Kültür
Giriş Tarihi : 20-01-2019 13:00   Güncelleme : 19-01-2019 15:55

Yazmak: Kelimelerle Resmediş

Yazmak: Kelimelerle Resmediş

ÖNCE HASSASİYET VE AKLIN YETKİNLİĞİ

Mesele “yazma güçlüğü” olduğunda, öncelikle şu soruların cevabının araştırılacağı bellidir:

İyi yazmak için, ne kadar vurgulansa azdır ki, şuurumuzda evvelâ berrak bir “biçim” doğmalıdır. Bu “biçim”, herkesin anladığı anlamda belki bir “dış şekil – dış sûret” değil, fakat en başta bir “iç şekil – iç sûret”tir. Maddî vasıtalara aksetmezden evvel ruhta doğan ve şuurda berraklaşan bu “manevî biçim”den kasdımız da, aslına bakılırsa bu “iç şekil”den başka bir şey değildir. “Dış şekil” dediğimiz “hatırlatıcılar”, yâni sesler, harfler, resimler, hacimler; kısaca, işitilir, görülür yahut bir yolla “algılanır” diğer şekiller, bizce bir sonraki iştir.

Peki, öncelikli ve belirleyici olduğunu mütemadiyen ifade ettiğimiz ve “manevî biçim” tarzında bir kavramlandırmayla anlaşılır kılmayı denediğimiz bu “iç şekil – iç sûret” acaba nasıl temin edilir? Bunun için, bizce, önce doğru düşünmek, doğru düşünmek için kelime ve kavram muhtevasıyla beraber sistematik bir muhakeme tarzı, böylesi sağlam bir muhakemenin ihtiyaç duyduğu ölçüler manzumesi olarak da “ideolojik bir bünye” gerekmektedir. Daha doğrusu, böyle bir “ideolojik bünye”nin, bizde “ideolojik formasyon” kıvamını bulması gerekmektedir. Şuur dairesi yalnızca aklî kavram ve bilgilerden ibaret olmadığına nazaran, aynı zamanda “hassasiyet” meleke ve muhtevâmızın da, sezgi gücümüz ve hissî tecrübelerimizin de yetkinleştirilip zenginleştirilmesi elzemdir. Madem ki “önce hisseder, sonra fikrederiz”, demek ki “hassasiyet”, aklî yetkinlikten bile öncelikli bir mevkîdedir. Akla “istikamet” veren, onu “yönlendiren” özelliğimizdir çünkü “hassasiyet”.

Öyleyse, şu olacaktır soru: Bu “öncelik”lerdeki durumumuz acaba ne merkezdedir? Cevab şu bakımdan çok önemlidir ki, kendi dar çerçevelerindeki şahidliklerini veya şahsî tecrübelerini yazacak olanlar için belki o derece mühim olmasa da, bizim için başlıca “yazı temeli”, iman hassasiyetiyle bağlanılan inanç esaslarından ve böyle bir hassasiyet ikliminde yaşatılan ideolojik bir bünyeden hareket eden “sağlam bir muhakeme”nin yoğurduğu kelime ve kavramlarla “düşünme”dir. “İç şekil”in “dış şekil”e aksetmesi hâlinde, böyle bir “düşünme”nin yazıya geçirilişidir arzu edilen.

O hâlde, ancak “usûlünce” başarılmış böyle bir düşünmeden hareket ettiğimiz ve yine bu temel üzerinde yeni bir safhaya geçip “usûlünce” yazmaya davrandığımız takdirde, gerektiğince iyi yazabileceğiz.

“Usûlünce” düşünme ve akabinde “usûlünce” yazmaya davranma gereğini şuurlaştırmak o kadar mühimdir ki, yanlış bir istikamette “bin adım” gitmektense, doğru istikamette “bir adım” atmak ve peşisıra bu adımların sayısını arttırmak, bizce kurtarıcı kıymettedir.

YAZI USTALIĞI İÇİN YAZI ÇIRAKLIĞI

Yanlışta veya ters yolda ısrar zımnında sıkça karşılaşılan bir çıkmaza misâl olarak, ardarda kitablar okuyarak iyi bir yazar olunabileceği ümidi gösterilebilir. Halbuki, bizce yapılması gereken, bir taraftan “okuyucu” olarak anlayışı ve ustalığı geliştirirken, diğer taraftan “yazar” olarak da kabiliyet ve ustalığı “ayrıca” geliştirmektir.

Üstelik bu ustalık nev’i, yâni yazarlık, öyle kendiliğinden gelişebilecek bir nitelik belirtmeyecek, en başta ve kaçınılmaz olarak, aynen bir yabancı dili umum önünde ilk kez konuşmaya veya yazmaya çalışanların başına geldiği gibi, umum önüne türlü acemilik, dağınıklık ve yanlışlıkla çıkmayı göze almak tarzında bir cesaret gerektirecektir. Oysa, tüm bu aksaklıklar tabiîdir ve bir deyişle “eğitim zayiatı” cümlesindendir. Her ustanın öncelikle bir çıraklık devresinden geçtiği; sonrasında Shakespeare çapına bile erişilse, bunun ilk elde zorunlu olduğu, bizce bedahettir.

