Kültür
Giriş Tarihi : 09-06-2019 10:00   Güncelleme : 09-06-2019 10:00

Yılan ve Balık Sembolizmi Vesilesiyle “ilim nedir?” Ve “keşifler nasıl gerçekleşir?”

“Benliğimiz”, çevremizde olup bitenler, gelip geçenler, uçan kuş, yüzen balık, sürünen yılan, rüzgârla hışıldayan ağaçlar, arılarla dans eden çiçekler, bir çocuğun yanağına konmuş öpücük, bir kedinin miyavlaması, yıldızların parlayıp sönmesi, gezegenlerin devinip durması, dağların yürümesi… Her şeyde, aklımızın sınırlarını zorlayacak kadar her şeyde kelâm sırrı vardır. İnsanoğlu “sır” ile kuşatılmıştır, insanoğlunun aklı kuşatılmıştır, kuşatıldığı o lâtif duvarın içine girmeden gerçekten yaşadığının farkında olamaz. “Her şeyden evvel kelâm vardı.” Kelâm, “Muhammedî Nûr”dandır… Her şeyden evvel “Muhammedî Nûr” vardı… “Muhammedî Nûr”dan pay alarak yaratılan ilk mahlûk, kelâm…

Yılan ve Balık Sembolizmi Vesilesiyle “ilim nedir?” Ve “keşifler nasıl gerçekleşir?”

– «“Allah isimleri Âdem’e öğretti” ölçüsünün bildirdiği üzere, ilk dil ilk insanla vardı ve ilk insan ilk Peygamberdi; “Allah bir şeyin olmasını dileyince OL der ve olur” ölçüsü ve “her şeyden evvel kelâm vardı” hikmeti de, varlığın vücuda gelişindeki kelâm sırrını âyan eder.» [1]

İlk dil ilk insanla vardı ve ilk insan ilk Peygamberdi. Bütün diller tek bir dilden türemiştir ve Allah o dil ile Âdem’e, ilk insana, ilk peygambere eşyanın hakikatini göstermiştir. Dolayısıyla eşyanın hakikatine “dil ile oynayarak”, gaibi kurcalayarak erişilebilir.

«Dedi ki:

– “Lisân gönlün aynasıdır; gönül ruhun aynası, ruh insanî hakikatin aynası, insanî hakikat de Allah’ın aynası… Gaibin hakikatleri bu kadar mesafe ve basamak atlayıp lisana gelir. Orada lâfz şekline bürünüp istidatlıların kulağına erişir.”» [2]

“Her kutsal söz kalbin düşünmesi

dilin emretmesiyle var olmuştur…

Göz gördüğünde kulak işittiğinde

burun nefes aldığında

bildirilen kalbtir

herşeyi ortaya çıkaran ise- dildir

kalbin düşündüklerini tekrarlayan da…” [3]

“İslâm Büyüklerine göre, makas ve galiba iğne ile iplik bu dünyaya âit eşyalardan değildir. Böyle bir özellik!” [4]

Kâz: Makas: 28… Dehdehî: Hâlis Altun : 28… Mıkraz: makas: 1141… Men Ene?: Ben Kimim? : 141:1141… Lisan: dil, lehçe:141… Ikyan: halis iyi altun: 231… Makass: Makas: 231…

Makas, dil-lehçe, lûgat, kelâm ve kelimelerle oynamak ilgisi içinde, makas (kelimelerle oynamak, gaibi kurcalamak), bu dünyaya ait değildir. Dünyada olup, dünya hayatını aşmakla, zamanın üstüne sıçramakla, dairenin dışına çıkmakla elde edilebilecek bir keyfiyettir.

Makas… Mifsal: Dil, lisân: 240… Ma’kıl: Melce’. Sığınacak yer: 240… Akl: Sığınacak yer. Akıl. Örtü… Akl: Ölmek. İp ile bağlamak… Hayt: İp. Dikiş dikmek… Hayyat: Terzi… Hayyat: Yılanlar… Hayye: Yılan… Hayy: Diri, canlı… Hûd: Balina…

Balık, yeniden doğuşu simgeler, “bir ân var ve bir ân yok temposunda akan zamanda” durağanlığa müsaade edilmediğini ve bu sebeple insanın da her ân tazelenmesi gerektiğini ihtar eder. Yunus Aleyhisselam kıssası bize, yeniden doğumun bir Peygamber sünneti olduğunu hatırlatır. Muhiddin-i Ârabi Hazretleri bu kıssayı şöyle anlatır:

– “(…) Yunus, “öfkelenerek gittiğinde” Allah’ın kendisine rahmetinin genişliği hakkındaki taahhüdü nedeniyle darlık vermeyeceğini zannetmişti. Rahman isminden kaynaklanan bu ilahi genişliğin başkası hakkında olup söz konusu kişinin ümmetinin o genişliğe ulaşacağını düşünmemiş, onu kendisine sınırlamıştı. Öfke, kalbin karanlığıdır. Bu karanlık, mertebesinin yüceliği nedeniyle, dışına da etki etmiştir. Bu nedenle Yunus, Allah’ın dilediği süre balığın karnının karanlığında bırakılmış, Allah onun dikkatini anasının karnında bir cenin iken kendisini kimin yönettiğine çekmek istemiştir. Ayrıca dikkatini şuna da çekti: O mekânda onun kızması veya ona kızılması düşünülebilir mi? Böyle bir şey olamaz, çünkü orada Allah’ın korumasındaydı ve Rabbinden başkasını bilmiyordu. Böylece kendisine söz ile değil, fiil vasıtasıyla öğretmek için balığın karnında bu hâle döndürdü. “Karanlıklar içerisinde ‘senden başka ilah yoktur’ diye nidâ etti” . Bu ifade bu tevhidde ümmeti adına mazeret belirtmektir. Yani, Allah’ım sen, dilediğini yapar ve rahmetini dilediğine yayarsın. “Seni tenzih ederim. Ben zalimlerden oldum.” Zalim, zaleme (karanlık oldu) kelimesinden türemiştir. Yani, benim karanlığım kendime dönmüştür, yoksa sen beni karanlığa atmış değilsin. İçimde olan şey, dışıma nüfûz etmiş, ışık içime geçmiş ve derûnum aydınlanmış, öfkenin karanlığı kaybolmuş, tevhidin nuru ona yayılmış ve rahmet nüfûz etmiştir. Böylece bu nur, öfkenin karanlığı gibi onun dışına nüfûz etmiştir. “Rabbi duasını kabul etti ve onu sıkıntıdan kurtardı.” Balık, “selim fıtrat üzere doğmuş olarak” onu karnından çıkarttı. Yunus’un dışında Âdemoğullarından hiç kimse, iki kez doğmadı. (…)” [5]

Balina, yeniden doğuş, Men Ene? ve lisân ilgisi içinde, “Ben kimim diye sormak, ölüm nedir diye sormakla birdir!” ve “ölüm”ün ne olduğuna dair içine girilen her arayış, yeniden doğuşa ve benliğini bulmaya kapı aralar.

“Allah Âdem’i kendi suretine göre yaratmıştır” buyurur Peygamber Efendimiz (sav) bir hadisi şerifinde… Ve nitekim Yüce Allah, insanı kendisine halife kılmıştır, dolayısıyla insan, selim bir fıtrat üzere yaratılmıştır. Ancak, ruh nefsle birleşince onda kötü istekler doğmuştur ve insanoğlu fıtratından uzaklaşmış ve hatta nasıl bir fıtrat üzere yaratıldığını dahi unutmuştur. Doğumuyla birlikte dünyaya gelen insan, yaratılış gayesinden uzaklaştıkça nefsi ruhunu kemirmeye başlamış ve nihayetinde gayesini hatırlatacak vesilelere tutunmazsa, ruhsuzlaşmıştır. Ruhsuzlaşan bir insanın, cesetten farkı olmadığına göre, o hâlde insan dünyada yaşarken kara toprağa girmiş, karanlıklar içerisinde kalmıştır. Dolayısıyla bu insanın hayata geri dönmesi için ikinci bir doğumu tatması gerekir. Simyacıların da yaptığı topraktan ceset çıkartıp, ona ruh vermekle aynı şeydir. Topraktan çıkardıkları maden filizlerini, yaptıkları işlemlerle, altına yâni aslî fıtratlarına geri döndürürler. Bu durumda, simyacı, yol gösteren vesîle rolündedir. Allah’ın kulunun karşısına çıkarttığı çeşitli vesilelerle, kul, ruhunun öldüğünün ve dirilmesi gerektiğinin farkına varır.

