Fikir
Giriş Tarihi : 03-12-2017 14:11   Güncelleme : 03-12-2017 14:11

Uydurulan Din, İndirilen Din

"Bu kadar ilimleri olduğunu, kitapları olduğunu, müçtehid olduğunu iddia ediyorlar. Fakat bu müçtehid taslakları, FETÖ sapkınlığını fark edememişler."

Uydurulan Din, İndirilen Din

Reformcuların İbn Teymiyye’den tevarüs ettikleri “uydurulan din, indirilen din” meselesine dikkat çekmek istiyoruz. Aslında bu söylemle katı bir mezhebçilik yapıyorlar. Bu ifade ile İbn Teymiyye’nin Sahabî, Tâbiûn ve Tebe-i Tâbiûn nesillerini suçladığına (İmam Ahmed bin Hanbel Hazretleri de dâhil) dikkat çekmek istiyoruz. Bütün Selef-i Salihin’i dini anlamamak hatta din uydurmak ile itham ediyor. İbn Teymiyye ve takipçileri “uydurulan din” derken bizim dinimizi, “indirilen din” derken kendi dinlerini söylüyorlar. Böylece toptan tekfircilik yapmış oluyorlar. Gelmiş-geçmiş ulemayı ve bu geleneğe bağlı olanları tekfir ediyorlar. Asıl mezhebçi, hem de tekfirci olan bunlar. Suud ve Körfez ülkelerinin de büyük çoğunluğu Selefîdir, tasavvufa şirk gözüyle bakar ve Müslümanları tekfir ederler. Allah Resûlü’nün kabrine doğru dua etmeyi bile yasaklar, Sahabîlerin mezarlarını dümdüz ederler. Şimdi bu tavır yumuşasa bile bakış açısı aynıdır.

Esasında Batıcıların yıkıcılığına eş rol oynayan tüm haşerata karşı İbda-Cepheleri Anadolu’da İslâm’ın gür sesi olmaya devam edecektir. Tıpkı 15 Temmuz’da kimseden emir beklemeden tüm halkımız ile birlikte sokağa çıkıp birçok noktada kitleleri yönlendirmesi gibi. Bu arada 15 Temmuz’un tüm Müslüman halkımıza ait olduğunu, hiçbir cemaate mal edilemeyeceğini, Anadolu topraklarında İslâm’ı ifsad etmeye çalışanlara ve Batı’ya karşı İslâm temelli bir zuhur olduğunu belirtelim. Bu mânâya sahip çıkanlarla velev ki görüşleri zaman zaman Selefîliğe kaysın veya başka görüşte olsun,sömürü ve zulme karşı ortak noktada olduğumuzu belirtelim.

Şunu da belirtelim ki, mezhebleri anlamayıp şuursuz olarak “mezheblere gerek yok” diyenlerle, şuurlu olarak Ehl-i Sünnet ve tasavvuf düşmanlığı yapanları ayırt etmek gerek. Tıpkı kendini ifade edemediği için demokrasi diyenlerle Batı’nın seküler demokratik rejim modelini savunanlar arasındaki fark gibi. İlahiyatçılar derken şu açıklamayı da yapalım ki, bütün zümreyi kastetmiyoruz. Çünkü, şunu biliyoruz ki, Mustafa İslâmoğlu ve Caner Taslaman gibileri sevmeyen ve Sünnete bağlılığı ilke edinen bir çok ilahiyatçı var. Toptancı hükümlerden kaçmanın gereğine inanıyoruz; esasen moda olarak Selefî veya reformist fikirlere kendini kaptıran, fakat içlerinde yitirmedikleri edep duygusuyla hak ve hakikate döneceklerin/dönenlerin bulunduğunu söyleyelim. Kasıtlı olarak fitne ve fesat kazanını kaynatanların ise Şeriaten “el-dil-kalb ile buğz” şeklindeki emre muhatap olduğunu bilelim. Emanetin ehline verilmediği bir devirde yaşadığımız ve yıllardır ilahiyat ve diyanet kurumları laik ve Selefî kesimce yönetildiği için, sesleri az çıksa da bu hocalarımız her zaman değerlidirler, ahlâk ve erdem savunucusudurlar. Diyanet çevresinde de itikadı temiz, sünnete bağlı kimseler vardır. “Sünnete bağlılık Ehl-i Sünnet’in tekelinde değil” diye hutbeler irad eden, sanki din, laik-demokratik rejime bağlı Diyanet’in tekelinde imiş gibi konuşan, düne kadar Kur’an’dan yapacağız diye mealcilik yapan, bu iflas edince yine kuşku ile sünnete dönen, bir türlü iman edemeyen kuru akılcılara ancak “hikmetsiz ilim uçuruma götürür” diyebiliriz. Ve bu arada Zahidül Kevserî’nin “mezhebsizlik dinsizliğe giden köprüdür” sözünü de hatırlatırız.

