Kültür
Giriş Tarihi : 17-03-2019 13:00   Güncelleme : 17-03-2019 13:00

Zekât, Faiz Ve Nefs Terbiyesi

Zekât, Faiz Ve Nefs Terbiyesi

«Büyük Doğu Mimarı: “Zekâtın terbiye ettiği insan, İslam’da temel ahlâk olan ihlas ve samimilikte en ileri dereceye ulaşır. Zira para, ihlas davasında en şaşmaz mihenk taşıdır. Zekâtını titiz ölçülerle saklayan ve hiçbir nefsaniyet dürtüşüne hatta şeriat müsaadesine kapılmayan insan, ne üstün bir ruh terbiyesi içindedir!» (Salih Mirzabeyoğlu, İktisat ve Ahlâk, s.44)

Zekât ve faizin ekonomiye ters yönde etkileri vardır. Zekât ekonomiyi genişletir, faiz ise daraltır. Bir toplum zekâta yaklaşırken faizden uzaklaşır, faize yaklaştığı oranda ise zekâttan uzaklaşır.

Zekât zenginin servetindeki fazlalığın alınıp ihtiyacı olana verilmesidir. Elbette zekâtın sadece yoksullara değil, Allah yolunda olanlara da verildiğini göz önünde bulundurursak, zekâtın sadece maddi açıdan yoksul değil manevi açıdan da yoksul olanları hedeflediği görülür ve zekat ile refah devletinin uygulamalarını karıştırmamak gerektiği anlaşılır. Zira refah devleti sadece maddi açıdan yoksulluğu bertaraf etmeyi hedeflemektedir, bunun ötesinde bir gayesi yoktur. Manevi açıdan arındırılmayan bir toplumda maddi olarak yapılacak takviyeler hiçbir zaman yeterli olmayacaktır. Dolayısıyla refah devleti modelinin sonu iflastır. Manen arındırılmayan, nefsinin, hevâsının esaretinden kurtulamayan bir toplumu hiçbir uygulama ayağa kaldıramaz, o toplum çökmeye doğru gitmeye mahkûmdur. Bu tarihin kanunlarından bir kanundur. Değiştirilemez. Kur’ân-ı Kerim’de geçtiği şekliyle, “hevasını tanrı edinmiş fertlerin oluşturduğu toplumların sonu yıkılıştır.” Refah devleti gibi modeller sadece bu yıkılışı öteler, geciktirir. Zira tarih kanunlarında imhal vardır fakat ihmal yoktur. Modern Batı tarihi bu ihmalin tarihidir aslında. Ve gelişen hadiseler kıyamet alameti gibi Batı’nın kıyametinin kopmaya yakın olduğuna işaret etmektedir.

Zekât basit bir mal transferi değil, aynı zamanda kişiyi ruhen de şekillendiren bir uygulamadır, ibadettir. Malını ‘gönüllü’ olarak veren kişi ile malının arasındaki muhabbet zayıflar, böylelikle kişi nefsinin cimriliğinden korunmuş olur. Bu anlamda zekât sadece yoksula yardım değil bizzat zengine de yardımdır. Hatta belki de denilebilir ki öncelikle amaç fakirin fakirliğin esaretinden değil zenginin nefsinin, malının esaretinden kurtulmasıdır. Kendisini iyilikten men eden, gaddar bir efendi olan paradan azat etmesidir. Açı doyurmak kolaydır belki ama açlık korkusu duyanı ne doyurur ki? Cimrilik, açgözlülükten ve korkudan nefsi arındırır, temizler zekât. Zekâtın ibadet olması bu anlamda kişinin olgunlaşması, kemale doğru yürümesi, cömertlik, yiğitlik, şefkat ve merhamet gibi hasletlerini ortaya çıkarması, yani kişiyi terbiye etmesi açısından önemlidir. Böylelikle zekât öncesi ve zekât sonrası topluma bakıldığı zaman sadece maddi planda meydana gelmiş bir mal transferi değil aynı zamanda kâmil, cömert, vicdanlı bir toplumun da ortaya çıkması demektir.

Toplumun zenginlerinin zaten cömert, aktif vicdan sahibi, mütevazı olması o toplumun hayrınadır. Zira insanların en büyük zafiyetlerinden bir tanesi zenginleri taklit etmektir. Dolayısıyla zenginlerinin müsrif, gösteriş meraklısı, kibirli, cimri olduğu bir toplumun diğer üyeleri de bu özellikleri taklit etmeye meyledecektir. Hatta zenginin dini inancına kadar. İnsan zengin olmak ister. Zenginliği arzular. Dolayısıyla zenginin zenginliğini bir başarı olarak görerek ufkuna zengin kişiyi ve onun hayatını koyar ve bu ufka doğru yürüme gayretine girebilir. Ona benzemek, onun gibi olmak isteyebilir. Hatta bu sadece toplumun kendi içinde değil diğer topluluklarla olan münasebetlerinde de gerçekleşebilir. Fakir bir topluluk zengin topluluğu taklide meyleder. Onlar gibi giyinmek, onlar gibi içmek, onların gittikleri yerlere gitmek ister. Nitekim Türkiye’de bu duruma yıllardır şahit olunmakta. Batı hayranlığının arkasında aslında bilim ve teknolojisinden ziyade zenginliği vardır. Yoksa toplumun genelinin Einstein fiziğinin inceliklerine hayranlığı değildir bu. İşte zekât başta zenginin nefsini kötülüklerden arındırmak suretiyle toplumun içindeki zenginlerin iyi örnek olmasını ve böylelikle tüm toplumun da ıslahını amaçlar.

