Samsun Haber
Giriş Tarihi : 10-11-2012 10:01   Güncelleme : 10-11-2012 10:01

Vefatının 30. Yıldönümünde rahmet ve dua ile anıyoruz

Sekiz defa mahpus, bir defa mebus olmuş Davamızın adamı Osman Yüksel Serdengeçti 15 Mayıs 1917- 10 Kasım 1983

Vefatının 30. Yıldönümünde rahmet ve dua ile anıyoruz
 
 
1917 yılında Akseki'de dünyaya geldi. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunudur. Serdengeçti ismiyle çıkarttığı mecmuasıyla ve yaptığı mücadeleleriyle tanınır. 1965-1969 yılları arasında Adalet Partisi listesinden Antalya milletvekilliği de yaptı. Bir Nesli Nasıl Mahvettiler, Bu Millet Neden Ağlar ve Gülünç Hakikatlar isimli eserleri vardır. 10 Kasım 1983'te vefat etti.
Serdengeçti dergisinin sahibi ve Yazı İşleri Müdürü gazetecidir. Asıl adı Osman Zeki Yüksel'dir. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi öğrenciliği sırasında 1944 Milliyetçilik Olaylarına karıştığı için Hüseyin Nihal Atsız'la birlikte bir süre hapis yatmış, hapisten çıktıktan sonra öğrenim için aynı fakülteye başvurmuşsa da bu isteği reddedilince dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'e hitaben yazdığı ve "Yüksek makamın alçak vekiline" diye başlayan yazı yüzünden yeniden hapsedilmiştir.
Hapisten çıkarak Toplam 33 sayı yayınlanacak olan ve birçok sayısı siyasi irade tarafından toplattırılacak olan Serdengeçti dergisini çıkartmış, dergideki yazılarından dolayı okuyucuları onu Serdengeçti olarak tanımlamışlar ve bu sebepten kendisi de sonradan Serdengeçti soyadını almıştır.
Osman Yüksel Serdengeçti, Partisine yönelttiği eleştiriler yüzünden bir süre sonra Adalet Partisi'nden ihraç edilmiştir. Milletvekilliği sırasında kravat takmadığı için uyarı almıştır, uyarıları dikkate alınmayınca genel kurula girişi yasaklanmıştır. Bu kez beline bağladığı kravatla içeri girmiş, yakasına takması gerektiğini söyleyenlere ise, “Kanunda nereye takılacağı belli değil. İstediğim gibi takarım” demiştir. Necip Fazıl'ın yakın arkadaşlarından olan Serdengeçti hazır cevaplığıyla tanınır ve muhafazakar dünyanın en sevilen fikir adamlarındandır. Türkçülerin "Tanrı Türk'ü Korusun" demesi üzerine Serdengeçti "Tanrı Türk'ü, Allah da Müslümanı Korusun"diyerek bir döneme damgasını vurmuştur.
Yeni İstanbul gazetesinde "Selam" başlığı altında yazılar da yazmıştır.
KİTAPLARI YASAKLANDI, İSMİ UNUTTURULDU!
Serdengeçti, dini ve milleti için hayatını harcamış; dürüst, korkusuz, haksızlık karşısında susmayan bir efsaneydi. Eserlerinde bu milletin diktatörlükten, emperyalistlerden, din ve mukaddesat düşmanlarından neler çektiğini cesurca gözler önüne serer. 1950’de Demokrat Parti iktidarından önce korku salıp yasak kitap ilan edilen Bir Nesli Nasıl Mahvettiler, on altı sayfalık broşür, onu mahkemelerde süründürür.
 
