Fikir
Giriş Tarihi : 08-12-2022 16:17   Güncelleme : 08-12-2022 16:17

Büyük Doğu’nun Temel Prensipleri

Büyük Doğu, İslâma Muhatab Anlayış’ın dünya görüşünün temel prensiplerini getirir.

Büyük Doğu’nun Temel Prensipleri

 

RUHÇULUK ÜZERİNE

Bir dünya görüşü olarak Büyük Doğu`nun ortaya koyduğu bu temel prensiplerden ilki, Ruhçuluk’tur.

Büyük Doğu ruhçuluğu, kavram olarak dışyüzden benzeri olan spiritüalizma ile alâkasız bir şeydir; dahası onun taban tabana zıddıdır. Bizde “cincilik” veya eski deyimiyle “manyetizma” denilen spiritüalizmayı burada anmamızın tek sebebi, dışyüz benzerliklerin çelmesine takılmamak içindir. Hani “sineğin de kanadı var kartalın da, demek ki aynı şey” diyen demogoglar var ya… (…)

 

Büyük Doğu ruhçuluğunun akraba olduğu kavramlardan ilki, mistisizm’dir. Lakin burada da “akraba” ve “kavram” kelimelerinin altını çizelim. Çünkü bu, mistisizmin ta kendisi olmadığı gibi, herhangi bir mistik “içerik”le de akraba değildir. Prensip olarak mistisizm, “esrariyye“, yani varlığın ve bilginin “sırlar” tarafından kuşatıldığı düşüncesidir. En büyük sırlardan biri de ruh olduğuna göre, bu akrabalık açıktır. Yoksa herhangi bir mistik içerikle, işte Hind mistisizmidir veya modern kadavra mistisizmidir, alâkası yoktur.

 

Büyük Doğu ideolojisinin ilk temel prensibinin ruhçuluk olması, bu fikriyatın İslâm tasavvufu ile ilgisi bakımından ve kök ilgisini işaretlemek içindir. Yalnız burada bizzat tasavvuf değil, “kökü tasavvufa dayalı fikir” sözkonusudur. Zaten de başka türlü bir İslâmî tefekkür kurulamaz. İslâm tasavvufuna dayanmayan bir İslâm tefekkürü, formunu, ölçüsünü İslâm dışı verimlerden aramak zorunda kalır. Bu tür tefekkür girişimlerinin, gerek İslâm tarihinde, gerekse günümüzde çok örneği vardır.

 

Meselâ İslâm tefekkürünü, Aristo felsefesi temeline oturtmaya çalışan Farabî`lere, İbn-i Sinâ`lara, İbn-i Rüşd`lere bakın… Yine İslâm tefekkürünü felsefî mantık temeline oturtmaya çalışan Mutezileye ve onun ters yönde simetriği olup Sabiiliğe dayanan İhvan-ı Safa’ya veya eski İran hurafelerinden alan Batınî ekollere bakın… Günümüzde çeşitli Şiî, Selefî, hattâ Sünnî arayışlara bakın; bunlardan bir kısmı sosyalizmde, bir kısmı kapitalizmde, bir kısmı da ikisi arası bulanık düşüncelerde kendini ifadeye çalışır.

 

Oysa İmam-ı Gazalî, Muhiddin-i Arabî, İmam-ı Rabbanî çizgisi, hiçbir tereddüde yer bırakmayacak şekilde, İslâm tefekkürünün ancak ve ancak İslâm tasavvufu üzerine kurulabileceğini ve bundan başka da hiçbir temele dayanamayacağını isbatlamışlar, dahası bunun ilk öncüleri olmuşlardır. Bir dünya görüşü olarak Büyük Doğu’nun ruhçuluk prensibi, işte bu büyüklerin ortaya koyduğu tefekkür ölçülerine dayanır.

 

 

Diğer taraftan, Büyük Doğu ruhçuluğunun akrabâ olduğu bir başka kavram da idealizm’dir. Bununla ilgili bir analoji yapalım: Eski Yunan’da bir üçlü vardır: Demokrit materyalizmi, Aristo rasyonalizmi, Eflatun da idealizmi temsil eder. İşte Büyük Doğu ruhçuluğu, diğer ikisini dışarıda bırakıp, bu idealizme karşılık gelir. Yani o, maddeci görüşü ve akılcı görüşü, ruhçuluğun karşı kutbunda görür.

 

Bu anlamıyla Büyük Doğu ruhçuluğu, Batı tefekkürü ve genel olarak dünya tefekkürü içindeki bütün idealist görüşlerin de mirasçısı, muhasebecisi, bütünleyicisi ve yol göstericisidir. Berkeley‘den Alman idealizmine (sübjektif, objektif ve mutlak idealizm basamaklarıyla), şuradan buraya kadar hepsini sayabilirsiniz. İdealist görüş, ideaların, yani fikirler âleminin maddeye ve akla üstünlüğüne dayandığına göre, kökü İslâm tasavvufunda olan Büyük Doğu ruhçuluğunun at koşturacağı elverişli bir fikir yaylası sayılmalıdır.

 

Şu halde Büyük Doğu ruhçuluğuna “mistik idealist” denilebilir. Çünkü ruh, her şeyi içinden ve dışından kuşatan o esrar tabakasıdır. Ruh, maddenin veya aklın bir toplamı değildir. Ruh bütündür, madde ve akıl, onun belirli yönlerde, belirli sınırlar içinde birer pıhtılaşması, kendilik kazanması…

 

Akıl, ruhtan bir şubedir; fakat tavır olarak onun tam karşı kutbunu temsil eder. Bizim Selefîlerle anlaşamadığımız noktanın başında bu vardır. (…) Aslında yıllardır, belki 20 yıldır konuşuyorum. Fakat iki taraf açısından da olumlu sonuçlanan hiçbir tartışma hatırlamıyorum. Çünkü onlar her şeyi kendi akıllarıyla ve kendi akıllarına uydurarak yapmak istiyorlar. Halbuki bu metod, İslâm tefekkürü içinde başından beri reddedilmiştir. Misâl, Muhiddin-i Arabî der:

 

– Akıl, hakikati sınırlandırarak tek bir prensibe bağlar. Halbuki hakikat, kendi üzerinde böyle bir sınırlandırmayı kabul etmez.

 

Öyle ya, nice hakikatler vardır ki, akıl onları izahta çaresiz kalır. Günlük hayatta bile nice hadiseler, mantığa sığmazlar. Çünkü herbirinin kendi ruhu vardır ve o ruha göre cereyan ederler. Öyleyse, Selefî metodla, Sünnet ve Cemaat Ehli büyüklerinin belirlediği ruhçu metod, birbiriyle bağdaşmaz. Yine bir tasavvuf büyüğü şöyle der:

 

– Bir kimse, ben Kur’an’ı aklımla tefsir ederim dese ve tefsiri de Beyzavî tefsirine eş olsa, küfürdedir.

 

Kezâ bu durum, Şia için de geçerlidir. Gerçi Şia, bu analojide ne idealist, ne materyalist, ne de rasyonalist tarafa oturur. Onun sınırlı bir dünyası ve bu dünya içinde kendine mahsus metodları vardır. İllâ analojiye sokmak gerekirse, onu Empedokles‘in “mistik materyalizm“ine benzetmek belki mümkün olur. Karakter olarak gerçekten de benzer; hem mistik, hem materyalist olmaktaki çelişkisiyle beraber… Fakat bu metod, Büyük Doğu ruhçuluğunun karşıtıdır. Ve bu tür ayrı metodların tartışması da, iki ayrı dili konuşan insanın anlaşma çabasına benzer; yani pek bir yol alınamaz…

 

Binaenaleyh Büyük Doğu ruhçuluğu, kökü İslâm tasavvufunda olan fikir hareketinin idealist karakteridir, ruha dayanmasıdır.

KEYFİYETÇİLİK ÜZERİNE

Bir dünya görüşü olarak Büyük Doğu’nun ikinci temel prensibi, keyfiyetçilik’tir. Buradaki keyfiyet “qualité – nitelik” anlamındadır. Yani kemmiyetin (quantité – nicelik) karşıtı… Yani günlük hayatta kullanılan “keyif” ve “keyfî” ile doğrudan bir ilgisi yok… O, çok’tan ziyade tek’in kanunları üstünde derinleşmek tutumu… Basit bir örnekle: Çokluk âleminde masalar değil de, zihnî anlamda “masa” üzerinde…

 

Felsefî anlamda keyfiyet, “eidos” ve “idea“dır. Bu anlamda kritisizm ve fenomenoloji ile akrabalığı vardır; çünkü bir fikrin, bir meselenin gürültüsü ve patırtısına değil, saf, halis, hakikî ve daimî özüne bakar.