Faiz ise bunun tam tersidir. Faizcilik esasen zengin bir azınlığın yaşam biçimidir denilebilir. Açgözlülük, korkaklık, cimrilik, tembellik, acelecilik, cahillik, şehvetperestlik gibi nefsin arındırılması gereken özellikleri faiz ile birlikte daha da azgınlaşır, artar. Faiz oranı bir anlamda ‘korku oranıdır.’ Korku oranıdır zira risk arttıkça faiz oranı da artar. Bu da faizin korkaklıkla irtibatına işaret eder. Korku ile doğru orantılıdır faiz. Allah’tan başkasından korkmama emrinin hikmeti. Ayrıca zekât kibir hastalığının da çaresidir. Birçok zengin vardır ki zenginliğini kendi yeteneğine, iş bilirliğine bağlayarak adeta kendisini putlaştırır ve o da çalışıp kazansaydı der veya Allah versin onlara da diyerek vicdanını rahatlatır kendince. İşte zekât olarak verilen para sayesinde kişi servetin kendisine ait olmayıp O’ndan olduğunu tasdik eder ve böylece servetinden dolayı kendisini büyük, serveti az olanları fakirleri küçük, hakir görmekten arınır. Bu ise başlı başına bir toplum için barış sebebidir. Elbette aksi ise savaş, çatışma. Zekât kendinden verme, feragat alışkanlığı kazandırır. Zaten bir toplumun temelinde fedakârlık vardır. Herkes genel hayatta da pazardaki gibi davransaydı zaten insanlık çoktan yok olup gitmişti. Annenin fedakârlığı çocuğun hayata tutunabilmesini sağlar en başta zaten. Aile içinde de fedakârlık esastır. Bir baba çalışıp eve getirdiği ekmek için karşılığında bir para istemez. O ekmeği satmaz, tasadduk eder ailesine. İşte toplumun temeli buna dayanır. Zekât böylece toplumu sağlam kılar, feragat etme alışkanlığı kazandırır. Bu topraklarda yaşıyorsak Allah yolunda canlarını feda edenler sayesindedir. Ve onlar canları karşılığında ‘insanlardan’ bir şey beklememişlerdir. Karşılığını sadece O’ndan bekleyerek canlarını vermişlerdir. İşte O’na imânla başlayan ve kardeşlik, fedakârlık, sevgi bağları ile kenetlenen bir toplum başarılı olur ancak. Namaz ve zekât işte böyle bir topluluğun iskeletini oluşturan iki emirdir. Temelinde zekât ruhu olmayan bir topluluk başarılı olamaz, sonu hüsrandır. Zekât ruhu kendinden karşılığını hiçbir insandan beklemeksizin vermektir. Tersinde ise faiz karşılıksız almaktır.

Bahsedildiği üzere faiz, zengin bir azınlığın zenginliğini arttırma aracıdır. Tarih boyunca gizli ve açık olarak faizcilik süregelmiştir. Toplumun geneli tarafından faiz kınandığı, yani insanların faiz hassasiyeti olduğu dönemlerde faizciler faizi bazı hileler yoluyla saklamışlardır. Faiz, borç işleminde elde edilen gelirdir, kârdır. Dolayısıyla faizciler yaptıkları işlemi borçtan farklı bir işlemmiş gibi göstermeye çalışmışlardır. Ya satış olarak, ya da kira işlemi olarak gizlemişlerdir. Zira bu işlemlerden gelir, kâr elde etmekte bir mahzur yoktur. Dolayısıyla işlem borç değil satış veya kira olarak gösterildiğinde ortadaki fazlalık da faiz olmaktan çıkmış olur. Hristiyanlar arasında üçlü akit, Yahudiler arasında iska, Müslümanlar arasında da “bey’ul-ine” ve hatta bazılarına göre çağdaş “murabaha” ve diğer birçok İslâmi etiketini taşıyan sözde ‘faizsiz’ finans uygulamaları buna örnek olarak verilebilir.