Osman Yüksel Serdengeçti, mayası din, iman, maneviyat olan bir toplumu, Batının çoktan eskittiği, maddeci, düşman fikri hareketlerle nasıl dönüştürdüklerini bize kendi çocuklarımızın yaşadıklarıyla anlatır.
Memleketin buhranları anlatılıyor
Serdengeçti’ye göre yazılan ne bir roman ne de başka bir tür kurgudur. Yazılan yaşanandır. “Buhranlar, hüsranlar içinde çırpınan, hayatı facialarla dolu, ayarsız, kararsız, genç neslin serencamı”dır.
Şehitler verilmiş, memleket “leğen gibi kapkara şapkaları olan gâvurlar”dan kurtarılmıştır kurtarılmasına ama aradan birkaç yıl sonra o adamlar geri dönmüştür. Kahraman bildiğimiz kalpaklılar gitmiş yerine çocuklarımızın büyüyüp de vatanı kendilerinden kurtarmak istediği şapkalı adamlar gelmiştir. Ancak bu sefer mekteplere. Bayramlarda “Padişahlar, hainler, zalimler” diye ecdada sövgüler, mekteplerde nutuklar, müsamerelerde falakalı kurnaz cami imamları… Anamızın örtüsü dillere dolanır, kulaklardan ezanlar silinir, dillerden Allah lafzı silinir. Milli Mücadelenin şerefini sahiplenenler öyle acımasız olurlar ki yaptıklarıyla vicdan merkezleri zevk eğlence mekânlarına döner, toplumun temeli aile yıkılır, kardeşler arasına nifaklar ekilir.
Serdengeçti anlatmıştı
Serdengeçti  “Mazi, tarih, cinayetlerle dolu, kanlı bir harabe. Allah bir vehim… Ruh bir kuruntu, ebediyet bir seraptı. O halde sen neye bağlanacak, niçin, kim için yaşayacaktın?” diyerek hayatın nasıl bir boşluka sürüldüğünü, maneviyatın nasıl bir darbe aldığını esefle anlatır.
Maruz kaldıklarımızı ve çaresizliğimizi gördüğümüz kitapta Allah’ını unutan çocuğa Serdengeçti seslenir ve bize bir ibret vesikası sunar.
 
 
 
Serdengeçti'nin Said Nursî ve talebeleri ile ilgili yazıları
 
Mukaddesatçı cephenin ateşli kalemlerinden ve imanlı mücadelecilerinden Osman Zeki Yüksel (Serdengeçti) 1952 yılının Mart ayında, Serdengeçti mecmuasının altıncı sayısında "Said Nur ve Talebeleri" başlıklı bir yazı neşretmişti.
 
Bu yazı Bediüzzaman'ın Büyük Tarihçe-i Hayat'ında, Bekir Berk'in Mülâkat isimli eserinde, Nurculuk isimli kitapta, ayrıca çeşitili mecmua ve gazetelerde iktibas edilmişti. Nesir ve şiir karışımı bu yazı, çoşkun bir iman ve sevgisinin neticesi olarak Bediüzzaman, Nur Talebeleri ve Nurculuk hakkında yazılmış en güzel yazılardan birisiydi.
 
Bu şahane makaleden sonra Osman Yüksel Serdengeçti, 1952'de İstanbul'da Fatih semtinde bulunan Reşadiye Otelinde Bediüzzaman Said Nursî'yi ziyaret edip, görmüştü. Bu ziyaretin neticesi olarak Serdengeçti, o çoşkun ruhuylla, o berrak üslûbuyla mecmuasını Mayıs-Haziran (15-16) 1952 tarihinde, 7. sayfada "Said Nursî'nin Huzurunda" başlıklı bir muhteşem makale daha neşretti. Daha sonraki senelerde bu yazı da Nurculuk isimli kitapta ve Yeni Asya gazetesinde iktibas edildi.
 
"Bediüzzaman Said Nursî ile olan ilk görüşmesini mezkûr makalede gayet veciz olarak ve bütün teferruatıyla anlatmıştı.
 
 
 
"Said Nursî 20. asrın karanlığını delerken"
 
"Osman Yüksel, Serdengeçti mecmuasının müteakip sayılarında Nur Risaleleriyle alâkalı yazılar, Bediüzamanla ilgili şiir ve resimler neşretmiştir. Bunlardan birisi de mecmuanın Ağustos 1952 tarihli 17. sayısı idi. Kapakta bir temsilî resim vardı, resmin altında ise şunlar ifade ediliyordu, İslâm dâvasının Serdengeçti'si:
 
 
 
"Said Nursi yirminci asır karanlığını delerken!.
 
Çık nerdesin zuhur et, biz seni bekliyoruz...
 
Yıllardır yollarında yorgun emekliyoruz!
 