Altay Yaratılış Destanına baktığımızda da “balık” sembolizmiyle karşılaşırız:

“Dünya bir deniz idi

ne gök vardı ne de yer

uçsuz bucaksız sonsuz sular içreydi her yer

TANRI ÜLGEN uçuyor -yoktu bir yer konacak

uçuyor arıyordu sert bir yer bir bucak

kutsal bir ilhâm ile nasılsa gönlü doldu

gaybten gelen bu ün ona bir çare buldu

göklerden gelen bir ses Ülgen’e buyruk verdi:

-“ tut önündeki şeyi hemen yakala!”

Denizden çıkan bir taş fırladı çıktı yüze

hemence taşı tuttu bindi üstüne…

Bir Ak Ana -Ak Ene- vardı

yaşardı su içinde

göründü su yüzünde

ÜLGEN’e şöyle dedi:

-“yaratmak istiyorsan sen de birşeyler Ülgen

yaratıcı olarak şu kutsal sözü öğren

de ki hep “yarattım, oldu” başka bir şey söyleme

hele yaratır iken -yaptım olmadı deme!”

ÜLGEN yere bakarak “Yaratılsın yer!” demiş

bu istek üzerine denizden yer türemiş

Ülgen göğe bakarak “yaratılsın gök!” demiş

bu buyruk üzerine -üstünü gök bezemiş…

 

Tanrı Ülgen durmamış ayrıca vermiş salık

bu dünyanın yanına yaratılmış üç BALIK

bu büyük balıkların üstüne dünya konmuş

balıklar çok büyükmüş dünyaya destek olmuş

dünyanın yanlarına iki de balık konmuş

dünya gezer olmamış bir yerde donup kalmış…” [6]

Altay Yaratılış Destanı’nda dünyanın yaratılan büyük BALIK’ların üstüne konması ve bu balıkların dünyaya destek olmasında, dünyada yaşayan İNSANA bahşedilen yüce ilimler ve sırlar ile dünyanın varlığını devam ettirdiği anlatılıyor gibidir. Zahirî ve batınî bütün ilimlerin insan için yaratıldığını ve dünyayı, eşya ve hadiseleri teshir etme vazifesi olan yegâne varlığın insan olduğunu, bu sebeple de dünyayı ayakta tutanın insan olduğunu anlatır gibidir bu destan, aynı zamanda balığın yeniden doğumu sembolize etmesinden ötürü, hayat’ın her ân yeniden doğduğunu ve insanın bu döngüye uyum sağlayamadığı takdirde solacağını anlatır gibidir.

“Hristiyanlığın ilk dönemine âit

bir lâmbada bir motif

Hristiyanlığa yeni giren

balık giyimli bir kişi…

(…)

Günümüzde Papa’nın taktığı Balıkçı yüzüğü

üzerinde mucizevî balıklar

Hazret-i İsâ’nın sözlerini temsilen…

Balıkçı sembolü- ilk Hristiyan cemaati için

özel bir uygunluk

vaftizde- dine yeni girenin

sudan balık gibi çekilmesi…

Şu lâmbadaki motif

dine yeni giren kişi

Hazret-i İsâ’nın sözü:

-“Bir kimse sudan ve ruhtan doğmadıkça

giremez Allah’ın melekûtuna…”

bahsi edilen kişi

ikinci defa doğacak…” [7]

Birbirine düğümlenmiş (Akl: Ölmek. İp ile bağlamak. Akl: Akıl…) iki balık sembolünde, yukarıya bakan balık ilahi âlemlere dönük yüzümüzü ve aşağıya bakan balık ise dünyaya bağlı kalmak zorunda oluşumuzu temsil eder. “İdeali aramakla toprağa bağlanmak arasında kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını” temsil eder. Aklın bağından kurtulan insan, yeniden doğmuş olarak, dünyada insanlar arasında yaşamaya devam ederken bile, zamanüstüne çıkmış demektir, bu irşad makamıdır. Birbirine düğümlenmiş balık bu minvalde, bir yandan insanda var olan ideale kavuşma istidadını gösterirken, diğer yandan bu istidadın açığa çıkması için bağlarından kurtulmaya vesile olacak mücadeleyi vermesi gerektiğini gösterir.