 

Varoluşçuluk açısından keyfiyetçilik, dışyüzden onun benzeri, ama içyüz yönünden zıddıdır. “Varoluş özden önce gelir” düsturu karşısında, şu: Evet, doğrudur ama, varoluş özü tayin etmez, tarif eder; varoluş, olmayan bir özün belirlenişi değil, bilinmeyen özün varoluş yoluyla açığa çıkmasıdır. Buradaki öz’den kasıd, cevher, mahiyet ve keyfiyettir.

 

Ruhçuluğa nazaran keyfiyetçilik, hem onun zıddı, hem de bütünleyicisidir. Ruhçuluk tümdengelimse, keyfiyetçilik tümevarım… Ruhçuluk “iman” ise, keyfiyetçilik “tecrid – abstraction“dur. Biz, Allah’tan gelen her şeye tam iman halindeyiz; fakat kul yapısı her şeyden şübhe ederiz. Kendi fikirlerimizden ve kendimizden bile… Ta ki, şübhenin kendisinden de şübhe edinceye ve şübhe edilmez’e varıncaya kadar…  

 

Şu halde keyfiyetçilik, fikirde bir metod işidir. Zihnî inşâ dâvâsıdır. Ruhçuluğun nass’tan aldığını, keyfiyetçilik nass’a götürür. Ancak zihnî inşâ yoluyla varılan öze “nass” denmez, “hikmet” denir. Nasıl ki İslâmiyet önce bulmanın, sonra aramanın rejimidir; bilinen ve bulunan aranır. Önce teslimiyetin, imanın ve ondan sonra zihnî tecrid ve inşânın… Bu anlamıyla İslâm tefekkürü, felsefenin dışında kalır; hikemiyat’ın alanına girer. Çünkü o, başıboş arayışa değil, nass’a dayanır ve düşüncesinin gücünü oradan alır…

 

Tam da bu noktada Büyük Doğu keyfiyetçiliğinin siyasî anlamı kendini gösterir. O, çoğunluğun tayin ettiği bir hakikate inanmaz, çoğunluğa takdim edilen bir hakikate inanır. Açıkçası Büyük Doğu keyfiyetçiliği, içi boş bireyler kalabalığının belirleyeceği bir iktidara değil, mümtaz şahsiyetler topluluğunun iktidarına inanır. Demokratik değil, aristokratiktir. Onun aristokratlığı ne soyun, ne zenginliğin, ne silah gücünün değil, yalnız ve ancak fikrin üstünlüğüne dayanır.

 

Selefîlerin yaptığı yanlışlardan biri budur. Burada onları sık sık dine çeşitli itirazlar içinde görürüz. Hattâ ben bazen kızarım, “yine dinsiz ile mezhebsiz kolkola” gibi laflar ederim. Bu böyle görünür. Selefîlerin metodu, dinsizlerin İslâma bakış metodlarıyla aynıdır. Onlar sık sık geliyorlar bana ve sorular soruyorlar. Ben onlara işte “Muhiddin-i Arabî şöyle demiştir, İmam-ı Gazalî böyle demiştir” diyorum… Sen onlara değil, Kur’an’a bak diyorlar.

 

Şimdi eğlence aramıyorsanız, söyleyeyim: Siz hikmeti nass’ın karşısına koyuyorsunuz. Hikmet nass’ın karşısında değil, içindedir, onun içinden çıkmıştır ve onun özüne dair bir şeyi gösterir. Muhiddin-i Arabî Kur’an’a karşı düşünceler mi ileri sürmüş, yoksa onda olanda herkesin görmediğini mi göstermiş?.. Burada yalnız bir demogoji var: Sözkonusu tartışma Muhiddin-i Arabî ile Kur’an arasında değil, seninle Muhiddin-i Arabî arasında… Kur’an karşısında sen de bir düşünce ortaya koyuyorsun, o da… Hanginiz daha iyisiniz acaba?

 

Şaka bir yana, eğer Selefîlerin dediği gibi, herkes Kur’an’a bakıp hüküm çıkarabilecek olsaydı, o zaman herkesin yaptığı “sünnet”, söylediği de “hadis” olurdu. Halbuki Peygamber bir tanedir. Kur’an’ın ilk muhatabı odur; “mutlak muhatab anlayış“ı o temsil eder. Ve ondan sonra izafet, izafet, izafetin izafeti, anlayış gölgelene gölgelene gelir.

 

Bu yönüyle bakarsanız, gerek Büyük Doğu fikriyatının, gerekse Büyük Doğu keyfiyetçilik ölçüsünün İslâmı “ana kaynak” kabul etmek dışında, hiçbir noktadan uygunsuzluğu ve saygısızlığı yoktur. Büyük Doğu, nass değildir, içtihad değildir, mezheb değildir, ötesi bir tarikat de değildir. Büyük Doğu bir fikir hareketidir ki, İslâmı olduğu gibi alıp, onunla dünyaya ve çağa bakmanın, fikirleri ve hareketleri muhasebe etmenin, onunla eşya ve hadiseye hâkim olmanın metodunu gösterir.

 

İşin açıkçası, bundan dolayı dezavantajlıdır da… Çünkü Selefînin meselesi din iledir, Büyük Doğu’nun ise dünya ile; bir Selefî oturup kalkıp dinî meseleler üzerinde konuşuken, dışarıdan bakan birisine sanki dinî bir şey yapıyormuş izlenimi verir. Halbuki bunların çoğuna itiraz etmek ve değiştirmek için konuşur. Büyük Doğucu ise genellikle fikirden, sanattan, edebiyattan, siyasetten söz eder; ona bakan da sanki din ile alâkası yokmuş gibi zanneder. Bu, Büyük Doğu’nun yolların en zoru ve en pahalısı olmasının yanında, en başından beri içinde bulunduğu dezavantajdır.

 

Fakat “kalite”nin öz dezavantajıdır bu ve ondan şikâyet etmek değil, onu kemmiyete doğru açmayı ve yaymayı başarmak gerekir. Burada Büyük Doğu keyfiyetçiliğinin sosyal planındaki izdüşmünü de görürüz: Sosyal planda keyfiyetçilik, mükemmeliyetçilik’e eşittir. Ucuzcu, dampingçi, sahteci, popülist, yanaşmacı her türlü kemmiyet sahteliğine karşı oluştur. O yüzden bir Büyük Doğucu, sıradanlığa meyletmeyi ve sürüden biri olmayı dâvâsına ihanet bilir: O, her alanda en iyi olmak borcu ve bu borcun daimî kamçısı altındadır.

 

O halde Büyük Doğu keyfiyetçiliği, tek kelimeyle, her şart altında idealizmi popülizme tercih etmektir; hakikati hatırlardan üstün görmektir; daima hakikat ve iman yolunda olmaktır. 

ŞAHSİYETÇİLİK ÜZERİNE

Bir dünya görüşü olarak Büyük Doğu’nun üçüncü temel prensibi, “şahsiyetçilik“tir. Bu prensip, ilk ikisi kadar fikrî yönü ağır basar görünmezse de, keyfiyetçilik’in siyasî ve içtimaî alanda tamamlayıcısı kabul edilebilir. Nasıl ki, keyfiyet, kemmiyetin karşıtıdır, şahsiyet de avamın, yığının, güruhun karşıtıdır.

 

Batı felsefesinde şahsiyetçilik karşılığı olarak personalizm felsefesi vardır. Bu her ne kadar yeterince gelişmemiş bir felsefe ise de, Doğu’daki “insan-ı kâmil” ve Batı’daki “üstün insan” ve “büyük adam” anlayışlarıyla örtüşen yerleri açıktır. Yalnız burada uyarmak durumundayım: “Personel” kelimesi, her kullanıldığı yerde “şahsiyet” karşılığını vermez. Aynı şekilde, bu kelime ile iştikaklı olan psikanalizdeki “persona” kavramının da burada sadece dolaylı bir yeri olabilir. Kelimelerin gelişinden gidişinden sahte mânâlar doğmaması için, bu uyarıyı yapayım.

 

Büyük Doğu şahsiyetçiliği, bir toplumu hakikat karşısında temsil hakkının, o toplum içinden “yetişmiş” ve “seçkinleşmiş” şahsiyetlerde olduğu görüşündedir. Hakikat karşısında yığının üyelerinin eşitliği olduğunu düşünmez. Bu anlamıyla halkçılığı dışarıda bırakır; kezâ demokratik değildir. Hakikat, aydınların gözetimindedir. Bir hakikati bir kişi bulur, milyonlara tasdik ettirir. Dolayısiyle Büyük Doğu toplumunda, bir profesörle bir keçi çobanının hakikat karşısında rey hakkı eşit değildir.