Musa ol! Hakka yüksel, tecelli et Tûr'a..
 
Zulmet yıkılsın gitsin, cihan garkolsun Nura!.."
 
 
 
"Bir kahraman bekliyoruz"
 
Daha önceleri Osman Yüksel, Serdengeçti mecmuasının 1947'de çıkan ilk sayısında bir hiss-i kablelvuku (önsezi) ile Bediüzzaman'ın huzurunda buyurduğu ilhamı "Bir Kahraman Bekliyoruz' şiiriyle dile getirmişti:
 
Kal'a gibi dik başın bulutlarla yarışsın.
 
Dalga dalga saçların rüzgârlara karışsın.
 
Adını nakşedelim, eski-kadîm surlara
 
Sesini haykıralım asırdan asırlara
 
Savletinden titresin yeniden Doğu, Batı
 
Ve kurulsun ebedî Allah'ın saltanatı
 
Ufukları kaplasın bayraklarımız al al
 
Göklere zaferini çizsin vahşi bir kartal
 
Kahramanlar büyüsün masalda dev misali,
 
Eğilsin öpsün gökler canım nazlı hilâlli.
 
Ordularım yeniden Tuna'ya akın etsin
 
Bir yıldırım çıksın da uzağı yakın etsin.
 
Selâm dursun karşımda bütün şerefler şanlar,
 
Namını tebcil etsin, yıldızlar, kehkeşanlar.
 
İçimde hiç sönmeyen bir fetih sevdası var,
 
Yavuz gibi diyorum: Bir dünya insana dar!
 
Bir seda duymak için, sahralara düşmeyim,
 
Helâl olsun bu yolda varım yoğum her şeyim.
 
Volkan gibi lâv atmış, ne susmuş ne sönmüşüm,
 
Ben fikir uğruna çılgınlara dönmüşüm.
 
Bir deha bekliyoruz, gençliğe mihrap olsun,
 
Ruhları tutuşturan bir ateş mihrak olsuun.
 
Sinesinde birleşsin sağa sola sapanlar
 
Kahrolsun Hak dururken yabancıya tapanlar
 
Çık nerdesin zuhur et, biz seni bekliyoruz
 
Yıllardır yollarında, yorgun emekliyoruz
 
Musa ol Hakka yüksel, tecelli et de Tûr'a
 
Zulmet yıkılsın gitsin, cihan garkolsun Nûra
 
İstiyorum yeniden bir hilkat istiyorum
 
Ne hayâl ne kuruntu, hakikat istiyorum.
 
Hakikat, hakikat, hakikat istiyorum...
 
 
 
Bizzat Osman Yüksel'in ağzından tesbit ettiklerim
 
Osman Yüksel Serdengeçti'yi ilk defa 1962 kışında Gaziantep'te görmüş ve sohbetlerini dinlemiştim.
 
On sekiz yıl sonra İstanbul'un fethinin 527. yıldönümünde ikinci defa görmek ve dinlemek imkânı bulabilmiştim.
 
Bu imkânı değerlendirebilmek maksadıyla, uzun zamandır zihnimde hazırlanan suallerimi sormaya başlamıştım.
 
"Öldürücü, güldürücü" fıkralarından zaman buldukça Üstad Bediüzzaman'la olan görüşmelerinin intibalarını tesbite çalışıyordum.
 
1952'de Reşadiye Otelinden sonra Üstadla tekrar görüşüp görüşmediğini sormuştum. Cevap olarak, 1952 senesinde Ahmet Emin Yalman'ın Malatya'da vurulma hâdisesinden sonra, kendilerinide tevkif ettiklerini, tahliyeden sonra Isparta'ya uğrayıp Üstadı ziyaret ettiğini ifade etti.
 
Bu görüşme ve ziyaretten hatırında kalan intibalarını şöyle anlatıyordu:
 
"1954 senesiydi, bu, Üstadı ikinci defa ziyaretimdi.
 