Hayt: İp. Dikiş dikmek… Hayyat: Terzi… Hayyat: Yılanlar… Hayye: Yılan… Hayy: Diri, canlı… Hûd: Balina…

Yılan, balina ve yeniden doğuş ilgisine bakıldığında, yılanın her dâim taze oluşu ve sonsuzluğu temsil ediyor oluşunu görebiliriz. Yeniden doğuş da kendini bilme keyfiyetine kapı araladığı için, yılan aynı zamanda bilgelikle de ilişkilendirilebilir. Zirâ kendini bilmek, Rabbini bilmektir ve Rabbi bilmek, bilgeliğin tâ kendisidir.

“Birbirine dolanmış iki ENGEREK yılanı, Yunan BİLGİ VE YENİDEN DÜNYAYA GELME tanrısı esrarlı HERMES’in yılanlı asâsı CADUCEUS biçiminde, bir sopaya sarılmış olarak açılan iki kanatlı ejderha tarafından itilmiş şekilde gösterilmiştir. Caduceus: Yunan mabudu Hermes’in, tanrıların elçisi olarak elinde taşıdığı asâ. TIB ilminin sembolü olarak kullanılan yılanlı asâ… YILAN’ın, şaşılası biçimde derisini değiştirme kabiliyeti ve böylece GENÇLİĞİNİ YENİLEMESİ, ona bütün dünyada “yeniden dünyaya gelme sırrı”nın ustalığı niteliğini kazandırmıştır. YILAN’ın semavî işareti de büyüyen ve solan, görüntüsünü yok eden ve yine büyüyen AY’dır.” [8]

Nutfe… Sperm… Hayt: iki şeyi birbirine bağlayan. İp…  Hayyat: terzi… Hayyat: yılanlar… Hayye: yılan… Hayy: Diri, canlı…

Hayat, ip ve yılan (ip şeklinde?) ilgisi bize her şeyin teorisi olarak düşünülen “sicim teorisi”ni hatırlatır. Sicim teorisine göre, evrende var olan her şey aslında titreşip duran iplikçiklerden oluşur, her şeyin kökeni bu sicimlerdir.

“Sicim teorisi bir muamma. Sözüm ona, her şeyin teorisi bu. Ama deneyde doğrulanmış değil. Hem de anlaşılması pek zor. Fazladan boyutlardan, kuantum dalgalanmalarından, kara deliklerden söz edip duruyor. Kâinat nasıl böyle olabilir ki? Daha basiti yok mu bunun? (…)

Sicim teorisinin iddiası özetle, bütün maddeleri meydana getiren temel nesnelerin parçacık değil de birer sicim (ip) olduğudur. Sicim paket lastiği gibi bir şeydir, ama çok ince ve çok güçlüdür. Elektronun mesela, aslında bir sicim olduğu söylenir; bugüne kadar geliştirdiğimiz en ileri parçacık hızlandırıcılarıyla bile inceleyemeyeceğimiz kadar minik bir mesafede titreşmekte ve dönmektedir elektron sicimi.

(…)

Elektronun momentumundaki belirsizlik esas olarak momentumun kendisidir, yönün belirsizliğinden dolayı. Resmin bütününde, elektron çekirdeğe olan çekimiyle kapana kısılıyor, fakat kuantum mekaniği elektronun o kapanda durmasına izin vermiyor. Elektron da böylece dur durak bilmeden, kuantum mekaniği matematiğinin tanımladığı şekilde dolanıp duruyor. Eğer elektron bir yerde sabit durabilseydi, çekirdeğin içinde dururdu; çünkü çekirdeğe doğru çekiliyor. O zaman maddenin kendisi çekirdeğin yoğunluğuna çökerdi, bu da pek rahatsız edici olurdu! Yani elektronların atomların içindeki kuantum gezinmeleri bir lütuf aslında. (…)

Elektronların dalgalarla tanımlandığını öğrenince, “neyin dalgası?” diye sorabilirsiniz. Zor bir soru bu. Bir cevabı şu: Pek de fark etmiyor aslında. Bir başka cevap da şöyle: Uzay-zamanın her yerine yayılmış bir “elektron alanı” var, elektronlar da bu alanın uyarılmaları. Elektron alanı piyano teli gibi, elektron ise bu piyano telinin titreşimi gibi.” [9]