 

Büyük Doğu şahsiyetçiliği, işin açıkçası, köklü bir demokrasi eleştirisini de ihtivâ eder. Halkın halk tarafından yönetilmesinden bahsetmenin daima boş bir gevezelik olduğunu bilir. (Tesbit, Rousseau‘ya aid.) Demokrasi iki yönüyle, hakikat kavgasının karşıtıdır. Birincisi, “şahsiyet”i yok etmesi, sürü duygusuna ve sürü ahlâkına vücud vermesidir. Şahsiyet’in yok olması, insanın yok olması, onun yerini bir hilkat garibesinin alması demektir. İkinci olaraksa demokrasi, ta en başından beri, emperyalizmin paravanası görevi görür. Modern emperyalizm, en güzel “demokrasi” adı altında yaşar. Emperyalizm nereye girmek isterse oraya demokrasi götürür.

 

Yalnız burada bir yanlış anlamayı daha düzeltmek gerekiyor: Demokrasi eleştirisi, karşısında diktatörlük, tiranlık, kraliyet, saltanat veya faşizm türü anlayışlara sarılmayı gerektirmez. Nasıl ki İslâmiyetin kapitalizme tabii bir eleştirisi vardır, ama sosyalizme varmaz. Tıpkı bunun gibi, demokrasi eleştirisinden de Büyük Doğu adına çıkacak sonuç bu değildir. Asında bu durum, modern dünyanın bir açmazıdır. Amerikan emperyalizmine karşı durabilmek adına bulunabilen tek çözüm, sosyalist, milliyetçi, İslâmcı veya fikirsiz ferdî diktatörlüklerdir. Bu da, bir süre sonra, karşı olduğunu desteklemeye başlar.

 

Burada geçmiş İslâm pratiğinin getirdiği çözüm, fikir ve inanç özgürlüklerini hukukun kefaleti altına almak, ama soysuzlaşma özgürlüğüne göz açtırmamaktır. Gerçekten de meselâ bir Osmanlı devletindeki (aslında bütün İslâm devletlerindeki) farklı inanç ve kültürlerin bir arada barış içinde yaşaması olgusu, bugünün en ileri demokrasilerinde olduğundan fazladır. Bugün görüyoruz ki, Batı’da demokrasi ilerledikçe yabancı düşmanlığı da ilerliyor. Demokrasi ilerledikçe “asimilasyon – kendine benzetme” ihtiyacı da ilerliyor. Bu ilerleme bir gerilemeyi içinde taşır.

 

Fakat demokrasinin diğer tarafında, yani insan soyunu alçalmaya ve soysuzlaştırmaya tanıdığı geniş özgürlük alanında onunla yarışabilmeye ne imkân var, ne de de ihtiyaç… Zaten demokrasinin bu özgürlüğünün sonucu, hakikatleri ve şahsiyetleri yok etmek; bütün bir toplumu, birbirine benzer tiplerden oluşan bir güruh halinde, birbirine benzer küçük davranışlar içinde hapsetmek… Demokrasilerde bakın; farklı olan her şey, şivelere varıncaya kadar, nasıl büyük bir süratle yok edilir ve her şey tek tipleştirmeye çalışılır.

 

Demek ki, demokrasinin özgürlük vaadlerinden bir kısmı gerçekten özgürlük, ama diğer bir kısmı büyük bir esaret ve soysuzlaştırmanın, körleştirmenin maskesidir. Bu türden bir alçalmaya yol vermemek ve buna yol vermezken, karşılığında bir faniyi putlaştırmaya, onun adına diktatörlüğe ve faşizme de fırsat tanımamak gerekir. Büyük Doğu şahsiyetçiliğinin bu alanda getirdiği çözüm eşsizdir ve hemen söyleyeyim ki, bu çözüm, İslâmın idare ruhuna en uygun çözümdür.

 

Şunu da ilâve edelim ki, Büyük Doğu şahsiyetçiliği, her ne kadar popülizmin tam karşıtı ise de, halkın değersizleştirilmesi, onlar üzerinde kendilerine şahsiyet veya aydın denilen birtakım kabadayı tiplerin dolaştırılması demek değildir. Tam aksine “halkın sesi Hakk’ın sesidir” ölçüsüne göre, Büyük Doğu şahsiyetçiliği, en ileri halkçılığı ve halk sevgisini içinde taşır. O kadar ki, hiçbir demokrasi uygulamasında devlet reisinin karşısına çıkıp eleştirmezken, bu alanda Büyük Doğu “devlet reisine alkış kadar yuha da her vatandaşın hakkıdır” demiştir.

 

Ancak bu ölçü içinde şahsiyetçiliktir ki, temsil hakkı ve liyakatinin kimde olduğuna bakar. “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” mukaddes ölçüsüne bakar; bilenlerin bilmeyenlere üstünlüğüne dayanır.

AHLÂKÇILIK ÜZERİNE

Bir dünya görüşü olarak Büyük Doğu’nun dördüncü temel prensibi, ahlâkçılık’tır. Büyük Doğu, ahlâkçı bir dünya görüşüdür. Bu anlamıyla, insanı hayvanlaşmaya döndürmek isteyen natüralizmin karşıtıdır. Ahlâk, insanın özüdür, ruhun merkezî fakültesidir, insan olmak ahlâk ile mümkündür. Her şey ahlâk ile mümkündür; din bile…

 

Şimdi aklıma (…) yaptığım eski bir tartışma geliyor. Ben “ahlâkı olmayanın dini olmaz” diye bir laf etmiştim. O zaman karşımda olan kimse de, “böyle bir âyet mi var, hadis mi var, onu da nereden çıkarıyorsun?” demişti. Tabiî günümüzde bunlar birbirinden ayrıldı. Kişi hem güya dindar, hem ahlâksız olabiliyor. Çok örnek var piyasada böyle… Ama siz yine de “suimisâl emsâl teşkil etmez” vecizesini unutmayınız: Ahlâksız kimsenin dindarlığına inanmayınız.

 

Büyük Doğu ahlâkçılığı, İslâm ahlâkından gelir. İslâm ahlâkının pensipleri bellidir. İslâm ahlâkının temel çivisi de şudur: “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanınız!” Bir hadiste yine “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim” buyurulmuştur. Güzel ahlâk, her nerede olursa olsun, İslâmın malıdır.

 

Doğrudan doğruya Büyük Doğu Mimarı‘ndan dinleyelim onu;

 

* “Kimin malını aldımsa, işte malım, gelsin alsın; kimin sırtına vurdumsa, işte sırtım, gelsin vursun!” diyen Allah Sevgilisinin ahlâkı…

 

* Çölde, devesine, kölesiyle nöbetleşe binen Reisler Reisinin ahlâkı…

 

* Sokakta, zinâ halinde gördüğü bir çift insanın üstüne cübbesini yayıp “Yarabbi, ne yazık, gizlenecek yerleri de yok” diyen mezheb kurucusunun ahlâkı…

 

* Söz verdiği yerde günlerce dostunu bekledikten sonra, ona zımnen yalancılık isnat etmemek için günlerce yerinden kıpırdamayan Velâyet Büyüğünün ahlâkı…

 

* “Bulunca şükrederiz, bulamayınca sabrederiz” sözüne, “Horasan’ın köpekleri de böyle yapar; bulunca dağıt, bulamayınca şükret!” karşılığını veren Vecd Büyüğünün ahlâkı…

 

* Şeyhinin ocağına, tam 40 yıl, cetvel tahtası gibi dümdüz odunlar taşıyarak tam 40 yıl sonra beliren “dağda hiç eğri odun yok mu” dikkatine, “senin kapından eğrilik geçemez” cevabını bastıran ulvî dervişin ahlâkı…

 

* Ayyaş padişahın gösterdiği camiye bakıp, “güzel, güzel amma, yanında bir meyhane eksik” cinasını yapıştıran muhteşem Hâkimin ahlâkı…

 

* Atının ayağı çamura batınca, üstünü başını bulayan âlime dönerek “bu çamurlu elbiseleri öldüğümüz zaman sandukamıza örtsünler; ulema ayağından sıçrayan çamur şerefimizdir!” tavrını takınan örnek Sultanın ahlâkı…

 

* Ahdine hain düşman kralının kesik başını, mızrağının ucunda, “işte verdiği sözü tutmayan başın âkıbeti” diye gezdiren fâtih Yeniçerinin ahlâkı…

 

…..

 

Vesaire… Büyük Doğu ahlâkçılığı bir yönüyle herkesin anlayacağı kadar basit, diğer yönüyle de gittikçe derinleşen, derinleşen, edebten hayâya, vecdden takvâya kadar inceliklere ve nihayet Allah’a vardıran büyük bir dâvâdır. O yüzden söz bulanmasın diye altını çizelim:

 

– Mücadele ahlâkı, kahramanlık ahlâkı, büyüklük ahlâkı!..

MİLLİYETÇİLİK ÜZERİNE

Bir dünya görüşü olarak Büyük Doğu’nun beşinci temel prensibi milliyetçilik’tir. Belki de en karışık olanı… Aslında karışık olması, Büyük Doğu milliyetçiliğinin açık ve net olmamasından değil, “milliyetçilik” kavramı hakkındaki zihin haritamızın karman çorman olmasındandır. Büyük Doğu milliyetçiliği geriye doğru değil ileriye doğru, aşağıya doğru değil yukarıya doğrudur.