"Isparta'da dinî ve millî neşriyatı satan bir kitapçı dükkânı vardı. Oraya giderek Üstadı sordum. Bu esnada aniden Ziver (Zübeyir Gündüzalp) zuhur etti. Rahmetli ne kahraman insandı, ne iman vardı Rabbim onda, ateş gibi bir delikanlıydı. Üstadı ziyaret etmek istediğimi söyledim. 'Üstad hasta ama, sizi kabul eder' dedi. Ayrı ayrı yollardan Üstadın kaldığı eve gittik. Devamlı polis kontrolündeydi. Mahalle arasında ahşap bir eve girdik.
 
 
 
"Elbette hapse gireceksin"
 
"Kendilerine Said Bilgiç ve Dr. Tahsin Tola'dan selâm ve hürmetler götürmüştüm. Malatya hâdisesinden sonra tevkif edilişimi Üstada şikâyet ettim. 'Eskiden, Halk Partisi devrinde olduğu gibi, bunlar, Demokratlar da bizi hapsediyorlar efendim' dedim. Cevap olarak, 'Elbette hapse gireceksin , yoksa hizmetten vaz mı geçti, İslâm dâvasından döndü mü diye Müslümanlar senden şüphelenirler' diye buyurdu.
 
 
 
"Halk Partisine karşı Demokrat'ı desteklemek lâzım geldiğini söylüyordu"
 
"Halk Partisiyle, Demokrat'ın mukayesesini yaptı. Halk partisinin kol kestiğini, Demokrat'ın ise parmak kestiğini, ehven-i şer olduğunu ifade etti. Halk Partisine karşı, Demokrat'ı desteklemek lâzım geldiğini söyledi.
 
"Bu arada lâtife ederek, 'Serdengeçti, beni siyasete karıştırıyor, bende siyaset yok' dedi, ama bu arada da mevzu ile alâkalı ne söylemek lâzım geliyorsa onu söyledi.
 
"Antalya'ya gidiyordum. Üstad, 'Dönüşte yine uğra' dedi. Maalesef ben uğrayamadım.
 
"Daha sonraları ise görüşmek, ziyaret edip, elini öpmek nasip olmadı.
 
"Vefatını Ankara'da iken haber almıştım. Bu acıklı vefat hâdisesinin arkasından bir yazı kaleme almıştım. Fakat bu yazıyı hiçbir yerde neşredememiştim."
 
 
 
"Sekiz defa mahpus, bir defa mebus olmuş"
 
Serdengeçti bu sohbet esnasında yaptığı nüktelerle, lâtifelerle, vezinli konuşmalarla hepimizi kahkahalarla güldürüyordu.
 
"Sekiz defa mahpus, bir defa mebus oldum" diyordu.
 
Beş defa Halk Partisi devrinde, iki defa Demokrat devrinde, bir defa da Millî Birlik Komitesi devrinde tevkif edilip, hapis yattığını söyleyerek, yine Üstad Bediüzzaman'ın parmak ve kol kesme meselesini teyit ediyordu.
 
Said Nursî'nin huzurunda Serdengeçti Osman Yüksel
 
"Bundan birkaç sene evvel, hatırı sayılır bir din adamıyla Said Nursî Hazretleri hakkında münakaşa ediyorduk. Muhatabımın dinî bilgisi ve bu husustaki selâhiyeti münakaşa götürmez bir hakikattı. Fakat bütün bunlara rağmen İslâmın hareket, hamle, heyecan tarafına yanaşmıyordu. O bakımdan Said Nursî'nin mücadeleci hayatı onu fazla alâkadar etmiyor, hattâ bu yaştan sonra onun bu işlerle uğraşmasını doğru bulmuyordu. Bilâkis ben hareket haline gelmeyen, gelemeyen hiçbir imana taraftar değildim. Çok bilmek bir şey ifade etmezdi. İş, bildiğini yapabilmekti. Said Nursî'nin mücadelelerle dolu hayatı, o yılmazlığı, o dönmezliği, bana İlâhî bir heyecan veriyordu. Galiba Hazret o zaman Denizli Hapishanesinde bulunuyordu. Denizli adliyesinde stajyer bulunan bir arkadaşım Said Nur'un harkikulâde hayatından bahsetmiş, bana Nur Risaleleri getirmişti. Eserelerini tam mânasiyle okuyamamakla beraber, kudretli, kurtarıcı bir ruhun karşısında olduğumu görüyordum. Yukarıda da zikrettiğim gibi beni asıl ilgilendiren onun mücadelelerle dolu hayatı.
 