Zengin bir azınlığın ellerindeki fazla malın, servetin zekâtı alınmadığı takdirde bu fazlalığı değerlendirme yollarından en önemlisi faizciliktir. Ticaretle zenginleşen bu kişiler ellerindeki serveti daha da çoğaltmanın, ticaretlerini daha da büyütmenin yolu olarak faizi tercih ederler. Faizli borç sayesinde sadece faiz kazancı elde etmezler, kimi zaman faizsiz de borç vererek bazı ticari imtiyazlar elde ederler. Sonuçta bu durumda faiz, verdikleri borç karşılığında kendilerine vaad edilen bu imtiyazlar olmuş olur. Kimi zaman devlete bazı şartlar dayatırlar gümrük vergisinden muafiyet veya rakiplerini alt etmelerini sağlayacak yeni kurallar, yasaklar, kısıtlamalar gibi. Devletler de borca muhtaç olduklarından onların bu isteklerine boyun eğerler. Krallar, prensler, hükümetler bu faizci-tüccarların en büyük müşterileri olmuştur bu yüzden.

Hükümete borç verilince elbette bu borcun faizinin kimden geleceği açıktır. Temsili demokrasi bunu mümkün hale getirmiştir. Eskiden krala verilen borç kralın şahsına idi. Fakat bugün hükümete, devlete verilen borç halkın borçlanmasıdır, hükümetin başındaki şahsın değil. Baştaki sorumsuz, ihtiraslı yöneticiler şahıslarına ait bir borç olmadığından dolayı iktidarlarını, şöhretlerini korumak için yüksek miktarlarda borç alabilirler. Bir sonraki seçimi kazanmak adına bütçeyi aşan lüzumsuz projelere imza atabilir, silah şirketlerine yaranmak uğruna masum ülkelere savaş açabilirler. Hem savaşla silah şirketleri zengin olur, hem bankalar, hem de istila edilen ülkelerdeki kaynaklarda gözü olan diğer şirketler. Hem de bu yöneticiler daha geniş topraklar üzerinde tahakküm arzularını tatmin ederler. Ulusunun tarihinde adı övgüyle anılsın, tarih kitaplarında adı geçsin diye kendi ulusundan olmayanları tavuk keser gibi keserler. Bu büyük projeler, savaşlarda kazanılan zaferler halkı cezbeder ve diğer ülkelere barış, demokrasi götürdüklerini zannederek mutlu olabilirler bir süre, fakat sürekli borç ile büyünmez, faiz ile hiç büyünmez, bu büyüme aldatıcıdır. Zekât ruhu ile büyünülür. Faiz ise daraltır. Bu gerçek yüz yıl sonra da olsa ansızın ortaya çıkar ve o toplum nereden geldiğini anlamadığı büyük bir buhrana girer. Zaten sürekli her 5-10 yılda bir bu buhranlar gelip yoklar ve halkı adeta ikaz eder gidişatın iyi olmadığı bir şeylerin yanlış olduğu hususunda. Fakat medya gücü ile bu azınlık hep bir günah keçisi ortaya atar ve günah keçisini uçuruma yuvarlayarak halkı teskin eder. Geçen krizde Lehman Brothers bir bakıma krizin günah keçisidir.

Evet, özellikle devletler aşırı borç alırlar bu sistemde. Adeta mecburdurlar. Zaten “libido dominandi” denilen domine etme, tahakküm kurma, yönetme, lider olma arzusu olanlar için bu vazgeçilmez bir fırsattır. Goethe’nin Faust’undaki Mephisto gibi bankacılar lidere yaklaşır ve onlara verecekleri borçlarla dünyanın hâkimi olabileceğini fısıldarlar adeta. Ne de olsa en fazla olacak olan, koltuğundan olmaktır. Halkı borç batağına sokup günü geldiklerinde hiçbir şey olmamış gibi koltuklarını terk eder, çiftliklerine çekilebilirler. Özetle, faizci modern siyasi sistem sayesinde tüm halkı borçlandırabilmektedirler. Ve faiz ödemeleri de böylelikle halktan alınan vergilerden gelecektir. Ulus devletin zaten belki de esas amacı buydu. Faizci-tüccarların piyasasını genişletmeye yaradı. Devlete verilen borçlar ile faizci, sağlam bir müşteri bulmuş oldu. Zira kralın keyfine kaldığında birçok zaman gördü ki borcu tam olarak ödenmeyebiliyor. Ama seçimle iş başına gelindiğinde işlerine en çok yarayacak kişiyi halkın gözünde çeşitli usullerle büyüterek birini devirir, diğerini başa geçirebilirlerdi. Zira halkı kandırmak kralı kandırmaktan daha kolaydır. Halk kolayca manipüle edilerek, emirlerine, bankerlere itaat etmeyen, onların menfaatlerini gözetmeyen yöneticiye karşı ayaklandırılabilir.  Yani kim kendilerinin ticaretlerini büyütecek ve kim onların kredilerine muhtaç olup bol bol kredi alacaksa onu kolayca başa geçirebilirdi, özellikle ellerindeki basın-yayın organlarını da kullanarak…

Haydar Kazgan, “Galata Bankerleri” isimli kitabında şöyle der:

– “Sultan Abdülaziz’i devirmeye karar vermiş Hüseyin Avni, Mithat, Rüştü paşalar ile onların destekçisi durumda olduğu bilinen Şehzade Murat Efendi’nin arzu ve niyetlerinde başarıya doğru gitmelerini hazırlayan olayların başında Abdülaziz ve Mahmut Nedim Paşa’nın bankerle olan ilişkileri gelmektedir. Eğer bankerler Padişahı ve sadrazamı desteklemeye devam etselerdi ne Mahmut Nedim Paşa devrilebilir, ne de Abdülaziz azledilebilirdi. Kaldı ki, ileride göreceğimiz gibi aynı bankerlerin karşı tarafa geçmeleri ve onları paraca desteklemeleri, bu güç kaymasını iyice açıklamaktadır.”

Bu bakımdan büyük savaşlar açmaya hazır, emperyal bir güç olmak isteyen, sömürge siyaseti yürüten, mega projeler yapmak isteyen hükümetleri, yönetimleri faizciler çok severler.  Devlet içeride halktan topladığı vergilerle borcunu faiziyle öderken, dışarıda askeri gücüyle sömürgeleştirdiği, istila ettiği ülkenin kaynaklarını bu tefeci-tüccarlara açmış olur. Hollanda’da kurulan dünyanın ilk anonim şirketi Hint Kumpanyası Doğu’nun zenginliklerini sömürürken şirketin ordusu vardı. Seferlere şirket ordusu ile birlikte gidiyordu. Bugünkülerin de ordusu var. ABD ordusu mesela. Ordu Irak’a gidiyor, Suudilerle anlaşıyor, petrol şirketlerini ihya ediyor. Aynı mekanizma devam ediyor. Bu anlamda mesela ABD bir şirkettir. ABD devleti denilen şey ise bu şirketin bir departmanı gibidir. Nasıl ki şirketlerin pazarlama, satış diye ayrı departmanları varsa ABD örneğindeki gibi devlet bu şirketin halkı kendi kendini yönettiğine ikna edip yatıştırmak, vergilerle soymak amacıyla kurulmuş bir departmanıdır adeta. Devlet merkez bankası sisteminin kendisini soymasına izin verir. Daha doğrusu halkını soydurtur. Bu yasal bir soygundur. Bir söz vardır Batı’da: “Bedava yemek yoktur” diye. Hâlbuki merkez bankası sistemi ile bankalar bedava yemek yemektedirler. Merkez Bankası bankalara parayı ucuza satar, sonra bankalar bu parayı daha pahalıya devlete ve diğer insanlara satarlar. Yani aradaki faiz farkı onların bedava yemeğidir. Zira bu özel ‘yemek’ sadece onlara mahsustur. Parayı halka, devlete vermek için adeta haraç almaktadırlar. Yani modern devletin görevi adeta merkez bankası sistemi yoluyla bu azınlığı ihya etmektir. Bugün bu gerilim Türkiye’de hükümet ile Merkez Bankası arasında yaşanan gerginlikte izlenebilir. İşte gerilimin temel nedeni budur. Mesele sadece faizlerin yüksek olup olmaması değil Merkez Bankası’nın mevcudiyetidir. Zira bu yapı faizlere müdahale ederek ekonomiyi dengeye getirebileceği gibi batıl bir varsayım üzerine kuruludur. Merkez Bankası’nın bâtıl ön kabulünün düzeltilerek hak bir peşin fikre göre yeniden yapılandırılması zaruridir. Müslümanların tam özgürlüğünü sağlayabilmesi için bu altyapısı bozuk, temelleri çürük yapıdan kurtulup sağlam temeller üzerine kurulacak yeni bir para ve borç sistemine kavuşması gerekmektedir.

Görüldüğü üzere zekâtı alınmayan fazlalık faizli borç olarak geri dönebilmekte ve fakiri daha da fakirleştirmektedir. Daha da ötesinde savaşlara, türlü katliamlara, sömürgeleştirmeye kadar giden sonuçları olduğu kadar doğada, karada ve denizde bozulmalara, fesada yol açmaktadır. Zekâtı alınmayan fazlalık faiz olarak dönmekte ve faiz vergilerle fakirden zengine doğru gitmektedir. Bugün de Türkiye’nin en zenginlerinden olan bir ailenin vakfı, babalarının vasiyetine göre vakıftaki ‘fazlalıkları’ devlet tahvili satın alarak yani devlete borç vererek istihdam ediyorlar. Yani devlete faiz yükleyerek aslında o parayla fakirlerden kendilerine vergi vasıtasıyla gelir transferi yapmış oluyorlar. Sözde vakıfları hayır amaçlı fakat kendi inançlarına, menfaatlerine uygun bir geleceği tasarlamak, inşa etmek için kurulmuş bir vakıf. Zekât verip Allah yolunda harcanacak fonlar vakıf aracılığıyla kendi bâtıl davaları peşinde harcanmış oluyor. Zekâtını vermeyenler adeta böylelikle bir toplumun geleneğine, dinine, yaşam tarzına verilmemiş zekât paralarıyla savaş açıyorlar. Zekâtta fazlalık zenginden yoksula dağıtılırken ve diğer tarafta ise yani faizde fakirden zengine doğru akmakta ve modern siyasi sistem ise hukuku ile bu tip bir transfere hem aracılık etmekte hem de izin vermektedir. İşte bugünün dünyasındaki eşitsizliğin ana nedeni budur. Zekât emri ve faiz yasağına uymamaktan dolayıdır.