 

Türkiye’de milliyetçilik denince ilk anlaşılan şey, “rejimi koruma ve kollama görevi”dir. Bu, kavramın istismarıdır. Tıpkı sosyalistlerin devletçi ekonomi görüşünü “toplumculuk” diye satmaları gibi, bizim milliyetçi çevreler de “rejimperest” siyasî tutumu milliyetçilik diye sunarlar. Bu bir istismardır ve Büyük Doğu milliyetçiliğinde yeri yoktur. Büyük Doğu milliyetçiliği, tam aksine ihtilâlci karakterdedir.

 

İkincisi, Türkiye’de milliyetçilik, daha çok “içe doğru” görev ifâ eder. Onun dışa karşı bir sorumluluğu yok gibidir. Kültür emperyalizmi ile, siyasî emperyalizm ile problemi olan bir milliyetçi akım görmüyoruz bugün. Bunları başkaları problem ediyor, milliyetçiler de problem edenleri problem ediyor, onları hizâya getirmeye çalışıyor. Halbuki “Türk’e Türk propagandası” şeklinde bir milliyetçilik, milliyetçiliğin istismarıdır. Büyük Doğu milliyetçiliği tam aksine, özellikle dışa karşı milliyetçidir.

 

Üçüncüsü, Türkiye’de milliyetçilik, “asimilasyonculuk” olarak anlaşılıyor. Türk olmayanları Türkleştirme ve onları “ne mutlu Türk’üm diyene” demeye zorlama olarak… Büyük Doğu milliyetçiliği bunu da reddeder. Etnisite olarak kendini kim ne hissediyorsa odur; ana dilini ve etnik kültürünü savunma ve yaşatma hakkına sahibtir.

 

……….

 

Teknik bir analizle, Türkiye’de yaşayan Türkler iki kategoride toplanabilir: Kökten Türkler, Türkleşmiş olanlar… Türkleşmiş olanlar denince; çeşitli Anadolu halklarının bakiyesi, Kafkasya ve Balkanlar’dan, Kürdler’den ve diğer Ortadoğu kavimlerinden Türklere karışıp Türkleşmiş olanlar… Bunlar, toplum hayatında net çizgilerle birbirinden ayrılmadıkları, ayrıca birçok defa da kendi aralarında karışmış oldukları gibi, Büyük Doğu milliyetçilik ölçüsüne göre de birbirinden ayrılmazlar: Çünkü o geriye, kökene doğru değil, ileriye, ideale doğrudur. O halde kendini Türk bilen Türk, Kürd bilen Kürd, diğer unsurlardan bilen diğer unsurlardandır.

 

Milliyetçilik konusundaki karışıklık, tamamen dinî bir kavram olan “millet” kelimesinin “nation” karşılığı kullanılmasıyla başlamıştır. Bunu Nâmık Kemal ve çağdaşları yaptılar. Daha sonraki Jöntürk nesilleri – öztürkçe “budun” dururken- Moğolca “ulus” kelimesini aynı anlamda alınca, kargaşa ikiye katlandı. Bugün Türkiye’de, belki de dünyanın hiçbir ülkesinde olmayan bir milliyet ve milliyetçilik kaosu yaşanıyor: Milliyetçiler ayrı, Ulusalcılar ayrı, hattâ altını kurcaladığın zaman daha farklı kategoriler de çıkıyor.

 

Aslında “nation” da çok belirli bir kavram değildir. Başlangıçta, imparatorlukları parçalamak, küçük devletler haline getirmek için ortaya atılmıştır. “Nation“, eğer yanılmıyorsam, etimolojisinde “aynı anadan doğanlar” demektir. Bundan dolayı da “millet“in değil, “ümmet“in karşılığıdır. Nation “naître – doğum“dan, ümmet ise “umm-anne“den gelen aynı anlama sahib kavramlardır. Gerçi eskiden “millet” ile “ümmet” de yakındı; daire ile çember gibi aynı şeyin iki farklı nitelemesiydi. Teknik olarak ise millet, “aynı dine ve kültüre mensub olanlar”, ümmet de “aynı Peygamberin inanmışları” demektir.

 

Sınırları belirsiz “nation” kavramı “millet” diye Türkiye’ye taşınmadan önce, her Türk evlâdı kendini şöyle bilirdi:

 

– Adem Peygamberin zürriyetindenim, İbrahim Peygamberin “millet”indenim, Resulullah’ın ümmetindenim!

 

İşte ileriye ve yukarıya doğru -ideal- milliyetçilik!

 

…….

 

Her neyse, amacımız kavramların tarihini çıkarmak değil, Büyük Doğu milliyetçiliğini anlatmak… Bunun için bu basit kavram aydınlatmasından sonra, sayın Tayyip Erdoğan‘ın keremli sözlerinden birini hatırlayalım:

 

– Etnik milliyetçiliğe de karşıyız, bölgesel milliyetçiliğe de karşıyız, dinsel milliyetçiliğe de karşıyız!

 

Başbakan olduğu ilk günlerde söylediği bu sözü, sonra da fırsat buldukça tekrar etti. Bilindiği gibi biz burada dekoder işlevi de görüyoruz: Bahsigeçen etnik milliyetten kasıd “Türk milliyetçiliği”, bölgesel milliyetçilikten kasıd “Kürt milliyetçiliği”, dinsel milliyetçilikten kasıt da “İslâm milliyetçiliği”dir. Belki Türkiye’de çok kimse “dinsel milliyetçilik” kavramını o zaman ilk defa duyuyorlardı ama, sayın Başkanımız bu sözüyle Batı dünyasına vermek istediği mesajını veriyor ve ne demek istediğini de bütün Büyük Doğucular gayet iyi anlıyordu.

 

Evet, Başkanımız, burada milliyetçilik kavramını tam da olması gerektiği gibi, tam da Büyük Doğu’dan öğrendiği gibi, ama tamamen Büyük Doğu’nun muradına aykırı bir yolda kullanmıştır. Gerçi ülkemizde herkes milliyetçilik deyince “kavmiyetçilik”i anlıyor ama, milliyetçilik sadece kavim uğrunda olmaz: Bazıları Malatya milliyetçisi, bazıları Alevi milliyetçisi, bazıları Kürd milliyetçisi, bazıları Türk milliyetçisi olabildiği gibi, bazıları din milliyetçisi de olabilir. Bütün bunlara karşıysanız, ben de size şunu sorarım:

 

– Peki sen nesin, kozmopolitan mı?

 

Aslında bu soru, nidüğü belirsiz olan Batılı “nation” kavramına da itirazdır. Batılı nation‘a göre, Fransız’ın nasyonalist olmaya hakkı var, ama bir Korsikalı’nın, bir Breton’un yoktur. Bir İngiliz’in “ulus devlet” kurmaya hakkı var, ama bir İskoç’un, bir Galli’nin –pratikte diyelim- yoktur. İşin açıkçası, bu hiç de hakça bir fikir değildir; kuvvet ve fiilî duruma göre uyarına getirilmiş bir fikirdir. Nitekim bugün Amerikalılar ve pek çoğu “nation” kelimesini hemen hemen “public – cumhur” anlamında kullanıyorlar.

 

O yüzden Büyük Doğu milliyetçiliği bunu reddeder ve içiçe halkalar halinde, “milliyet” kavramıyla kasdedilen hemen her şeyi kapsar. Büyük Doğu milliyetçiliği nedir? Çok basit söyleyeyim: Sayın Başkanımızın “karşıyız” dediği her şeyi kapsayan bir şey!..

 

Şu halde Büyük Doğu milliyetçiliğinin karşı olduğu en önemli şey, dinsiz ve milliyetsiz bir dünya hayali, yani kozmopolitizm’dir. O, prensip olarak, ister mikro seviyede olsun, ister makro seviyede, her türlü “millet” ve “milliyet” fikrine açıktır. Fakat onun idealize ettiği milliyetçilik, prensip olarak kabul ettiği bu tür milliyetçilikler değil, asıl İslâm milliyetçiliği / Ümmetçilik olduğuna göre, o tüm bunları muhtevâsına göre değerlendirir: Eğer bir milliyet fikri, “ümmet” idealine doğru ise, bu türlü milliyetçiliğe evet; ama bir milliyetçilik, “ümmet” idealine doğru değil ve hele ona ters yönde ise, “hayır”!..

 

Öyleyse o, Türk milliyetçiliğini “müslüman Türk milliyetçiliği” ve “müslüman olmayan Türk milliyetçiliği” diye değerlendirir. Kezâ Kürd milliyetçiliğini “İslam idealine -yukarıya- doğru” ve “faşizm veya kozmopolitizm seviyesine -aşağıya- doğru” diye ikiye ayırır; birincisine sempatiyle, ikincisine antipatiyle bakar. Çerkes milliyetçiliğini, Arnavud milliyetçiliğini, Malatya milliyetçiliğini, her şeyi koyabilirsiniz buraya… Büyük Doğu milliyetçiliği, İslâm muhtevası taşımayan ve “ümmet” idealine doğru olmayan hiçbir milliyetçiliğe kıymet vermez.