Yılan, balık, sonsuzluk, her şeyin teorisi ve bilgelik ilişkisi içinde, insanın memuriyeti “iki ilmin arasını birleştirmek”te yatar. Kemâle ermiş bir ruh için ayrılık yoktur, her şey bir bütünün parçalarıdır ve her parça bütünü ihtiva eder. Bilgelik, bütün eşya ve olayları bir nedene indirgeyebilmekte ve farklıymış gibi görünen iki ilim ve iki olgu arasındaki bağlantıyı bulabilmek ve gösterebilmektedir. Nitekim Hz. Ali (ra) “İlim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı” buyurur. Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nun Yağmurcu isimli eserinden iktibasla:

«Akıl, ruhanî bir keyfiyettir ki, nefs zarurî ilimler ve nazariyeleri onunla kavrar… Akıl, ruhun lisânı ve basiretin tercümanıdır; “basiret” dedikleri, ruhun özü, akıl da onun lisânı derecesindedir… Hazret-i Ali buyuruyor:

– “Eşyayı âit olduğu yere koymak akıllılıktır!”» [10]

“Besbelli ki, en geniş anlamıyla “zulüm”, hak ve hakikatleri yerli yerine koyamamak, hak ve hakikatleri yerine getirememektir… “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” ölçüsü, kulluk borcundan uzak düştükçe kimin teshirine girdiğimizi veya kimin teshirine girdikçe kulluk borcundan uzak düştüğümüzü de göstermiyor mu?” [11]

“Fizikî veya ruhî; herkesin hakikatinin kendine âit olması ölçülendirmesiyle, hakikatler, Allah’ın tecellisidir, muradıdır, mahlûkudur… Her ân varamadığı bir tamlık tarafından taciz edilen insan, içinde yaşadığı âlem hakkında ve kendi ruhî hâllerine dair ne bilirse bilsin, neticede her davranış imkânı Allah’ın “rızası” ve “kazası” olarak müntehasında O’nu istemeye dairdir; insan istese de istemese de Allah’ın kuludur ve bilse de bilmese de O’nu aramaktadır…” [12]

Henri Bergson da bilimin işleviyle alâkalı söylediği şu sözlerinde, bilim insanı olmanın, özünde “bilge” olmanın, iki ilim arasını birleştirmekle mümkün olduğunu söylemek ister gibidir:

“Bilimin konusu, ilk bakışta birbirlerinden radikal bir şekilde ayrılır gibi görünen olguları veya fenomenleri ya da daha genel olarak nesneleri birbirlerine yaklaştırmak, onlar hakkında sahip olduğumuz devasa bilgi çokluğunu az sayıdaki formüllere indirgemek ve böylelikle sahip olduğumuz bu bilgiyi basitleştirmektir.” [13]

“Bilim, nedenlerin tespitinden ya da keşfinden elde edilen tek bir formülde mümkün olabilecek en çok miktarda özel olguyu kucaklamayı görev edinir.” [14]

Akl: Sığınacak yer. Akıl. Örtü… Akl: Ölmek. İp ile bağlamak… Akıl bir bağdır, şeyler arasındaki bağlantıyı kurmada çoğu zaman akıl yeterli olmaz, sezgiler, kalbe düşen ilhâmlar son noktayı koyar. Bu sebeple, sadece aklın rehberliğinde giden bir ilmî faaliyetin “ilmî” olması da sözkonusu değildir.

«- “Albert Einstein bir yazısında, temel kanunları bulmaya yardımcı olacak belli mantıkî kurallar olmadığını, burada en önemli müessirin sezgi gücü olduğunu ve izafiyet teorisi ile ilgili temel noktaları hasta yatağında bulduğunu belirtmiştir.” Herhalde anlaşıldı; aklın tutuculuğundan kurtulan şuurun, sezgi buudunda enselediği hakikat… Nasıl ki öfke, korku veya tehlike anlarında birdenbire eski hâlimizden bambaşka bir güç veya hassasiyet zuhuruna şahit oluyoruz…» [15]

“Bugün artık ilmî keşiflerde “ampirik-tecrübî” verilerle yetinemeyeceğimizi, ilmî teoriler oluştururken ilk önce “a posteriori- kablî” olarak kullanılabilirliği tecrübelerle belirlenecek serbest buluşlarla çalışmamız gerektiğini biliyoruz. Bir kültür ve medeniyet o ânki dünyayı görüşünün hayâl olduğunu ne kadar idrak etmişse, ilmî seviyesi o kadar yüksektir.” [16]