"Muhatabımı dilimin döndüğü kadar iknaya çalıştım. Said-i Nursî'nin gençlik üzerindeki tesirlerinden bahsettim.
 
"O gece bir rüya görüyorum: Geniş yeşil bir meydan. Meydanda binlerce, onbinlerce insan. Bu insanlar hem genişliğine, hem derinliğine meydana yayılmışlar. Omuz omuza göklere kadar yükselmişler. O onun omuzuna basmış, o onun omzuna.. Böylece bu muazzam insan yığınından adetâ koskoca bir dağ meydana gelmiş... Bu insanların en yükseğinde de Said Nursî Hazretleri... Sanki minarenin alemi gibi... Sanki kâinata Allah'ın varlığını, birliğini işaret eder gibi, bir heybetle duruyor. Ben karşıdayım. Beni gördü. Gülümseyerek iki eliyle selâm verdi. Selâmını aldım. Başı göklere değiyordu. Saçları rüzgârlara karışmıştı. Bütün insanlar ayaklarının altında idi... Omuz omuza vererek onun dünyadaki mesnetleri haline gelmişlerdi. Rüyada heyecanlanmışım, uyanıverdim.
 
"Zaman zaman, gördüğüm bu harikulâde rüyanın tesiri altında kalıyordum. Geçenlerde bunu Nur talebelerine anlattım. Çocuklar 'Ta kendisini görmüşsün Osman ağabey, şekli de tarif ettiğin gibi. Selâm verişi'de' dediler. Bunun üzerine Serdengeçti'de 'Said Nur ve Talebeleri' başlıklı bir yazı yazdım. Bu suretle bu bahtiyar ihtiyara ve onun etrafında toplanan tertemiz din ve iman kardeşlerime hayranlığımı izhar ettim. Yazım, inanmış temiz, mü'min gönüller tarafından heyecanla karşılandı. Birçok tebrik telgrafları, mektupları aldım. Artık Said Nursî Hazretlerini görmek benim için adetâ bir mecburiyetti. Rüyamda gördüğümü, gündüz gözüyle de görmek istiyordum.
 
"İstanbul'a gittim. Aradım, sordum. Fatih'te Reşadiye Otelinde kalıyormuş. Yanımda Teknik Üniversiteden çok sevdiğim genç bir arkadaş var. Duydum ki Hazret, ikindiden sonra kimseyi kabul etmiyormuş. Aksi gibi vakit gecikmişti. Fakat muhakkak görmeliydim. Reşadiye Otelini buluyorum. Otelin kâtibine soruyorum. 'Üst katta 29 numaralı odada' diyor. 'Kabul ederlerse buyurun.' Onun kapısına kadar varmak bile benim için güzel bir şey' diyorum. Merdivenleri heyecanla çıkıyorum. İşte '29' numaralı odanın kapısındayız. Kapıda kendisine hizmet eden arkadaşlardan bir kaçına rastladım. Onları Ankara'dan tanıyorum. Kendilerine 'Bu saatte Üstadın kimseyi kabul etmediklerini biliyorum. Acaba ne zaman ziyaret edebiliriz?' dedim. 'Evet' dediler.
 
 
 
"Sen benim oğlumsun"
 
"İkindiden sonra kimseyi içeri almıyorlar. Amma sizi herhalde kabul ederler. Bir soralım... Buyurun!' dediler. İçeri girdik. Beni görünce: 'Sen Serdengeçti Osman?' 'Evet' dedim. 'O yazıları yazan sen?' 'Evet'. Ellerinden öptük. Bize işaret etti. 'Oturun.' Oturduk. Kendileri yatağın içindelerdi. Sağında solunda kâğıtlar dağılmıştı. Bazı eserlerini tashih ediyorlardı. İlk heyecanım yatıştıktan sonra Üstada iyice baktım. Rüyamda başı göklere değen zat bu zattı. Kıyafetine varıncaya kadar aynısı ve tıpkısı. Hayret ediyordum. Bir anda durakladıktan sonra Üstad bize karşı tekrar döndüler... 'Ben seni eskiden biliyordum. Emirdağ'da iken mecmuanı getirdiler. Allah ve din yolundan herşeyimden vazgeçtim, ser'imi bu yola koydum, demişsin. Aferin, aferin, maşaallah, maşaallah... Daha çok da genç. Bir oğlum olsaydı adını Serdengeçti kordum' dediler.
 