SERMAYE VE MÜLKİYETTE TEDBİRCİLİK ÜZERİNE

Bir dünya görüşü olarak Büyük Doğu’nun altıncı temel prensibi Sermaye ve Mülkiyette Tedbircilik’tir. Bu prensip, Salih Mirzabeyoğlu tarafından şu şekilde şerhedilmiş ve formüle bağlanmıştır: Ferdî Mülkiyet Hakkına Bağlı Cemiyet Sermayedarlığı!

 

Büyük Doğu dünya görüşünün diğer bütün ilkeleri gibi, Sermaye ve Mülkiyette Tedbircilik ilkesi de İslâmın ana örneğine dair uygulamalardan çıkarılmıştır. Bilindiği gibi İslâmiyette -kapitalizmin kadîm şekilleri olan- sermaye ve mal birikimi ve bunu yapanlar hakkında birçok kınayıcı âyet bulunmaktadır. Hadislerde de mal ve servetin birkaç elde toplanmaması, işçi hakları ve komşuluk hakları üzerine birçok uyarı bulunmaktadır.

 

İslâmın bu konudaki muradı, Asr-ı Saadet’teki uygulamalara bakılarak anlaşılabilir. İlk müslümanlar arasında hürler, köleler ve azadlılar bulunduğu gibi, zenginler ve fakirler de bulunmaktaydı. Bunların arasında tam bir âhenk, kaynaşma ve dayanışma sağlanmıştır. Bunlar birbirlerinden kız almışlar, vermişler, birbirleriyle bütün varlıklarını paylaşmışlardır. Hattâ Medine’deki Ensar ve Muhacir kardeşlik hukuku o raddeye varmış ki, “Allah Resulü onları birbirine mirasçı yapacak sandık” denilmiştir.

 

İslâmiyetin savaştığı “Cahiliyye”, bir tür ticaret kapitalizmidir. İslâmiyet ona karşı, iktisadî alanda iki türlü reddiye ortaya koymuştur: Bunlardan birincisi, devlet eliyle yapılan düzenlemedir: Zekât şartı, faiz yasağı, beytülmâl adlı ortak kasa vs… İkincisi de doğrudan doğruya vicdanlara havale edilen, ama bu alanda da yüzde yüz işleyen serbest düzenlemedir: “İnfak”ın yüceltilmesi, fakirlere sahib çıkılmasının âdet haline getirilmesi ve hemen Medine’de ilk uygulamalarını gördüğümüz -orijinal- vakıf müessesesi…

 

Bundan dolayı, ilk müslümanlar arasında zengin olanların mal ve servetlerini İslâm ve cemiyet yararına elden çıkardıklarını, bu alanda yarıştıklarını ve bununla övündüklerini görüyoruz. Nitekim ahlâkçılık ilkesiyle ilgili konuşurken bu anlayışı bir velînin nasıl hatırlattığını da söylemiştik: Mal ve kazançta nasıl davranırsınız diye soruyor çevresindekilere… “İşte” diyorlar: “bulunca şükrederiz, bulamayınca sabrederiz.”  Yüzünü memnuniyetsizce buruşturuyor:

 

– Horasan’ın köpekleri de öyle yapar. Bulunca dağıtmak, bulamayınca şükretmek lazım…

 

Tabiî, Halife Osman döneminden başlayarak, bu anlayışın bulanmaya yüz tuttuğunu, yine Cahiliye devrindeki gibi mal ve servet biriktirme yoluna gidildiğini görüyoruz. Bunun karşısında Ebu Zer-i Gıfarî Hazretleri gibi, sahabenin önde gelenlerinden bir isim, halifenin huzuruna çıkıyor ve bu acı hâli tenkid ettikten sonra, ferdî mülkiyetin yasaklanmasını, mal ve servetlerin beytülmalde toplanmasını teklif ediyor. Hazret-i Osman da buna karşı şu cevabı veriyor:

 

– Ben Allah Resulü’nden görmediğim şeyi yapamam!

 

Şimdi bu nedir? Ebu Zer Hazretleri‘nin teklifi, bir tür komünizm teklifi sayılabilir. Ebu Zer Hazretleri bir sahabî olduğuna göre de, Ehl-i Sünnet prensiplerine göre, fikri “içtihad” rütbesindedir. Fakat Hazret-i Osman da aynı şekilde müçtehid sayılır ve onun cevabı daha kuşatıcıdır. Zirâ Hazret-i Osman, Allah Resulü‘nden gördüğü şekilde, devlet eliyle alınması gereken tedbirleri alıyor. Ama vicdanlara havale edilen ikinci kısma dokunamıyor. Gerçekten de Kâinatın Efendisi, vicdana tahakküm sınırını aşmayarak komünizm anlamına gelebilecek bu türlü bir uygulamaya gitmemişlerdir. Mülkiyeti devlet eliyle sınırlandırmışlar, ancak onu bütünüyle terketme noktasını vicdanlara havale etmişlerdir. Zorla el koyma yoluna gitmemişlerdir.

 

Öyleyse, İslâm iktisad görüşünün, kapitalizm olmadığı gibi, komünizm de olmadığı bellidir. Bu konuda tarih boyunca yapılan uygulamalarda da zaman zaman bunu görürüz. Osmanlı iktisadî yapısı üzerine yapılan araştırmalar son derece öğreticidir. Eski solcular, bu konuda ne kemalistler gibi, ne de günümüzdeki solcular gibi “pis zenci Osmanlı” mantığında olmadıkları için daha serinkanlı ve başarılı çalışmalar yapmışlardır. Ben teknik çalışmaları değil de, meselâ Kemal Tahir‘in, meselâ Hikmet Kıvılcımlı‘nın bu konudaki, hattâ siyasî alanda Ali Şeriatî‘nin Osmanlı’ya dair yazdıklarını örnek göstermek isterim. Bu anlayışın, gerek toprak düzeni, gerek iş ve ticaret ahlâkı olarak o zamanki dünyaya nasıl bir “devrim” getirdiğini oralarda görebilirsiniz.

 

Osmanlı’nın ilk ve orta dönemlerinde bugünkü anlamıyla kapitalist olabilmek, ancak yasadışı yollardan mümkün olabiliyordu. Bazı paşalar zorbalıkla, suistimâl yoluyla veya rüşvetle aşırı derecede zenginleşmişlerdir. Çandarlı Halil Paşa, Makbul İbrahim Paşa (Pargalı) bunun en tipik örnekleridir. Ve bunlar da devletin dikkatine takıldıkları ilk ânda, sadece kellelerini vermekle kalmamışlar, bütün mal varlıkları da istirdad edilerek hazineye havale edilmiştir. Devlet yapısı çürüdükçe, bu sistem her tarafından bozulmuştur. Taşrada ağalık ve eşkıyalık düzeni bir tür derebeyliğe dönüşmüş, şehirlerde Batılı aristokratlara benzer zümreler oluşmuştur.

 

Bunun karşısında kemalizmin devletçilik ilkesine bakabiliriz. Bu fikir, her şeyden önce kemalist bir fikir değil, kemalizmin mücbir sebeblerden sarıldığı İttihadçı bir fikirdir; sahibleri Parvus Efendi ile Ziya Gökalp‘tir. Kemalizm başlangıçta tam bir kapitalizm uygulamak istemiş, sonra toplumda yeterli sermaye olmadığı için bunu başaramayınca İttihadçıların devletçilik fikrini almış, en sonunda devletçi İnönü‘nün tasfiyesi ve liberal Bayar‘ın tayini ile yeniden kapitalizme dönmek istemiş, sonuçta ne onun, ne bunun hakkını verebilmiştir. Hasılı kemalist devletçilik bir “karma ekonomi” modelidir.

 

Büyük Doğu’nun Sermaye ve Mülkiyette Tedbircilik ilkesi ise, Osmanlı’nın çöküş dönemindeki ağalık, paşalık, eşkıyalık düzenini içermediği gibi, kemalist devletçiliğe de pek benzemez. Her şeyden önce ruh olarak benzemez: Çünkü onun temelinde ahlâkçılık vardır ve bütün iktisadî faaliyetine bu ilke hükmeder. İkincisi, devlet üretim araçları üzerinde bir yarı hâkim olarak değil, tam hâkim, tam bir düzenleyici olarak hâkim mevkiinde bulunur. Bununla da, ilk İslâm devletinin ruhuna sadık, ama iktisad ilminin bütün modern açılımlarında yürüyücü bir emek-sermaye ortaklığı’na, bir toplum sermayedarlığı’na yol açmayı hedefler.