İlk başta söylediğimiz gibi, her şeyden evvel kelâm vardı hikmetinden sezilebileceği üzere, hakikatlere dil ile erişilebilir, dille oynayarak, kelime bilgisiyle bir kelimenin ebced ve iştikakına bakarak yeni kelimeler türeterek, aralarındaki bağlantıyı hissedecek sezgi gücüne sahip olarak, doğa kanunları hakkında ve daha birçok pratik faydası olabilecek şeyler hakkında büyük keşiflere kapı aralanabilir. Bu aksiyon, özünde, iki ilmin arasını birleştirmektir. İştikak ilmi (kelimelerin kök bilgisi) ve ilgilenilen ilmî faaliyet arasında (fizik, kimya, biyoloji, kozmoloji vs.) bağlantıları kurmak ve basit bir neticeye varmaktır.

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlunun Furkan -Lûgat-ı Sâlihûn- isimli eserinin takdim kısmında belirttiği şu sözlerle yazımızı sonlandıralım:

– “Kâinatta her şey, kelimeler hâlinde lûgatta toplu ve biz de lûgat işi üzerindeyiz; lisânın hafızasına yüklü bilgiye, niteliğini belirttiğimiz fikirleşme yolunda hareket ve istikamet vermek… Demek ki eserimiz, eserlerimizin toplamı içinde, bir bakıma fikrî bir eser; ve, mânâların birbirini nefyi-reddi, zıtların birliği, kemmiyet ve keyfiyetlerin birbirine dönüşümü vesair gibi temel prensiblerin, sayı tevafuku altında görünümü… Lûgat-ı Salihûn; işe yararların, ehillerin lûgatı… Başta ben, hikemiyat ve felsefe, edebiyat, sosyoloji, psikoloji, iktisat, matematik, fizik, kimya, astronomi, tıb, vesaire, vesaire ilgililerinin ve bilgililerinin istifadesine… Nasıl?

Büyük Doğu-İBDA dikkati içinde: Kelimeler, mevzuuna göre mânâların yığılmasıyla “ıstılah-kavram” hâline gelirler. Çeşitli çap ve seviyelerdeki ilim ve fikir sistemleri ise, birbirini destekleyen kavramların yekûn ifâdesidir. O hâlde, kelime ve kavramların, kendilerini haslaştıracağı mevzu ve isbatçısı olduklarına nisbetle bir çehre belirteceği, belirtmesi gerektiği açıktır; işin, “kılişe-dil” vechesi de bu… Bulma, buluşturma ve yakıştırma işi!”

Notlar

1- Salih Mirzabeyoğlu, Damlaya Damlaya-Yılanlı Kuyudan Notlar, İbda Yayınları, İstanbul 1997, s. 247

2- Salih Mirzabeyoğlu, İnsan-Erkek ve Kadın, İbda Yayınları, İstanbul 2008, s. 47

3- Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji-Güneş ve Ay, İbda Yayınları, İstanbul 2010, s. 641

4- Salih Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü-Ufuk ile Hafiye, İbda Yayınları, İstanbul 1994, c. 5, s. 10

5- Muhyiddin İbn-i Arabî, Allah Adamları ve Kutuplar, Litera Yayıncılık s. 81-82

6- Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji, , s. 463- 464

7- Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji, s. 469-470

8- Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji, s. 185

9- Steven S. Gubser, Sicim Teorisi Hakkında Küçük Bir Kitap, çevirmen: Zeynep Alpar, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, s. 11-30-31-32-33

10- Salih Mirzabeyoğlu, Yağmurcu-Gerçekliğin Peşinde, İbda Yayınları, İstanbul 1996, s. 7

11- Salih Mirzabeyoğlu, Yağmurcu-Gerçekliğin Peşinde, s. 8

12- Salih Mirzabeyoğlu, Yağmurcu-Gerçekliğin Peşinde, s. 8

13- Henri Bergson, Metafizik Dersleri Giriş Uzay-Zaman-Madde, çevirmen: B. Garen Beşiktaşlıyan, Pinhan Yayınları, İstanbul 2014, s. 10

14- Henri Bergson, Metafizik Dersleri Giriş Uzay-Zaman-Madde, s. 10

15- Salih Mirzabeyoğlu, Yağmurcu-Gerçekliğin Peşinde, s. 40

16- Salih Mirzabeyoğlu, Yağmurcu-Gerçekliğin Peşinde, s. 41

Büşra Uyar / Akademya Dergisi

adminadmin