Nasıl öğrenilen bir dilde “pratik” tek kişiyle yapılan bir iş değilse ve karşısında yönlendirici muhatablar gerektirirse, “yazma pratiği” de kişinin kendi başına kolayca ustalaşabileceği bir kabiliyet mevzuu olmayacaktır. Onun da muhatablara ve yönlendiricilere, elbette teşvikçilere, hatta düzelticilere, hatta ve hatta tenkidçilere ihtiyacı vardır.

“Sizler yetişen genç fidanlarsınız. Çıkan dergiler sizin için bir imkândır. Yazın!” meâlindeki tavsiye, çözüm istikametini ele vericidir.

YAZAR: BİZİ GEZDİREN REHBER

Ve yine nasıl bir “enstrüman” çalmayı öğretmek için kaleme alınmış sayısız “usûl” kitabı varsa, “ayrıca” öğrenilmesi gereken bir ustalık nev’i olarak “yazma usûl ve teknikleri”ni de anlatan birçok kitab vardır. Biz bu eserlerde zaten bulunanları tekrarlamak yerine, önemli bulduğumuz ve ipucu değerinde addettiğimiz bir noktaya dikkat çekmeye çalışacağız: Bir yazar, bizi elimizden tutup gezdiren bir “rehber”dir gerçekte!..

Peki nasıl bir rehber?

Mevzuu “yazma usûlü” olan hemen tüm makale veya kitablarda, şu incelik veya ipucu öne çıkartılır: Yazar, bize “ne”yi “hangi bakımdan” yahut bakımlardan anlatacağını daha en başından sezdiren, “tez”ini pek öyle saklamaksızın çoğu başlangıçta söyleyen, okuyucuyu neyle karşılaşacağına dair “ruhen ve zihnen” hazırlayıcı böyle bir “giriş” yapan, ardından fikirlerini “planlı” biçimde tasnif edip “geliştiren”, sonunda ilk başladığı noktaya -ama bu kez tüm söylediklerini “birbirine bağlayıcı” bir değerlendirmeyle- dönen, böylece baştaki kanaatini en sonunda mühürleyen kişidir.

Anlaşılıyor ki yazar, bir dairenin belli bir noktasından başlayarak okuyucusunun elinden tutan, onu o daire boyunca muhtelif bilgiler vererek gezdiren, okuyucuyu en sonunda yine seyahatin başladığı noktaya -fakat bu defa ruhen ve fikren zenginleştirmiş olarak- getirip bırakan kişidir.

Okuyucu, yazarın bizzat bilip tecrübe ettiklerini bilmeyen, ama samimiyetle bilmek de isteyen bir dost gibidir. Hatta okuyucu, bu mânâda, gözleri görmeyen bir yolcudur sanki.

İşte yazarın vazifesi de, bu okuyucu dostunun muhayyilesinde tüm o gezilip görülen yerlerin tam bir tasavvurunu sağlamak, gezdirdiği insan için etraftaki “seçilmiş” unsurları en uygun kelimelerle ifade etmek olacaktır. Muhatabının kafasını karıştırmamak için, gereksiz tüm “fazlalıklar”ı hiç düşünmeden atacaktır. O derece mükemmel olmalıdır ki seçilen kelime ve cümleler, gözleri görmeyen o dost, sanki gözüyle görüyormuş gibi herşeyi kafasında bir bir canlandırabilsin. Rehberi olan yazar, -meselâ- bir binayı mı gezdirecektir ona, bu durumda okuyucu yaklaşık olarak şunları işitecektir:

Şimdi seninle birlikte bir binayı gezeceğiz. Gezeceğimiz bina şu semtte ve şu adreste. Üç katlı ve altı daireli bir bina. Mimarî bakımdan şöyle bir görünüşü ve dış cebhesi var. Beş basamaklı bir merdivenden çıkarak dış kapıdan giriyoruz. Karşımda iki daire görüyorum, demek ki her katta ikişer daire var. Sağdaki daireye misafir olalım. Şimdi bu dairenin içerisindeyiz. Burada üç oda, mutfak ve banyo var. Evin reisi salonda gazete okuyor. Salon kapısının tam karşısında, bahçeye bakan genişçe bir pencere bulunuyor. Pencereden, bahçedeki ağaçları görüyorum. Solumuzdaki duvarda şöyle bir tablo asılı. Diğer odalara bakıyoruz şimdi. Bu odada şunlar şunlar, öbür odadaysa şunlar şunlar var. Geldiğimiz gibi, yine aynı daire kapısından dışarı çıkıyor, girdiğimiz dış kapıdan binayı terkediyor, aynı dış merdivenlerden inip sokağa geri dönüyoruz. Evet, şimdi yine sokaktayız.