"Sonra etrafındakilere hitap ederek: 'Bu benim oğlum. Oğlum olsaydı böyle yetiştirirdim' iltifatlarında bulundular. Orada bir kitap varmış. O kitapta yanyana iki resim var. Bana gösterdiler. 'İşte şu benim biraderzadem Abdurrahman. O benim oğlumdu, öldü. Şimdi sensin...' Fotoğraflara bakıyorum. Bir tanesi kendilerinin gençlik resimleriydi. Diğer biraderzadesi. Ben heyecandan nefes alamayacak bir hale gelmiştim. Talebeler karşısında diz çökmüş oturuyorlardı. Odada soba yanıyordu. Kendisine hizmet edenler var gibi, yok gibi, hayalet gibi insanlardı. Her tarafta insanı saran mânevî bir sükûn vardı. Sonra Üstad tekrar konuşmaya başladılar, bu sefer yanımda bulunan üniversiteli arkadaşa hitap ettiler: 'Madem ki Serdengeçti getirdi sen... Sen de talebemizsin, Nur Talebesi.' Nur Risalelerini okumasını söylediler. Nefse hakimiyetten bahsettiler. 'Vaktiyle ben de gençtim. O zaman da İstanbul'da çıplak kadınlar vardı. Rum kadınları. Ben onların hiçbirine bakmadım. Kur'ân-ı Azîmüşşan'ın emirlerini yerine getirdim. Mücadele ettim, yılmadım.' Bu arada Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinden bahsettiler. Onun sözlerinden bazı şeyler istihraç ettiler. Fakat pek anlayamadım.
 
"Kendilerine yukarıda bahsettiğim rüyayı anlattım. Fevkalâde mütehassis oldular. 'O bütün insanların üzerinde gördüğün ben değilim. O Nurdur, Nur Risaleleridir. Ben bu dâvanın âciz bir hizmetkârıyım' buyurdular. Bana mecmuanın kapatılıp kapatılmadığını sordular. 'Hayır' dedim. 'İnşaallah çıkacak. Dua edin efendim' 'Mecmuanda şahıslara dokunma. Onların gurur ve enaniyet damarlarına basma. Zarar gelir.' Parmaklarını birleştirip, 'Bu dâvanın yolcuları birleşiniz, ayrılmayınız' dediler.
 
"Parmaklarına bakıyorum. Bir zamanlar kılıç tutmuş, şimdi kalem tutan parmaklarına. Parmakları kalem gibi idi. Gözleri açık mavi, duru durgun bir bakışı vardı. Şark şivesiyle konuşuyorlardı. Fakat ne söylediklerini mükemmel anlıyorduk. Asliyetinden, yerliliğinden hiçbir şey kaybetmemişti.
 
"Yüzü soluktu. Adı gibi kendisi de nurdu. Bir pîr-i fânî idi. Fakat fânî olmayan, ezelî ve ebedî bir varlığa bağlanmıştı. Bu varlık için her şeyini feda etmiş, onun yolunda yok olmuştu. İşte onun gönüller fetheden, kalabalıklar toplayan mânevî saltanatı oradan geliyordu. Varlığı bu yokluktan, 'yok' oluştan geliyordu.
 
"Soba yanıyor, Üstad bir mürakabe halinde imiş gibi susuyor, etrafındaki talebeleri hayal gibi sessizce dolaşıyorlar, Üstadı'ın hizmetine bakıyorlardı. Sanki bu oda, bu köşe, şu binbir milletin, binbir rezaletin, kaynaştığı İstanbul'da değildi. Ahiretten bir köşe idi... Öyle bir haz içinde idim.
 
"Artık fazla kalamazdık. Müsaadelerini istedik. Ellerini öptük. O da boynuma sarıldı, alnımdan, yüzümden, gözümden öptü, bana dualar etti.
 