 

O, her şeyden önce en hakça bir “nimet bölüşümü” ve şu mısralarda tasvir edilen ruhun tam tersidir:

 

“Allah’ın on pulunu bekleye dursun on kul;

 

Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.

 

Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa;“

CEMİYETÇİLİK ÜZERİNE

Bir dünya görüşü olarak Büyük Doğu’nun yedinci temel prensibi, Cemiyetçilik’tir. Yani, yanlış anlamazsanız, Büyük Doğu’nun “sosyalizm” ilkesi… Yanlış anlamayın diyorum, çünkü ideolojik anlamda sosyalist değildir Büyük Doğu; İslâmcıdır. Ama teknik olarak sosyalisttir. Zirâ Sünnet ve Cemaat Ehli yoluna dayanır. Bu yolun bir hususiyeti “ana örnek’e uygunluk”sa, diğer hususiyeti de “topluluk hakikati”dir, toplumculuktur. Nasıl ki hadîste buyurulur (mealen):

 

-“Allah’ın eli topluluk üzerindedir!“

 

Yalnız “cemaat – topluluk” denince bugünkü rastgele kalabalıkları anlamayalım. Salih Mirzabeyoğlu‘nun “Cemaat ve Aksiyon” konferansında, “cemaat” bir ruh işi olarak alınır ve şu örnek verilir: “Bir sinema kalabalığını oluşturan 100 kişiden herbiri tektir, bunlar sadece sayı olarak 100’dür. Halbuki 100 kişilik bir cemaatte bulunan herkes 100 kişidir”… İşte Büyük Doğu toplumculuğu bu ruha dayanır.

 

Bu ilkenin “şahsiyetçilik” ile karıştırılmaması ve tezad olarak görülmemesi gerekir. Şahsiyetçilik, anlattık, hakikat karşısında toplum içinde sivrilenlerin ve şahsiyet olanların temsil hakkına riayettir; “en iyilerin yönetimi” demektir. Büyük Doğu toplumculuğu “şahsiyetçilik – personalizm”in değil, “bireycilik – indüvidüalizm”in, daha açıkçası liberalizmin karşıtıdır. Bugünkü kavramlarıyla Soros’çuluğun, “açık toplum”culuğun, “turuncu devrim”ciliğin ve “BOP”çuluğun reddidir. Bu anlayışlarca oluşturulan tüketim toplumu ve keyfiyetsizliğin, başıboşluğun ve bu yolla sürüleşmenin dışarıda bırakılışıdır.

 

Bugünkü toplum yapımıza dikkat edin. Sadece adı toplumdur. Toplum değil, güruhtur. Herkes birbirine saygısız, herkes birbirine potansiyel düşman… Suç üretim merkezi olarak toplum… Yalnız bir şeye göz açtırılmaz; gençliğin hatâ yapmasına… Burada hatâ’yı tırnak içinde vereyim. Suç, olmazsa olmaz bir gereklilik, ama hatâ yapan genç affedilmezdir. Çünkü güruh, başta fikrin ve hakikatin düşmanıdır. Fikir ve hakikat için çekişmeye tahammülü yoktur onun. Değişiklik isteğine, düzen isteğine tahammülü yoktur. Güruh, yalnız ve başıboş kimseler topluluğudur. 

 

Güruh içinde herkes, güruhtan kurtulma dâvâsındadır. Başka ülkelere kaçmak bir çözümdür. Alkol ve uyuşturucu bir çözümdür. Ünlü olmak, zengin olmak, şarkıcı olmak, manken olmak, futbolcu olmak bir çözümdür. Bu takdirde güruhun baskısından biraz uzaklaşmış olursun… Pornografi ve seks düşkünlüğü bir çözümdür. Bugün güruh ahlâkına (!) giran gelen şeyler… İyi de başka çıkış yolu mu var? Senin gibi olmamak ve biraz kendini kurtulmuş hissedebilmek için bulabildiği her yolu kullanacak genç… Bu, kaçınılmaz olarak böyle ve mademki tek yol bu, gidebildiği yere kadar gidecek… Sen bir müslüman olarak böyle yapma ama, bunu ne bir öğütle, ne bir yasakla durduramayacağını da bil; mecburen, güruh içinde kaybolmaktansa kendini bir şekilde gerçekleştirmek istiyor genç.

 

Şimdi dikkat edin, bu bir cemaat değildir. Cemaatte karşılıklı haklar ve sorumluluklar olur. Cemaatte bir kişinin canı yanarsa, herkesin canı yanar. Halbuki burada bir kişinin canı yanarsa diğeri gülüyor veya haberi bile olmuyor. Ve canı yanan, iki türlü çözüm buluyor: Ya acıyı duymamaya doğru bir düşüş veya intikam… Buna nazaran bakın, bugünkü toplumda işlenen hiçbir suç, yüzde yüz suçlunun suçu değildir; -bence- yüzde 50’den daha fazla oranda güruhun suçudur; ve onun üzerindeki sosyoekonomik, kültürel – ahlâkî yapının… Halbuki suçlu tek başına cezalandırılıyor ve güruh, yeni suçlular üretmeye devam ediyor.

 

Sosyoekonomik, kültürel – ahlâkî yapı dediğimiz şey de bu güruhun bir yansımasıdır. Nedir onun adı? Meselâ muhafazakâr demokrasi… Veya kemalizm üstü muhafazakâr demokrasi… Veyahutta “emperyalizmle kemalizm arası biraz Türklük, biraz müslümanlık“… Bir tarih muhasebesi içinde uzatılabilir, çeşitlendirilebilir, bu kaotik toplum, bu değerler kargaşası çeşitli yönleriyle tahlil edilebilir.

 

Bu yapı içindeki birey ise, bu yapının kendisinden beklediği davranış kalıblarından birine ister istemez uyacaktır. Dindar olup camie gidebilir, dinsiz olup meyhaneye gidebilir, hem dine inanıp hem meyhaneye gidebilir. Bir şeyler, bir şeyler olabilir… Ama ne yapıyorsa yapsın, güruhun gerektirdiğini yapıyordur. Sen ona çıkıp da neden hırsızlık yapıyorsun, neden zinâ ediyorsun, çok günah diyebilir misin? Ya o sana şöyle derse:

 

Bu güruh içinde “huzurlu” olmaktan daha büyük günah mı olur?

 

Öyle ya, herkes güruhun kendisine verdiği cinneti bir şekilde teskin etmenin yolunu arıyor. “İşte bu yapı İslâm”dır veya “işte bu yapı İslâma yakındır” demekten daha büyük bir saçmalık olabilir mi? Ee, madem öyle niye kabuğunu çatlatan inanmaya değil de inanmamaya doğru gidiyor?.. O kadar mantıklı şeyler anlatıyorsun, ibretli hikâyeler veriyorsun, evrim teorisini saatte üç defa çürütüyorsun, polise dikilen öğrencilerle kafa buluyorsun… Ama bir şey eksik değil mi: Her şeye rağmen inandıramıyorsun! Çünkü sen bu güruhun içinden konuşuyorsun, ne desen bunun sesi; İslâm dediğin de güruhun inancı. Halbuki genç, güruhtan kaçmanın dâvâsında… İbreti önce kendin alman gerekmez mi: İslâm inkılâbı olmadan İslâm olmayacağının bundan daha iyi bir delili olabilir mi?

 

….

 

“Cemiyet, ah cemiyet, yok edilen ruhiyle;

 

Ve cemiyet, cemiyet, yok eden güruhiyle…”

 

Şimdi bu manzumede görülecek şey; cemiyetçiliğin bir ruh işi olduğudur. Bu ruhun olmadığı yerde de güruh işine döndüğüdür. Güruh ise, ferdin en büyük düşmanıdır. Güruh içinde ferd olarak mutlu olabilmenin imkânı yoktur; mutlaka güruhtan kaçarak mutlu olunabilir. Kaçamadığın veya kaçış yolu bulamadığın hâl ise, mevcud cinnet ve buhran tabloları… Güruh, ferdi giderek yalnızlaştırır; geniş aileden çekirdek aileye, oradan yalnız yaşamaya varan süreç bunun sadece bir göstergesidir. Kalabalığın içinde yalnızdır ferd; iki kişinin anlaşabilmesi bile mucize sayılır. Halbuki hakikî bir cemiyet içinde, ferdin mutlu olmamasının bir sebebi yoktur. Çünkü o cemiyet o ferdi mutluluğa götüren kapıları kendisi açar. 

 

Cemiyet dâvâsında örnek, “sahabe” hakikatidir. Ne Şiiler, ne Selefîler bunu anlamazlar. Sahabe, Allah Sevgilisi‘nde toplu mânânın, herbir sahabîde, o sahabînin mizaç hususiyetleri ve manevî rütbesine göre yansımasıdır; toplu bir mânânın açılımıdır. İbda Diyalektiği’nde buna “topluluk hakikati” denir ve büyük bir titizlikle üzerinde durulur. Sahabîler, kendiliklerinden mânâ değildirler; Allah Sevgilisi‘nde toplu mânânın kendi mertebelerinde açılımlarıdırlar. Sahabe kuru bir laf değil, bir keyfiyet işidir. Bu yüzden onlara küfür isnad edilemez. Onlar, birbirlerine karşı geldikleri noktada bile, birbirini bütünleyici, bir gizli hakikati ortaya çıkarıcıdırlar.