Elbette zekât kısmında belirttiğimiz üzere öncelikli olan işin ahlâkî boyutudur. Yani kendisini ıslah etmeyen, temizlemeyen zengini taklit etme meselesi. Faizde de işte zekâtla arınan, nefsini terbiye eden zenginin yerine, faizle birlikte iştahı daha da artan, daha da azgınlaşan, kibirli, cimri, korkak ve müsrif bir tip ortaya çıkar. Faizin yaygın olduğu toplumdaki bu zengin tipi kendisi dışındaki kimseyi umursamaz, vicdansız yani gözleri fakirin, yoksulun, muhtacın ihtiyaçlarına, sıkıntılarına kör, kulakları onların yardım çağrılarına sağır ve aklı bu insanların durumunun kendisinin cimriliğinden, umursamazlığından kaynaklandığını anlamayacak kadar kıt bir tiptir. Ana amacı servetini büyütmek ve bu servet sayesinde mevcut iyi halini koruma altına almak, sürekli kılmaktır. Servetini büyüttükçe de kendisine mutluluğu getirdiğini düşündüğü şeylere sahip olabilecektir. İşte bu tip diğer insanlar tarafından da taklit edildiğinde artık o toplum birbirine yabancı, herkesin birbirinden korktuğu, uzaklaştığı, güvenmediği bir toplum haline gelir. Bunun en büyük tezahürü bugün bankalara yatırdığı mevduatlardan faiz geliri toplayan geniş bir kitledir. Faizci zengin bir azınlık bu şekilde taklit edilerek tüm toplum ek iş olarak faizcilik yapar olmuştur. Özellikle Türkiye’de faizciliğin nasıl geniş bir tabana yayıldığının tarihi araştırılırsa çoluk çocuğun dahi bu uğurda kullanıldığı anlaşılır. Çocuklar ellerinde kumbaralarıyla ailelerini bankaya taşımıştır. Hoş Cumhuriyet öncesi dönemdeki faizcilik de araştırılırsa pek de hoş olmayan bir manzarayla karşılaşılabilir. Fakat hiçbir dönemde faizcilik tabana bu kadar yayılmamıştır. Bu sürecin sonucunda iki kardeş bile birbirine yabancılaşmış, birbirlerine faizsiz borç vereceklerine önce biri bankaya yüzde 5 ile parasını yatırmış yani borç vermiş, banka da bu parayı o kişinin kardeşine yüzde 10 ile satmış, borç verir hale gelmiştir. Yani kardeşler arası güven gittiğinde görüldüğü üzere her iki kardeş de faizcilik yapar olmuştur.