"Yeniden dünyaya gelmiş gibi, basübadelmevte kavuşmuş gibi bir başka hal içinde, huzur içinde huzurundan ayrıldık."
 
SERDENGEÇTİ'DEN HATIRALAR
“Bu yazıyı kaleme alan arkadaş bana sordu: ‘Ne ile nasıl başlayalım?’ Ona dedim ki: Başlangıcımız da Necip Fazıl sonumuz da Necip Fazıl. Çünkü Necip Fazıl’la kimse mukayese edilemez ve Necip Fazıl kimseye benzemeyen bir adam idi. Şerik kabul etmezdi. Kendisiyle uzun bir arkadaşlığımız var. Bu arkadaşlık alelade düz bir arkadaşlık değildir. İnişli çıkışlı bir arkadaşlıktı. Çünkü Necip farklı adamdı. Ne onun yükseldiği yere yükselebilirdiniz, ne düştüğü yere düşebilirsiniz. Sonuna kadar zirve, sonuna kadar derinlik... Necip Fazıl ol kişidir ki hakkında kolay kolay karar verilemez, insanı hükümsüz bırakır.
 
Necip Fazıl noktasız, virgülsüz bir adamdı. Ne dur bilirdi, ne durak. Ondaki hayata hükmetme hırsı sonsuzdu. Ölürken dahi yaşıyorum diye sesini yükseltecek bir adamdı. Mağlûbiyeti asla kabul etmezdi. Bir gün treni kaçırmış, öfkeli öfkeli gardan dönüyormuş. ‘Ne o Üstad treni mi kaçırdın?’ demişler. ‘Hayır’, demiş ‘kovdum gitti’.
Necip Fazıl böyle bir adamdı.
 
Ölümünden onbeş gün önce ziyaretine gitmiştik. ‘Osman gel yanıma otur’ dedi. O fırtına gibi adam bir köşede yaprakları sararmış kırık bir dal gibi duruyordu. Yanına yanaşmaktan korktum. O sarı yapraklar dökülecek, adam ölecek zannettim. Me’yus, kederli, mecalsiz yanından ayrıldık. Ben Necip Fazıl’ı o gün kaybetmiştim. Fırtına dinmiş, güneş batmış, koca İstanbul koskoca bir mezarlık olmuştu. Necip Fazıl Ölmüştü.
 
Necip Fazıl öldü. Ölmeyebilseler peygamberler ölmez. Herkes şu beylik lâfı ediyor. Bıraktığı boşluğu kimse dolduramaz. Boşluk bırakmadı ki doldurulsun. Herşeyi doldurdu gitti.
Kafaları doldurdu, gönülleri doldurdu ve yaşını doldurdu.
Allah rahmet eyleye...”
 
Osman Yüksel Üstad'ın sadık dava arkadaşlarından birisidir. Beraberce hapislerde yatmışlar, uzun yıllar boyunca tamamen aynı olmasa da birbirine çok yakın ideallerin savunuculuğunu yapmışlardır. Zaman zaman Üstad'la şakalaşmışlardır, Üstad'ı kızdırmak konusunda üstüne yoktur Osman Yüksel'in
 
Fakat aralarında bazı farklar bulunduğunu zikretmekte sanırım fayda var. Üstad, daha çok belli bir birikime ulaşmış kimseler için yazarken Osman Yüksel halk tabakasını hedef kitle seçmiştir. Bu durum, son dönemde eskiye nazaran biraz daha bilinçli olduğunu söyleyebileceğimiz İslami gençliğin oluşumunda Üstad'ın payını gözler önüne sermektedir.
 
Osman Yüksel'in, Üstad kadar fazla eseri olmadığını burada zikretmekte fayda var. Osman Yüksel, buradan da anlaşılabileceği gibi aksiyonerliği ve fikir adamlığını Üstad kadar başarılı bir biçimde sentezleyememiştir.
 
