple, Intel, AMD, Zebra, Symbol gibi Amerikalı markaları yerine yerli alternatifleri oluşmaya başlar.

Post doktora amaçlı Almanya’da uzun süre kaldığımdan, Batıdaki durumu yakından görme şansım oldu. Orada kimya, biyoloji ve fizik gibi temel bilim bölümlerini bitirenlerin büyük çoğunluğu doktoralı.

Doktoralı elemanların tamamına yakını sanayide istihdam edilmektedir. Almanya’nın Kimya sanayiinde güçlü olmasının arkasında işte bu kimyacı araştırmacı ordusu vardır. Avrupa ülkelerinde tek bir ilaç firması bile on binlerce araştırmacı çalıştırıyor. Aklımda kaldığı kadarıyla Siemens firmasında o yıllarda 40 bin kadar araştırmacı bulunuyordu. Bunların yarısı doktoralı…

Bilim politika ve stratejilerini oluşturmak istediğimizde işe nereden başlayacağız?

Öncelikle yapılması gereken Türkiye için kritik olan araştırma önceliklerinin belirlenmesidir. Mesela ülke dışından aldıklarımızın Türkiye’de üretilmesi araştırma önceliklerimizdendir.

Araştırma önceliklerini belirledik. Sonra?.. Bu öncelikler ilan edilir. Bu vatandaşa mesajdır. Dünya nerede biz neredeyiz. O zaman üniversitelere, TÜBİTAK gibi araştırmaları destekleyen ve yönlendiren kurumlara misyon havası gelir.

Misyon yani hedef ve araştırma amaçları aşağıdan yukarı doğru süzüle süzüle yükselmelidir. İlgili toplum tabakalarını çözümün bir parçası haline getiren – aşağıdan yukarı yükselen- bu çözüm anlayışı gerçek demokrasinin uygulanmasıdır.

O zaman, herkes önceliklere ve hedefe sahip çıkacaktır. Akademisyenler de böylece yönlendirilmiş olacak; devletin kaynakları da belirlenen hedefe ve misyon doğrultusunda kullanılmaya başlayacaktır.

İlgili kesimleri bağlayan bilim ve araştırma politika ve stratejileri, sanayicilerimizi hangi alana yatırım yapacakları konusunda belirsizlikten kurtaracaktır. Üniversiteleri de “amaçsız ve işe yaramayan araştırmalarla” uğraşmaktan vazgeçirecektir.

Ismarlama hazırlanan bilim politikalarının akıbetini biliyoruz (örneğin vizyon 2023). Vizyon 2023 ilgililerin katılımı olmadan (tabandan tavana yükselmeyen) bir bilim politikaları hazırlama örneğidir. Bu yüzden toplum ve sanayi gerçeklerinden kopuk bir şekilde hazırlanan öncelik olarak ileri sürülen onlarca ve hatta yüzlerce araştırma öncelikleri çöle düşen yağmur gibi etkisiz kalmaktadır.

TÜBİTAK tarafından oluşturulan bu bilim ve araştırma öncelikleri ilgili kurumları bağlayan yaptırımları bulunmadığından, hedefler kâğıt üzerinde kalmaya mahkûm olmaktadır. Bunun en bariz örneği, TÜBİTAK, DPT ve üniversite projelerine destekler verilirken bile, bu önceliklerin kale alınmamasıdır.

Peki bu yanlışlığın önünü kapatmak için ne yapmalıyız?

YÖK hala hocalara ders başına para vererek, onları bir lise öğretmeni seviyesinde gördüğünü belli ediyor. Ders ücretli eğitim sistemine derhal son verilmelidir.

Şöyle azıcık kafamızı kaldırıp dünyanın bu işi nasıl yaptığına baksak bizim ne denli bir yanlışlığın içinde olduğumuzu görebiliriz.

Doktora-mastır yaptıran her araştırmacı hoca, aldığı fonların bir kısmı öğrencileri “destekler”. Onların yeme, içme ve ders paralarını o fondan karşılar. Bu fonlarda müthiş paralar döner ve o fonları almak için bir yarış meydana gelir. Bilimsel makalelere bakınız, çoğu zaman “Bu araştırma, fon no ile (bir sayı) ile desteklenmiştir” gibi bir ibare içerirler.

Böyle bir sistem kurarsanız hocaların hepsi de araştırma ile uğraşmak zorunda kalacaktır. O zaman proje yapamayan araştırma ile uğraşmayan hoca öğrenci bulamayacaktır. Kendini üniversiteden izole etmek durumunda hissedecektir.

İşte size çalışanla çalışmayanı ayırt etmek için gerçek bir ölçüt…

Tabii ki bu paraların dosya yayınlarına, sadece terfi için makale yazmaya gitmesini istemiyorsa, devlet oturup araştırma hedeflerini ortaya koyacaktır. Bu durumda hangi bilim dalının ne kadar para alacağını belirleyen devlet olacağı için “bilim dünyasına kendi stratejik ihtiyaçları ışığında yön verebilir.

O musluğu değil, ötekini açar, bakarsınız ülkenin önceliği ve ihtiyacı olan bilim dalı coşar, öteki yerinde sayar.

Bunlar görüldüğü gibi hep bir “seçim” ve tercihten ibarettir. Bu seçimi yapacak olan da tabi amatörler değildir. “Yetkin” bilim adamları ülkenin sanayi-kalkınma temsilcileri ile bir araya gelerek bilim-araştırma politikaları oluşturacaklardır.

Ekonomiyi kırılgan yapıdan kurtaracak ve dış müdahalelere kapalı hale getirecek çözüm yolu budur:

Bilim temelli ve buluş esaslı ekonomi. Kriz ve korkularla yaşama döneminin sonunu ancak bu şekilde getirebiliriz.

Bilimsiz kalkınma modelleri; teknoloji üretme yerine parayı basınca teknolojiye sahip oluruz anlayışından çıkmak için “Üniversite reformu” ile “YÖK’ün ıslahı” ve “Milli üniversitenin kurulması” gündemimiz olmalı.

Prof. Dr. Osman Çakmak / Diriliş Postası 

adminadmin