Tembel, cimri, korkak, kibirli bir toplumun elbette sonu malûmdur. Tembel diyoruz çünkü faiz ile alakalı hayalleri bile dinlersek bunu anlarız. Mesela piyangodan ikramiye çıkarsa ilk aklına gelen o paranın getireceği faizdir. Oh der bu parayla yan gelir yatarım, oturduğum yerden faiziyle geçinirim diye hemen kazanmayı hayal ettiği miktarın aylık faiz getirisine kadar hesaplamaya kalkar ve o gelirle neler yapabileceğini hayal eder. Hâlbuki zenginliğin kaynağı faiz değil satıştır, ticarettir, üretimdir, girişimciliktir. Dolayısıyla faizcilik bir grup azınlığın halkı aldatmasına yol açar. Ticaretle zenginleşen ve zenginleşmeye de devam eden bu kişiler -ki faizcilik yaparken de ticareti bırakmazlar, tam tersi faizciliği ticaretlerine fayda verecek şekilde araçlaştırırlar- halka kötü örnek olup faizle zenginleşilebileceğini düşündürtüp aldatmış olurlar. Hâlbuki bankaya para yatırıp faizle zenginleşeceğini düşünmek bir illüzyondur. Buna para illüzyonu denir. Yıllardır insanlar bankalara para yatırıp mevduat faizi alarak paralarını büyüttüklerini zannettiler, hala da öyle zannediyorlar. Hâlbuki paraları rakamsal olarak büyüyor gözükse de aslında küçülüyordur. Zira para bir simgedir, temsildir. Temsili olduğundan dolayı ‘currency’ yani piyasada deveran eden paranın en ucuz olması evladır. Bu paranın birimini yani bir ölçü aracı olmasını konuşmaktan farklıdır. Bu fark uzun yıllar önce Cenevizliler tarafından fark edilmiş ve piyasada dolaşan para ile paranın temsil ettiği değerin birimi birbirinden ayrı olarak ifade edilmiştir. Bitcoin tartışmalarında asıl tartışılması gereken bu bakımdan tartışılmamıştır. Hâlbuki öncelikle tartışılması gereken elektronik para değil paranın birimidir. Yani liranın mahiyetidir. Hesap birimi olarak para neye, hangi değere bağlansın sorusu esas soru(n)dur. Yoksa mübadele aracı anlamında yani piyasada deveran eden evrak, ödeme aracı anlamında para ne kadar ucuz olursa o kadar iyi para olduğu bir gerçektir. “Gresham kanunu” bu gerçeği ifade eder. “Kötü para iyi parayı kovar.” Sizin falanca kişiye borcunuzu ifade eden bir evrak için kıymetli madenleri kullanmaya gerek yoktur. Hatta bu israf olacaktır. Zira borcunu temsil eden bir evrakın normal kâğıt üzerinde olmasıyla o kâğıdın üzerinde altın işlemelerin olması arasında bir fark yoktur. Her ikisinde de borcunuzun miktarı aynıdır. Çünkü mesele borcun bir şekilde ifade edilmesidir. Dolayısıyla bu işi görecek en ucuz, en masrafsız araç daha iyidir. Ama bu sizin borcunuzu ifade eden miktardan ayrıdır. O borcun birimi işte en önemli sorundur. Bu öyle bir birim olmalıdır ki nasıl ki 1 metre hep bir metredir ve değişmez işte bunun gibi sağlam olmalıdır. Aksi halde ekonomi düzgün bir şekilde işlemez. Ayrıca kolay kolay da manipüle edilememesi gerekir. Bugün 1 metreyi manipüle etmek imkânsızdır. Zira ışığın hızına bağlanmıştır. Böylelikle tüm işlerimizi sağlam bir şekilde görebiliriz. Işığın hızına müdahale etmek bütün doğayı, kanunlarına kadar yeni baştan yazmak demek olacağından kimse manipüle edemez 1 metreyi. İşte paranın da buna mümkün olduğu kadar yakın derecede güvenli, sağlam bir birime sahip olması gerekmektedir. Kur’ân’da da altın ve gümüş kelimelerinin anlam dünyasına girdiğimizde de gitmek, akmak gibi ‘currency’ ile yakın bir anlam dünyasına sahip olduklarını fark ederiz. Çağımızda tüm sistemin faize dayanmasından dolayı da bir kıymet ölçüsü olarak para sürekli bozulmakta ve görevini yerine getirememektedir. Ama bunlar başka bir makalede ele alınması gereken önemli bir mevzudur. Sonuç olarak paranın simgelediği, temsil ettiği şey ise alım gücü denilen şeydir. Dolayısıyla üzerindeki rakamlardan ziyade paranın mahiyeti icabı alım gücü önemlidir. İşte faizcilerin illüzyonu buradadır. Bankaya belli bir faiz oranı ile çekilen paralar üreticilere, sanayicilere çok daha yüksek faiz ile borç verilirler. Üretici de bu oranı elbette fiyatlarına yansıtacaktır. Dolayısıyla senin bankaya yatırdığı para diyelim yüzde 10 ile büyürken, tükettiğin ürünlerin fiyatı yüzde 10’dan daha fazlası ile büyüyecektir. Bu yüzden de zamanla bankadaki paranın alım gücü düşecektir. Bugün 1000 lira ile 10 adet mal alabilecekken yarın 1100 lira ile 9 adet alabileceksin. Yani 1100 1000’den büyük olmayacak, 1000 1100’den alım gücü bakımından büyük olacaktır. Yani görünüşte 100 lira yani yüzde 10 artan servetin, alım gücü bakımından yüzde 10 azalmıştır. Bu sihir değil de nedir. Halkın bankalara paralarını yatırmaları yani aslında ‘borç’ vermeleri ile bankalar güçlerine güç katmış ve gerek devlet gerekse tüm ekonomi üzerinde halkın da desteğini arkalarına alarak daha da güçlenmişlerdir. Buna bir de bankanın anonim şirket olma özelliğini eklemek gerek.