Kısacası yazar, bir fotoğrafçı gibi, belli bir manzarayı önce uzaktan “kabataslak” ve “bütün içindeki yeri” itibariyle gösteren, sonra “sınırlı bir çerçeve” içine alan, sonrasında merceğini o geniş manzaranın “belli bir noktası”na daha da yakınlaştırıp mıhlayan, gördüğü teferruatı bizimle de paylaşan, sonra yine başladığı noktaya -bu kez zenginleşmiş ve muhatabını da zenginleştirmiş olarak- geri dönen bir sanatçı misâlincedir.

Elbette, nisbeten acemi bir yazar bunun tam tersini yapacak ve, ya kendisinin de tam olarak seçemediği darmadağınık unsurları bize aynı dağınıklıkta anlatacak, oradan oraya alâkasız geçişler yapacak, meselâ birinci kattan üçüncü kata ve oradan bodrum katına atlayacak, yahut net biçimde bile görse, bunu aynı netlikte ve sadelikte bize nakledemeyecek, netice olarak okuyucusunu tam bir kafa karışıklığına sevkedecektir. Sonuç olarak, belli ki kendisinin de tam göremediğini yahut anlayamadığını, bizden görmemizi veya anlamamızı bekleyecektir. Net biçimde görüyor bile olsa, bu manzaranın bizim tarafımızdan da görülmesi için harcanması zaruri olan emeğe yanaşmayacak, “gerekli” teferruatı tasvir etmekte ihmalkâr davranacaktır.

Özetlemeye çalışırsak, yazar, herşeyden önce “bütün resmi” gören, gördüğünü böyle bir “çerçeve” içine alıp, akabinde biraz daha yakınlaştırarak bize de göstermeyi deneyen bir “rehber” veya “zihin ressamı”dır.

YAZMAK: KELİMELERLE YAPILAN RESİM

Bir “eser” ortaya koymanın en başta “fazlalıkları atmak” demek olduğunu belirttiğimize ve “en kolay yol”un bu olduğunu işaretlediğimize göre, yazarın bilhassa yapması gerekenler, şu âna dek söylediklerimizi özetleme bâbında, belki yalnızca şunlar olacaktır:

Okuyucuya ilk olarak “bütün resmi” vermek veya hissettirmek, teferruata buradan gitmek ve her gerektiğinde yine “bütün”e dönebilmek…

Kelime ve cümlelerini dikkatli ve tasarruflu biçimde kullanmak; ancak aynı zamanda, canlı ve zihinde mevzuu canlandırıcı örnekler vermekten asla kaçınmamak…

Bazen “elma, armut” nev’inden bile olsa, “bilinen” unsurlardan hareketle “bilinmeyen”lere TASAVVUR KÖPRÜLERİ kurmak…

Kendisini yazara emanet etmiş ve sanki gözleri görmeyen yahut hiç görmediği yerler kendisine anlatılan bir dost olan okuyucunun kafasını karıştırmaktan ihtimamla kaçınmak…

Etraftaki tüm unsurlar arasından, sadece “gösterilmek istenen resme hizmet edici” teferruatı, sade ve sistematik bir plan dahilinde aktarmak; tasnif ve özetlemeyi bilmek…

Kısacası, “anlaşılmak” için ve sanki kelimelerle okuyucu için bir “resim” yaparcasına yazmak; kalan diğer herşeyi ise, ne kadar değerli, canalıcı veya gözalıcı olursa olsun, hiç tereddüt etmeden atmak…

Yazarken, kendisini okuyucunun yerine koymak, bir de okuyucu gözüyle yazdıklarını “yeniden” okumak, şifahî konuşmadaki nefes aralarıyla tonlamayı veren (meselâ, nokta ve virgül) yahut düşüncedeki zihnî ayırımları gösteren (meselâ, noktalı virgül) “imlâ işaretlerini” yerli yerinde kullanıp kullanmadığına dikkat etmek, yine aynı şekilde hangi kelimeyi öne hangisini arkaya alırsa daha anlaşılır ve kasdolunanı aktarır olabileceğini düşünmek, velhasıl “yanlış anlaşılma”ya yolaçıcı teferruat üzerinde ihtimamla durmak ve bunları bekletmeksizin bertaraf etmek…

Netice olarak, yazarın zihninde olmayan bir resmin okuyucunun zihnine de aksetmeyeceği izahtan vareste. Yazarın muhayyilesinde bu “fikrî resim”, yâni BİÇİM mevcud olduktan sonra, gerisi çoğu “kolay” bir vesaire. İşte bu “vesaire” için tüm yazar namzedlerine ışık tutucu olabilecek ve bu makalemiz çerçevesinde söyleyemediklerimizi en geniş ve derlitoplu biçimde sunabilecek bir esere gelince, o da şu olabilir bizce:

TÜBİTAK’tan çıkan, cüz’î de bir fiyatı olan, üstelik 35 yıllık bir emeğin mahsulü, Jacques Barzun ve Henry F. Graff tarafından kaleme alınmışModern Araştırmacı. Bir tavsiye zımnında, ilk olarak kitabın “Nasıl Yazmalı?” kısmı okunabilir, sonra dilediğimiz biçimde en baştan başlayarak veya seçtiğimiz bölümlerle devam edebiliriz diye düşünüyoruz.

Akademya

adminadmin