Mezheb tanımazların çelişkisini bir hoca nükteli bir şekilde şöyle ifade eder: “Ben mezhebsizlerin cenaze namazını kılmam çünkü neye göre kılınacağı belli değil!” Mezheb zarurettir, öyle ki mezhebsiz namaz kılamazsın, oruç tutamazsın vs.. Kafası mezhebsiz ve reformist fikirlerle dolmuş ve bir türlü Allah’ın sonsuz hikmetine teslim olamayanların sıkışınca “biz de Sünnîyiz, Hanefîyiz” demeleri de çaresizliğin doğurduğu ayrı bir çelişkidir. Bunca okumuş yazmış çoğu ilahiyat kökenli akademisyenleri varken bir mezheb kuramamışlar, Sünnîliğe yamanmaya çalışıyorlar.

Akıl-nakil ikileminde (veya akıl-vahiy) tercih vahiyden yana olmalıdır. İman, akla üstündür. İman büyük bir nimettir, ilimle elde edilen bir şey değildir. İlim, imanın emrine girerse güzelleşir, verimlileşir, faydalı hâle gelir. Aksi takdirde tüm Selefî ve reformist cühela takımında gördüğünüz gibi, faydasız ilimden Allah’a sığınırız. Tasavvuf ile Necip Fazıl’ın kalemine bereket geldiğimalumdur. Keza Nurettin Topçu’nun, Sezâi Karakoç’un, Salih Mirzabeyoğlu’nun vs. arkasında tasavvuf vardır. Bir küçük not daha:

Bu kadar ilimleri olduğunu, kitapları olduğunu, müçtehid olduğunu iddia ediyorlar. Fakat bu müçtehid taslakları, FETÖ sapkınlığını fark edememişler. Bunlar nasıl fakih veya müçtehid ki, diyalogculuk, iman esaslarını değiştirmek, Hıristiyan ve Yahudi’yi hoş görmek, türbanı teferruat ilân etmek, Peygamber Efendimiz’i yan odada kendine hizmetçi kılmak gibi apaçık dinî, ilmî, fıkhî, ahlâkî edepsizlikleri göremiyorlar. Bırakın akademisyen olmayı, sıradan Müslüman’ın bile bilgi ve feraseti buna yetecekken, bizim ulema (!) uyumuş anlaşılan. Fakat bakıyoruz da kendi koltuklarını, nüfuz ve iktidarlarını korumuşlar. Ak Parti’nin iktidarıyla adeta Selefî bir devlet kurmuşlar, ama kısa zamanda bu devletçikleri çökme aşamasına gelmiş, birbirlerini yemeye başlamışlar, Ak Parti’yi de kendileriyle birlikte batırmışlar. Ak Parti bugün ayakta duruyorsa, bu ne idüğü belirsiz Selefî-reformist kadrolar eliyle değil de milletin desteğiyle ayakta kalmaya devam ediyor, Ak Parti’nin etrafında palazlanan menfaatçi, hizipçi ve mezhebçi Selefîlere rağmen. “Fakat nereye kadar?” Bunu soran bir halk ve gençlik olduğunu da hatırlatalım.

Kaynak: Baran Dergisi - Kazım Albay - “Selefilik ve Reformculuk Üzerine” makalesinden

adminadmin