15.yüzyılda Medici ailesi bankacılığın önde gidenleri idiler. Kilise’nin bankerleri kendileri. Ama güçleri kendi aileleri ile sınırlıydı. 16.yüzyılda Fugger ailesi için de aynı şey geçerliydi. Fakat 17.yüzyılda icat edilen anonim şirketle birlikte bankalar yüzde 51 hisseyi ellerinde tutarak diğer aileleri ve hatta bugün milyonlarca kişiyi de işin içine katabildiler. 17.yüzyılın sonunda mesela İngiltere Merkez Bankasını kurdular. Artık İngiltere’yi onlar finanse edecekti. Bu da yetmedi. Halktan mevduat toplayarak, az da olsa elinde sermayesi olan halkı da faizci yapmak suretiyle borç verebilme kapasitelerini katladılar. Mevduat bir emanet değil bir borçtur bankaya unutmamak gerekir. Banka sizden borç alır başkalarına borç verir. Aradaki faiz farkını da cebe indirir. Belki daha da önemlisi ise borç verebilme kapasitesidir. Bankacılık sistemi gerek hisse senedi ile ortak olan milyonların ve mevduat yoluyla bankaya borç veren büyüğü, küçüğü ile yüz milyonlarca sermayedarın da gücünü arkasına alarak bugün adeta devletler üstü bir güç haline geldi.

Evet, bu açıklamalar uzar gider ama meselenin özü zekât ile temizlenen, arınan şeyin öncelikle zenginin nefsi dolayısıyla zengini örnek alan diğerlerinin de nefsinin temizliğidir. Elbette zekât alan kişiler de ayrıca nefis terbiyesinden geçmektedirler. Bu bakımdan çağımızdaki iktisadi politikalar da aldatıcıdır. İktisatçılar hedeflerine yoksulluğu, yoksulları koyarlar. Temel sorun sanki yoksullukmuş, odaklanılması gereken yoksullarmış gibi gösterirler. Hâlbuki öncelikle odaklanılması gereken zenginliktir, zenginlerdir. İslâm’da iktisadın odağında fakirler değil zenginler vardır. Zenginlik sorunu çözülmeden fakirlik sorunu çözülmez. İşte İslâm İktisadını Deist-Modern İktisat anlayışından ayıran temel fark budur. Biri sihir yapar ve bakışları yoksulların üzerine çevirerek esas sorun olan zekâtını vermeyen faizci zenginlerin ve onların üzerine yoksulların hakkı olan zenginliğinin üzerini örter. Hak diyoruz zira bu aynı zamanda hukuki bir meseledir. O yüzden devleti tahakkümleri altına almak isterler zira kanunların kendilerine faaliyet alanı açacak şekilde olması gerekir. Daha da öncesinde devletin kendilerini dost olarak benimsemesi gerekir. Hâlbuki Kur’ân’ın ifadesiyle faizci dost değil düşmandır. Modern devlet demek faizciyi dost bilmek demektir. Devletin dost olarak gördüğü faizci de elbette o ulus-devletin sınırları içinde bir dost olarak kabul edildiğinde dostluğunun bir ifadesi olan faizcilik faaliyetlerine de izin verecek şekilde kanunlar yapılacaktır. Dine karşı olmaları, pozitif hukuka sığınmaları, hukuk devleti diye kekelemeleri bundandır. Zira istedikleri hukuk sistemi, adaleti sağlayacak değil kendi menfaatlerini koruyacak bir hukuk sistemidir.

Zekât emri ve faiz yasağı işte bu zenginlik sorununun çözülmesi içindir. Gönülden verilen zekât nasıl zenginin öncelikle nefsini arındırıyorsa faizli işlemde ise tam tersi zenginin arınmayan ve hatta daha da azgınlaşan nefsinin diğer insanlara da sirayet ederek tüm toplumu faizci zenginin ahlâkına, dünya görüşüne doğru yöneltmesidir. Bu dünya görüşü ise toplumun giyiniş tarzından yemesine, içmesine, evlerinin mimarisine kadar yansıyacaktır. Namaz emri birlikte gelen zekât emrinin önemi ve bununla faiz yasağının da tüm toplumu ilgilendiren önemi herhalde ortaya çıkmaktadır. Faizin azalması veya artması değildir mesele. Mesele faiz alan ve veren bir zihniyetin ve bu zihniyetin müesseselerinin topluma yayılmış olmasıdır. Yoksa faizler yüzde bire düşse bile zihniyet devam ettiği için kurtulunmuş sayılmaz. Zekât ve zekât ruhuna uygun müesseseler olmadan da faizden kurtulunamaz. Osmanlı’nın kaime uygulaması buna örnektir. Osmanlı kaime ile bankerlerden yüzde yirmi ile borçlanacağına halktan daha ucuza borçlanmıştır. Ama yine faizlidir az da olsa. Evet, bankerler bundan memnun olmamış, kaime uygulamasını akamete uğratmak için elinden geleni yapmış ve sonunda başararak Osmanlı Bankası adı altında merkez bankasını kurarak borç verme tekelini ellerine almışlardır. Fransız ve İngiliz sermayeli olan adı ‘Osmanlı’ fakat kendisi ‘gavur’ bir banka. Sonuçta borca son derece muhtaç olan devlet bunu kabul etmek zorunda kalmıştır. Hatta kaime sistemi o kadar korkutmuştur ki, ABD’de sahte kaimeler üretilerek piyasa bozulmak istenmiştir. Ama şu açıktır ki, evet kaime ile devlet halktan daha ucuza borç alabilmiştir fakat bunun yerine olması gereken, Hindistanlı Müslümanların Kurtuluş Savaşı için gönderdiği yardım paralarının arkasındaki infak ruhudur. Ki sonra bu para İş Bankası’nın sermayesi olacaktır. Trajedi herhalde buna diyorlar. Osmanlı’nın çöküşünün ilanı bir bakıma kaimedir. Halkından faizle borç almak zorunda kalmasıdır. Halk, bankerler kadar acımasız olmasa da, yine de daha az miktarda da olsa faize bulaşmıştır. Evet, belki faizin az olması bankerleri sinirlendirmiş ve kaimeye savaş açmışlardır. Bu bile onları sinirlendirmeye yeterken, güvendiği devletine faizsiz borç verecek bir halkın varlığının onları ne hale getireceği malumdur. Bu yüzden devlete ve yöneticilerine karşı güvensizlik oluşturmak faizci-tüccarların en büyük silahıdır. Böylelikle kimse o devlete, hükümete faizsiz borç vermeyecek ve güvensizlik ortamında bankerler bu ihtiyacı yüksek faizlerle karşılayabilecektir. Zira kimse güvenmediğine borç vermez.