 

İşte Büyük Doğu cemiyetçiliğinin ideali budur. Orada her ferd, kendisi için olmaktan önce toplumu için olmanın duygusuna ermiş ve toplum içinde büyük bir dayanışma ruhu tesis edilmiştir. Sosyalizmin, mülkiyeti kaldırmaktaki amacı buydu. Bütün kavganın ve kötülüğün mülkiyette olduğu tesbitinden doğmuştur sosyalizm. Fakat sadece mülkiyeti kaldırmakla bencilliğin ortadan kalkmadığını ve diğergâmlığın gelişmediğini sosyalist pratik gösterir. Tuhaf ama, sosyalist toplumlarda insanlar, en az kapitalist toplumlarda olduğu kadar bencil ve bireyci olmuşlardır.

 

O yüzdendir ki, Büyük Doğu cemiyetçiliği, yolların en büyüğü ve en güzelidir.

NİZAMCILIK ÜZERİNE

Bir dünya görüşü olarak Büyük Doğu’nun sekizinci temel prensibi, Nizamcılık’tır. Burada geçen “nizam” kelimesi, en küçük işteki bir “disiplin”den, bütün faaliyetlerin kendisine dayanacağı “sistem şuuru”na ve genişliğine insan oluşlarının en büyüğü sayılan “devlet” fikrine kadar pek çok akrabâ kavramı kuşatır. Nizam, kendi başına bir oluş değil, bütün oluşların olmazsa olmazıdır. (Nizam deyince anlamayanlar ordre’dan takib etsin!)

 

Prensip olarak nizamcılık, anarşi’nin karşıtıdır. Buradaki anarşi’yi felsefe olarak anarşizm diye anlamayalım yalnız; kavram olarak anarşi… Kavram olarak anarşi, “kargaşalık, başıboşluk, düzen yokluğu” demektir. Batılılar bu kavramı, Yunanca arkhe’den getirmiş, onu olumsuzlayarak elde etmişler. Arkhe bizde masabaşı kelimelerinden “ilke” ile karşılandığı için, nizam ile alâkasını kurmakta biraz aklımız karışabilir. Ama doğrusu budur yani… Felsefe veya ideoloji olarak anarşizm ise, Büyük Doğu nizamcılığının karşıtı olmaktan ziyade, İbda Diyalektiği‘nin bir alternatifidir. Onun hoş yönleri vardır, haklı yönleri vardır ki, konuşmanın yeri burası değil…

 

Nizam, evvelâ sistem şuurdur. Eskiden İbda Yayınları, eserlerinin tanıtım ilânlarında sürekli şu dövizi kullanırdı: “Sistem şuuru ve sistemin şuuruyla“… Sistem şuuru; “nizam” her şeyden önce kafalarda olacak… Şimdi burada benim anlatmakta en zorlandığım konulardan biri de budur: Bir İslâmcı ideoloji, bir İslâmcı dünya görüşü niçin gerekli? Günümüz müslümanlarına bunu anlatmak, deveye hendek atlatmaktan zor. Ben bir 100 yıl boyunca bazı şeylerin sürekli biçimde tekrar edilmesinin sonuç alıcı olabileceğini düşünmeye başladım nihayet. Fakat bunun için nasıl anlatılacağını da çok iyi bilmek gerekir.

 

………..

 

Şimdi öncelikle bizim camiamızda birileri sürekli “ideoloji” kavramına saldırıyor. Yani herhangi bir ideolojiye değil, ideoloji kavramının kendisine… İdeoloji çok kötüymüş, ideolojisizlik çok iyiymiş… Artı; kul yapısıymış ideoloji, İlahî değilmiş… Diğer taraftan bir de İslâmiyeti sadece “İlahî tebliğ” olarak almak isteyen bir klik var ki, onlara zaten insan sözü geçmez. İnsan sözü etki etmeyecek kadar da ilkel bir yanılgı içindedirler zaten. Ben onlar haricindekilere söyleyeyim: İslâmiyet, İlahî tebliğ ve ona uygun insanî eserler manzumesidir. İlahî tebliğ insanadır, bu bir; ilahi tebliğin ilk uygulaması -sünnet- “insanî”dir; bu da iki… Sünnet de kul yapısıdır, mezheb de kul yapısıdır, tasavvuf da kul yapısıdır. Daha kötüsünü de söyleyeyim mi: Senin “bu kul yapısıdır” sözün de kul yapısıdır.

 

Böyle saçma bir “düşünce” olmaz. Böyle saçma bir “düşünce” ile bir kavrama karşı çıkılmaz. Ve dikkat ederseniz, burada “düşünce”den söz ediyorum. Yani “ide”den… “Düşünce” varsa, ya kendinden menkul düşüncedir, yahut “sistemli” düşüncedir. Kendinden menkul düşünce, her kendinden menkul düşünce ile tezad teşkil eder. Sistemli düşünce ise -adı ideolojidir- kendi içinde bir bütündür, ancak başka bir sistemle (ideolojiyle) tezad teşkil eder. Yani, bir mevzu hakkında ileri süreceğin bir düşünce ile, diğer bir mevzu hakkında ileri süreceğin bir düşünce arasında bir sistem bütünlüğü varsa, bir rastgelelik yoksa, bu en basit anlamıyla bir ideolojidir zaten.

 

Diğer taraftan: Eğer içinde bulunduğumuz çağda İslâmı eşya ve hadiselere tatbik etmekten söz edeceksen, o zaman o eşya ve hadiselerin öz ilmine, lisanına, mahiyetine bakacaksın; bunlardan haberdar olacaksın. İslâm eğer Mutlak Fikir’se -ki öyle-, bütün zaman ve mekâna şamilse -ki öyle-; o zaman eşya ve hadiseler içinde görünen her şeyin de İslâmî bir yorumu, İslâm gözüyle görülecek bir hikmeti, İslâm dairesinde bir hakikati vardır. Öyle değil mi? Ne derler: “İslâma aykırı hiçbir hakikat olamaz; çünkü hakikatler Allah’ın tecellisidir.”

 

Ama sen halinle bu sözü yalanlıyorsun. Diyorsun ki, “bütün hakikatler İslâma aykırıdır (cep telefonu ve otomobil hariç); bana fıkıh bilmek yeter…” Fıkıh bilmek sana, dinî işlerinde yeter. Ama sen İslâmı zamana hâkim kılmaktan söz ediyorsan, biyoloji bileceksin, psikoloji bileceksin, fizik bileceksin, edebiyat bileceksin, ekonomipolitik bileceksin… Ya bunları birbirine tezad ve rastgelelik içinde bileceksin, veya bir sistem bütünlüğü içinde İslâmî yönlerinden ele alarak bileceksin; veyahut da her şeye sırtını dönüp, namazını kılacaksın, orucunu tutacaksın, yeni çıkan Ford modelini taksitle satın alacaksın…

 

Üstad Necip Fazıl‘ın durup dururken, can sıkıntısıyla, lüks olsun diye ideoloji kurmadığını, aslında ne büyük bir İslâmî hizmet yaptığını müslümanlara anlatabilmek, işte bu kadar zor bir iş… Bu kadar şeyi anlamadıkları gibi, bir de utanmadan karşına fıkhı çıkarırlar. Bir kere fıkıh, “şerî hükümlerin zâhir olması” demektir ki, İlâhî tebliğe nazaran, “kul yapısı”dır; “dindeki gizliliklerin açık edilmesi” görevini gören, yine insan. Dâvâ sürekli bu surette gider zaten; sürekli, her adımda, her vesileyle dindeki (Kur’an’daki) gizliliklerin açık edilmesi… Büyük Doğu da bunun içindir!

 

…….

 

Aklıma Fransız İhtilâli’nden bir sahne geliyor. Fransız ihtilâlcileri “cumhuriyet” diyorlar, başka bir şey demiyorlar. Modern kimyanın kurucusu kabul edilen Lavoisier‘yi muhalif tavrı yüzünden giyotine verecekler. Lavoisier diyor: “İnsanlığı ilgilendiren çok önemli bir buluş üzerindeyim. Bana kısa bir süre verin. Çalışmamı tamamlayayım, ondan sonra asın!” Bu sözü, ünlü zulüm abidesi Jakoben hâkim Coffinhal‘e iletiyorlar. Hâkim, bütün bir zulüm tarihine geçen şu unutulmaz cevabı veriyor:

 

-“Cumhuriyetin âlimlere ihtiyacı yoktur!” (Verin giyotine haini!)