Biz onu da çok seviyoruz...
Osman ağabeyde zaman mefhumu da yoktu. Birgün kendisinden pastırma istemiştim. "Bekle, şimdi alıp getireceğim" demişti.
Tam bir yıl sonraki pastırma mevsiminde getirdi. Kambersiz düğün olmazdı. Her sağcı hareketin içinde onun parmağını araştırırlardı.
Bizim olayda da öyle olmuştu. ilk defa onun kapısını çalmışlardı. Bunu ancak 10 sene sonra, Serdengeçti'nin 33'üncü sayısında yazdı. "Malatya Hadisesi ve Bir Hatıra" başlığı altında şunları anlatıyordu:
 
"1952 yılının sonlarına doğru, Malatya'da bazı gençler tarafından Ahmet Emin'e bir suikast yapılmış, gazetelerin kopardığı yaygara, yaptıklan sistemli, kasıtlı neşriyat üzerine, bu hadise ile zerre kadar alakası olmayan birçok vatandaşların ederinde aramalar yapılmış, yazıhaneleri, idarehaneleri basılmış, bu arada 25-30 kişi de tevkif olunmuştu. Tevkif olunanlar arasında şu satırların garip yazarı da bulunuyordu.
Esasen nerede bir hadise çıksa, isterse bu hadise Kaf Dağı'nın arkasında olsun, mutlaka gelirler, beni bulurlar. Eksik olmasınlar, her devrin iktidarı ve onun emrinde çalışan savcılar, emniyet mensupları bizi hatırdan hiç çıkartmazlar. işte o zaman da böyle oldu. iki defa yazıhanemize baskın yapıldı. Arama!.. Neyi arıyorlardı, arayacaklardı? ... Malatya Suikastı ile benim alakarnı tesbit edeceklerdi.
Suç unsuru, suç aleti arıyorlar. çünkü gazeteler Allah'ın günü, Saidi Nursı'den, Necip Fazıl'dan, benden bahsediyorlardı. Birgün dört sivil polis, bir komiser yazıhaneme geldiler. 'Serdengeçti, arama yapacağız' dediler. Buyrun!.. Komiser, 'Evvela üzerinizi' dedi.
 
- Hayhay... Buyrun!..
Başladı aramaya... Yan ceplerimi, iç ceplerimi ve sonra pantalonumun ceplerini... pantalonumun cebine elini sokunca, komisere dedim ki:
- Komser Bey, biraz daha elini ileriye sokarsan, suç aleti eline geçecek!..
Komiser evvela bir tuhaf oldu. Sonra hep birlikte güldük. Aramaya devam olunuyordu. Dosyalar, kitaplar. her yer hallaç pamuğu gibi atılıyordu Derken bizim Necip Fazıl kaşını gözünü oynatarak çıkagelmesin mi? Manzarayı görünce hemen durakladı ve hemen makinalı tüfekten kurşun boşalırcasına, şunları söyledi:
 
- Ağzının içini, burnunun deliklerini, saçlarının arasını iyice aramışlarsa, dışarıya çık, seninle görüşeceğimı..
 
Bu cümleyi o kadar sert ve şiddetli söyledi ki, ağzımın içini aramamış olan bu adamların cümlesinin ağızları açık kaldı.
 
- Kim bu?...
 
- Necip Fazıl..
 
- Necip Fazıl mı? Vayanasını!..
 
Ben hemen dışarı çıktım. Komiser yanındaki gence, sarışın, göğsünde Hukuk Fakültesi rozeti bulunan polise göz işareti yaptı. 'Dışarı çık da dinle, ne konuşacaklar' demek istiyordu. Necip FazIl hayret ve dehşet içinde '... 'Nedir bu 7... Malatya Hadisesi ile senin, benim ne alakamız olabilir? Hayret!.. Şimdi istanbul'da bizim evi de basmış olmasınlar. Ben şimdi derhal Kemal Aygün 'e gidiyorum. Durumu anlatacağım ve protesto edeceğim. (Kemal Aygün o sıralarda Emniyet Umum Müdürü idi) ve gitti. Fakat ortalıkta şaşkınlık hala devam ediyordu. Ne adam be!.. Bu nasıl adam gibilerinden.
Kaynaklar: dünyabizim.com
Risale-inur.org
Hüseyin Üzmez/Malatya Suikasti sf: 212-213-214 (Timaş Y. 4. Baskı)
Türk Edebiyatı Dergisi, Temmuz 1983, Osman Yüksel Serdengeçti, Dava Arkadaşım  
adminadmin