Köşe Yazıları
Giriş Tarihi : 18-07-2012 16:45   Güncelleme : 18-07-2012 16:45

Yunus Emre’nin davetlileri ile (4)

7 Temmuz Cumartesi sabahı Amasya yolundayız! Tokat gezisinde öğrencilerle tanışmıştık, şimdiyse sohbeti koyulaştırdık

Yunus Emre’nin davetlileri ile (4)
7 Temmuz Cumartesi sabahı Amasya yolundayız! Tokat gezisinde öğrencilerle tanışmıştık, şimdiyse sohbeti koyulaştırdık. Hepsinin kendisine özgü hikâyesi var. Hepsi üniversiteyi bitirmiş gençler. Kimisi mühendis, kimisi İngilizce veya İspanyolca hocası, kimisi iletişim uzmanı, kimisi de mimar.
 
Amasya gezisinde daha canlıyız. Zira bugün biraz geç yola çıktık. Amasya’da da gezimizi Üniversite organize edecek. Yemekler onlar tarafından verilecek. Dün Tokat için duyduğumuz kaygıyı bugün Amasya için duyuyoruz. Amasya Üniversitesi bizi nasıl karşılayacak, öğle ve akşam yemeklerini verecekler mi? Hakikatte insan tam bir kaygı makinesi. Sürekli onu üretiyoruz. Bunları yazarken aklıma bir hadis geldi: “Eğer insanlar rızık konusunda mutmain olsalar, kaygı çekmeselerdi, kuş yavruları gibi yemekleri ağızlarına hazır gelirdi!”
 
Ama maalesef öyle değiliz. Sadi’nin dediği gibiyiz: “İnsan bir damla su ve binlerce kaygıdan ibarettir.” Dünkü gibi oldu. Kaygılar boşunaymış. Bizi Amasya Üniversitesinde de büyük bir izzetle karşıladılar, bir mihmandar verdiler. Yemekhanelerinde, muhteşem Amasya manzarası eşliğinde harika yemekler ikram ettiler. Öğrencilerin memnuniyeti görülmeliydi! (kaygılarımız kendimiz için olmayacak kadar diğergam idi.) Onlara da ve özellikle Eğitim Fakültesi Dekanı Murat Gökdere Bey’e kalbi teşekkürlerimizi sunalım. Telefondaki ses tonu ve ilgi düzeyiyle misafirlerimiz adına duyduğumuz kaygıları bertaraf etti! Eğer kaygıların sebebi başkalarının kaygılarını gidermek içinse o kaygıları duyanlar bunu asaletlerinden yaparlar, sefaletlerinden değil!
 
Amasya’da
Tarihsel zenginlik, görsel mükemmelliği besleyen mimari şaheserler, gezilecek ve görülecek yerlerin bolluğu açısından Amasya’nın Tokat’tan arda kalır yanı yok! Bir gün içerisinde ne kadar yer gezilebilirse öğrencilerle gezmeye çalıştık. Amasya müzesi, Bayezid Camii, Kral mezarları, belediyeye ait muhteşem çınarlar altına kurulmuş çay bahçesi, Pirler Parkında karşınızda bir set olmadığı halde boşluğa saldığınız sesinizin kendinize ekoyla geri geldiği türbe önü, Amasya’nın ırmak boyunda restore edilmiş tarihi evleri herkesi ziyadesiyle etkiledi ve memnun etti!
 
Bu küçücük şehirde, kocaman şehirlerde bile olmayan ne kadar büyük bir tarih var! Buralar sizi derinleştiriyor, sığlıktan beri kılıyor, sizlere bir ağırlık, vakar katıyor; sizi tarihin, sanatın, estetiğin, mimarinin dünyaca ünlü aktörlerinden biri haline getiriyor.
 
Bütün bunları söylerken bir meşhurun şu sözlerindeki kaygıyı da çekmiyor değilim: “Sadece tarihiyle övünenler patatese benzer: Övündüğü yegâne meyvesi toprağın altındadır!” Ne yapacaksın, toprağın üzerindekiler zayıfladıkça, altındakiler daha bir değer kazanıyor!
 
Akşam dönüş yolculuğundaki öğrencilerle daha koyu sohbet etmek imkanı bulduk! Dediğim gibi hepsinin değişik hikayeleri vardı. Yunus Emre Enstitüsünün öğrencisi olmayı neden seçmişlerdi? Bu Enstitünün kurslarından nasıl habersar olmuşlardı? Bunları sorduk bazılarına. Aldığımız cevaplar bir hayli ilginçti.
 
Birisine arkadaşı tavsiye etmiş, o gitmiş fakat arkadaşı nedense gitmeye gerek duymamış. O da şimdi otobüsten arkadaşına fotoğraf gönderiyor ve gezisini, arkadaşını çatlatmak pahasına ballandıra anlatıyordu!
 
Birisinin Türkçe kurslarına gitme gerekçesi daha ilginçti. Televizyonda Türk dizilerini çok büyük bir keyifle seyrediyormuş, bu dizileri daha iyi anlamak için orijinal dilini öğrenme hevesi duymuş, kursa sırf bu yüzden kaydolmuş.
 
Bir Romen’in hikâyesi daha tuhaf gelmişti bize. Bir gün televizyonda bir Türk dizisi seyrederken düşman kelimesini duymuş. Romence’de de düşman, düşman demekmiş. Zavallı Türkçe’de Romence bir kelime var zannetmiş ve araştırırken Enstitünün kurslarını duymuş ve böylece Türkçe öğrenmeye karar vermiş.
 
Biri sırf yeni bir dil öğrenme merakından, biri iş bulmada kolaylık olacağı zehabından, biri İstanbul’u sevdiğinden… Herkesin bir hikayesi var. Onlarla konuştukça pek çok konuda biz de farklı alanlarda bilgilendik.
 
Sohbetimiz ilerledikçe gördük ki, otobüsteki her bir öğrenci en azından üç dil biliyordu. Ana dili Arapça olan Beyrutlu bir kız öğrencinin Peru’lu bir delikanlıyla İspanyolca konuştuğunu gördüğümüzde hayretimiz hepten arttı. Bu nasıl oluyordu? Pek çok öğrencide bu dillerarası transferleri görünce, şaşkınlığımız biraz sonra hafiften bir muhasebeye dönüştü: Bizim dillerimiz ne âlemdeydi, kaç dil biliyorduk veya niye hiç dil bilmiyorduk?
                                                                                              (Devam edecek)
adminadmin