 

Şimdi buradaki cumhuriyet yerine “şeriat” sözünü koyun ve Büyük Doğu – İBDA dünya görüşüne karşı çıkarken kendi hâlinizi görün. Tıpkı bu jakobenler gibi; bilime, sanata, edebiyata, fikre ve kısaca bütün insanî verim şubelerine sırtını dönmüş bir İslâmcılık dâvâsı… Böyle bir şey olabilir mi? Böyle bir şeriatçılık olabilir mi? “İnsanî” olana sırtını dönmek hristiyan skolastiklerine mahsustur ve sizin dinciliğiniz de işte bu kadardır. Oysa İslâm “insanî” olana sırtını dönmez; onu içine alır, ona yer gösterir. 

 

Büyük Doğu nizamcılığı, bu yüzden ne “parti mücadelesi”, ne “şirket girişimi”, ne de herhangi bir “mahallî dindarlık” biçimidir. O doğrudan doğruya “İslâmî devlet ideali“dir. Çünkü İslâm devletsiz olmaz. İslâm devleti olmadan, İslâm birliği de olmaz, hiçbir şey olmaz. O yüzden Büyük Doğu – İBDA dâvâsı; işlerin en pahalısı, oyunların en tehlikelisi, dâvâların en yükseğidir. O yüzden bir söylenişte, iki söylenişte değil, en az 100 yıl tekrar edilişte anlaşılabilir. (1943’te başlandı söylenmeye, 70 yıl geçti, ancak şu kadar mesafe alındı. Bir 30 yıl daha geçerse, belki bir şeyler olur.)

 

Evet, Büyük Doğu nizamcılığının nihaî anlamı, “İslâmî devlet ideali“dir. Hiçbir müslüman yoktur ki, bu ideali kalbinde taşımadan, başkalarının dünyalarına köle biçimde, sadece şahsî ibadetlerini yaparak, müslümanlığının hakkını yerine getirebilsin… İslâm, sadece şahsî ibadetlerini yapmak değildir. İslâm her şeydir. Haydi aşk ile bir daha söyleyelim: İslâm her şeyi kuşatan şeydir. İşte bu yüzden Büyük Doğu – İBDA; nizam ve ideal; nizam ideali; ideal nizam!

MÜDAHALECİLİK ÜZERİNE

Bir dünya görüşü olarak Büyük Doğu’nun dokuzuncu ve son temel prensibi, müdahalecilik’tir. Müdahale, bir şeye dühul etmek, içine girmek anlamındadır. Büyük Doğu müdahaleciliğinin dühul edeceği, içine gireceği şey ise bizzat tarihtir, tarihin akışıdır. Büyük Doğu müdahaleciliği, insan emeğini, iradesini ve hamlesini esas alan bir anlayıştır.

 

Tarihî hadiselerde, ferdi aşan ve kuşatan bir cevher olduğu doğrudur. Fakat bu, tarihî hadiselerin insan iradesine pay bırakmadığı, ondan bütünüyle bağımsız olduğu anlamında değildir. Tarih, ekseriyetle ona müdahil olan en yüksek iradenin şeklini alır. Bu irade onu mutlak biçimde tayin etmez; ama ona büyük ölçüde yön verir. Şu hâlde insan emeği ve hamle gücü, tarih üzerinde yön verici, şekillendirici, ama mutlak olarak tayin etmeyici bir rol oynar.

 

İşte müdahalecilik, bu rolü esas alır. Onun üzerinde bir sebeb-sonuç kanununu, bir determinizmi kabul etmez. Bununla ters yönden aynı anlama gelecek, sözde dindar miskinliği, kaçkınlığı ve terminolojik kaderciliği de kabul etmez. Allah’ın insana verdiği “aksiyon” denilen hünerin tarihe müdahalesini ve tarihin kanallarını fikirle doldurmasını, ona fikirden bir suret vermesini kabul eder. Birazdan insanın aksiyon hüneriyle dolacak tarih kanalı, ister küçücük bir fiskeyi, ister gelmiş geçmiş en büyük inkılâbı taleb etsin…

 

Bir hadîste, haksızlığa karşı mücadelede üç merhaleden bahsedilir: Birinci derece, el’dir. İkinci derece dil. Üçüncü derece de kalb… Bunlardan övülmüş olanı, birinci derece, yani el ile müdahaledir. Bu, bizzat cihadtır. En hafifi ise kalble buğz etme… Bunu da yapmayanın imanı olmadığı söylenir.

 

İslâm’ın doğuşundan uzun yıllar sonra, el’e övgü, marksizmin kurucularından, özelikle Engels‘ten geldi. Engels, el’in sadece tarihi değil, tabiatı da değiştirme gücünde olduğunu söyler, hattâ insanın ortaya çıkışını, hayvanlığın (maymunluğun) geride bırakılışını el’e bağlar. Büyük Doğu müdahaleciliği oraya kadar gitmemekle birlikte, marksizmde el’in övgüsünü başka bir yönden eksik bulur. O da iradedir. Marksizmin kurucuları, bu değeri yerine koymamışlardır. Halbuki el emeği, tümden insan iradesinin müşahhas ifadesi ve yansımasıdır.      

 

Burada Marx‘a “din toplumların afyonudur” sözünü söyleten dindarâne miskinlik ve itaat tavrına da bir göz atalım. Gerçi bugün pek bu sözün geçerliliği yoktur; artık yeryüzünde hiçbir toplum dinle afyonlanmıyor. Yalnız, dinin tevekkül, kanaat, sabır mefhumlarının istismarından bir miskinlik ve kötüye itaat şeklinin doğmakta olduğu da reddedilemez. Bu da en yoğun şekilde, ruhban sınıfının halkın iradesine tahakkümü olarak Ortaçağ Avrupa’sında görülmüştür. “Din afyondur” sözünü de oraya aid doğru bir tesbit olarak sayabiliriz; daha fazla değil…

 

İslâm’da Kaderiyye denilen sapık mezheb… İslâm dışı çevreler, müslümanların kader itikadını genellikle bu zannederler; veya zannettirmek isterler. Halbuki İslâm’da kader, kadercilik olarak kötüledikleri bu hadiselere itaat tavrı değil, tam aksine Allah’tan başkasına ve O’nun hükmü dışında hiçbir şeye itaat etmeme tavrıdır. İnsan ne yaparsa yapsın, kaderi odur. “Kader, bir yapıp etme işi değil, inanç işidir” denilmiştir.

 

Bugün çok istismar edilen konulardan biri de duadır. Dua, kulun doğrudan doğruya Allah’a yakarışı ve din ve dünyaya aid meramını ondan dileyişidir. Bunun için hiçbir vasıta olmadığı gibi, hiçbir sınır da yoktur. Yani prensip olarak, dinli dinsiz, günahkâr günahsız, küçük büyük farkı olmadan Allah’tan herkes her şeyi isteyebilir. Fakat cehaletle İslâm bir arada olmayacağı gibi, duada da Sünnetullah’a aykırı bir beklenti içinde olunmaması doğru bir yaklaşım olur. Bir çoban, dağda koyunlarını güderken kral olmak için dua ederse, bu Sünnetullah’a aykırıdır. Allah dilerse ona mucizevî olarak da dileğini verir; fakat ona vermek değil, kişiye dilemek güçtür.

 

Her konuda olduğu gibi bu konuda da ana örnek Allah Resulü‘dür. Allah Resulü, isteseydi, oturduğu yerden dua ederek bütün kötülüklerin dağıtılmasına yol açabilirdi. Fakat O, “kul gibi oturur, kul gibi yerim” buyurdu ve kötülüklere karşı bizzat savaştı. Savaşa çıkarken dua etti. Kılıçla yaralandı, taşlandı, dişleri kırıldı, ayakkabıları kanla doldu. O yüzdendir ki, Büyük Doğu müdahaleciliği, sapık yolların telakkilerine değil, bir Nakşî düsturuna uyar: “Duayı icrada ara!” Veya bugünkü jargona aktarın bunu: Dileğinizi eylemde arayın!

 

Büyük Doğu müdahaleciliği başlıca iki türlü hedef tesbitinde toplulaşır: Bir, başıboşluğa, rastgeleliğe müdahale… İki, zorbalığa ve haksızlığa müdahale… Bu iki yönden söz eder, Üstad Necip Fazıl: Birinci yönde, kâinatı kaostan kozmosa inkılâb ettiren İbda hamlesi vardır. İkinci yönde ise, haksız ve bozuk düzene karşı ihtilâl anlamında İbda hamlesi… Biri yapıcılık, diğeri yıkıcılık, ama iki yönlü bu İbda hamlesidir ki, Büyük Doğu müdahaleciliğinin ruhunu gösterir.

Kaynak: Selim GÜRSELGİL - Akademya Dergisi - Başyücelik Araştırmaları Merkezi 2021

Recep YAZGANRecep YAZGAN