Peygamber ahlâkına sahip bir devlet yöneticisi ve adamlarının yani kendisini tezkiye etmişlerin olduğu bir hükümetin neler yapabileceği ortadadır. Elbette böylesi bir yöneticiye sahip olmak için o şekilde idare edilmeye layık bir ahlâka, temizliğe, saflığa sahip bir topluluk da gerekmektedir öncelikle. Yani ferdin hakikatinin çevresinde toplanan bir topluluk ve bu topluluğun içinden zuhur edecek bir hükümet, bir devlet, bir sistem. Hep birlikte ufuktaki faizci zengine değil ’ufuk-peygambere gaye-insana’ bu ideale yakınlaşmaya çalışan, ona doğru yürüyen kurşundan bir bina gibi sağlam, birbirine destek olan ortak değerleri ‘imân’ olan bir topluluk. İşte bu topluluğun yürüyüşü ile birlikte yeni bir sistem zuhur edecektir.

Sözün özü, zekât emri öncelikle malın arınması değil kişinin nefsinin arınması terbiye olmasıdır. Böylelikle mesele döner dolaşır ve ahlâka gelmiş olur. Ancak güzel ahlâk sahibi güzel insanlardan oluşan bir topluluk faizden kurtulabilir. Tersinden düşünürsek de faizin yaygın olduğu bir toplumda aslında faizin o toplumu meydana getiren fertlerin iç dünyalarına bir ayna tuttuğu gerçeğini gözden kaçırmamak ve öncelikle o aynadaki görüntüden utanıp tevbe etmek gerekir. Dolayısıyla tevbe, özeleştiri ve istiğfar ile başlayan bir süreçtir faizden kurtuluş. Ayrıca faizden kurtulmanın yolu borca bakışımızın değişmesinden de geçer. Bugün borç adeta bir kanun, kural haline gelmiştir. Yasa ve istisna ayırımı vardır. Zihinlerde borç adeta bir yasadır. Fakat gerçekte borç, borçlanmak bir istisnadır. Özel bir durumdur. Geçici olması gerekir. Kişi bir an önce borçtan kurtulmaya gayret etmelidir. Bugün nasıl olağanüstü hal geçici bir durumsa borç da öyledir. Sürekli olağanüstü halde devam etmek demek sürekli bir kriz içinde olmak demektir. Aynı şekilde sürekli borç üzerine bir ekonomi inşa etmek sürekli kriz davetiyesi vermek demektir. Yoksa Peygamber borçlu olmaktan Allah’a sığınmazdı. Dolayısıyla öncelikle borca bakışın değişmesi gerekir. Fertlerden topluma, devlete kadar… Zekâtın bir bölümünün de borçlulara ayrılması borcun öyle çok arzu edilir, tüm iktisadi sistemi üzerine kurabileceğimiz bir model olmadığını gösterir. Evet, hâsılı, nefsinin cimriliğini, kibrini, tembelliğini, bencilliğini, korkaklığını, aceleciliğini, aşırı şehvetini (borçtan kurtulamamamızın en önemli sebeplerinden biri de tüketimimizi kısmamamız, şehvetimizi dizginleyemememiz, ailemizi düzgün idare edemememizdir) temizleyerek başlayan bir süreçtir faizden kurtuluş.

Ve işte ’temizlik imândandır’ın hikmeti ve Bakara sûresi 277. âyetinde zikredilen hakikat mealen:

– “İmân edip güzel amellerde bulunanlar, namazı dosdoğru kılanlar ve zekâtı verenler; şüphesiz onların ecirleri Rablerinin katındadır. Onlara korku yoktur, mahzun olmayacaklardır.”

Melih Oktay / Akademya Dergisi

adminadmin