Röportaj
Giriş Tarihi : 14-08-2016 09:00   Güncelleme : 14-08-2016 09:00

Hak Şerleri Hayr Eyler

Dr. Mustafa Özel, FETÖ’nün darbe girişimini Gerçek Hayat’a değerlendirdi.

Hak Şerleri Hayr Eyler

. Özel, darbenin arkasındaki “üst akıl”ın bütün dünyaya hedefinin “Erdoğan iktidarını sona erdirmek” olduğu izlenimini vermeye çalışsa da, esas hedefin “Türk devletini çökertmek” olduğunu söylüyor. Süreci hilm ile ele almamız gerektiğini ifade eden Özel, “Hesapsız kitapsız hareket etmemeliyiz. Bu hain girişimden ve millet/devlet sistemimizin bu noktaya kadar gelmesinden alacağımız çok dersler var. Ben Hacı Bayramı Veli’nin eşsiz dizeleri ışığında tüm insanlarımızı ciddi bir muhasebeye çağırıyorum. Hak şerleri hayr eyler” diyor.

Siz uzun zamandır kendinizi medya dünyasından soyutladınız. Romanlarla yaşadığınızı söylüyor herkes. Ama bu köpekçe darbenin sizi o uzun roman uykusundan uyandırmış olduğunu sanıyorum.

Köpekçe değil, asla değil. Siz köpeği tanımadan konuşuyorsunuz. Kendisine ekmek verene ihanet eden bir köpek gördünüz mü hiç? Bu hainlere köpek demek, o canım hayvancığa hakarettir. İlle hayvanlara nispet etmek istiyorsanız bari çakal deyin, sırtlan deyin. Bunlara şerefsiz demek bile fazla, şeref incinir!

Söz, artık hayvanlara ilişmeyeceğim! Şu anda ister istemez çoğumuz henüz sıcaklığını ve tehlikesini sürdüren bu alçakça kalkışma ile meşgulüz. Başta ABD olmak üzere “Batılı Güçler” bu süreçte ciddi bir rol almışa benziyor. Sizinle önce makro bir değerlendirme yapalım dilerseniz. Neler oluyor 21. yüzyılın dünyasında?

Anarşi kol geziyor! Düzen kuramayan merkez, anarşi üretiyor. Kapitalist bir dünyada yaşıyoruz. Kapitalizmin özü, sermaye birikimidir. Birikim sürecinin kalbi ise değer aktarımıdır. Ulusal kademede emekçiden kapitaliste, küresel kademede ise azgelişmiş ülkeden çok gelişmiş ülkeye doğru bir değer aktarımı olmazsa, sermaye birikimi gerçekleşemez.

İşin ulusal yönünü başka zaman konuşuruz, Türkiye küresel sistem içinde nasıl bir yerde duruyor?

Son otuz yılda, çevre ve yarı çevreden küresel kapitalizmin merkezine doğru müthiş bir hamle yaşandı. Güney Kore gibi bir ülke kısmen girişimcilik başarımı, kısmen de Amerika’nın desteğiyle merkeze ilerlerken; Çin devletçi bir kapitalizmle merkeze oturdu bile. Kore kadar yüksek bilim ve teknolojisi, Çin gibi büyük bir nüfus gücü olmamasına rağmen, Türkiye de kararlılıkla merkeze doğru ilerliyor. Yani küresel kapitalist sistemde çiviler sökülüyor, eski merkez dökülüyor. Bugün tıpkı Birinci Dünya Savaşı sonrasını yaşıyoruz. Savaş bitmiş ama anarşi kol geziyor. Tam fetöcü çakallara uygun bir ortam; ücretini ver, dilediğin hainliği yaptır.

İzninizle makro bakışa devam edelim; FETÖ çetesine sonra döneriz. Savaş sonrasında “merkezin ürettiği anarşi” diyorsunuz. Bu kavramsallaştırma bana çok önemli gözüktü.

Roman (ve şiir) uykusunda olduğumu söylüyorsunuz ama, emin olun büyük kurgu ustaları dünya gemisinin rotasını tarihçilerden, sosyal/siyasal bilimcilerden çok daha iyi kestirebiliyorlar. Uyandıran bir uyku, benimkisi. İrlandalı büyük şair William Butler Yeats, İngiltere 1921 yılında Filistin ve Irak’ı denetim altına aldığında “The Second Coming” (İkinci Geliş) başlıklı müthiş bir şiir yazmıştı. Günümüz dünya sistemini de çok iyi tasvir ettiğini düşündüğüm şiirin girişini (küçük bir katkıyla) Türkçeleştirmeye çalışayım:

Genişleyen dairede dön babam dön

Şahin duyamıyor avcıyı (zalim ve bön!)

Dökülüyor her şey; merkez hakim değil duruma

Mahza anarşi kalıyor dünyamızın payına.

Merkezin anarşi üretmekten faydası ne? Bize kapitalizmin her zaman demokrasi ve istikrar gerektirdiğini; dolayısıyla serbest ve güvenlikli bir ulusal/küresel ortamın kapitalist sermaye birikimi için ideal durum olduğu söylenmişti. Mantıklı olan bu değil mi?

Merkez rahatsa, yani çevreden bazı asiler türeyip de kazanca ortak olmayı istemiyorlarsa, demokrasi ve istikrar iyidir.

Aksi halde?

Yukarıda işaret ettiğim üzere, kapitalist sistemin ana dinamiği, çevre ve yarıçevreden merkeze sürekli değer aktarımıdır. Merkezde fazla sayıda ülkeye yer yoktur; kârı herkesle paylaşmaya kalkarsanız, size birşey kalmaz. Mesela Güney Kore’nin merkeze yerleşmesi, diyelim ki Avustralya’nın merkezden yarıçevreye doğru itilmesiyle sonuçlanır. Çin’in yükselişi, kapitalist sistemin merkezi için en büyük kâbus olmuştur. Ona fazla yapabilecekleri birşey yok; bari Türkiye ve benzerlerini merkeze yaklaştırmayalım diyorlar. Demek zorundalar. Kapitalizmin mantığı bunu gerektiriyor!

Bu sözlerinizi biraz açalım; örneklendirelim. Tam anlamıyla ne demek istiyorsunuz?

Türkiye 30 yıl kadar önce, yılda bir-iki milyar dolar ihracat kapasitesi olan, içe-dönük, kendi halinde bir ekonomiye sahipti. Özal’ın liderliğinde bu kapalı ekonomiyi dünyaya açmaya, rekabetçi hale getirmeye çalıştık. Henüz iktisadi çapımız çok küçük olduğundan, merkezdekileri telaşlandıracak bir durum yoktu. Bu ilk seferde, sabotaj içeriden geldi. Yüksek gümrük duvarlarıyla korunan iç piyasanın kârına alışık tekelci sanayi grupları önce ihracat yapmaya direndiler; sonra da finansal bir operasyonla devleti (yani halkı) doğrudan soymaya başladılar. Seksenli yıllarda kazandığımız ekonomik ivmeyi, doksanlarda sürdüremedik. İkibinlere gelindiğinde deniz bitti. Devletin halktan her yıl topladığı vergilerin tamamı, iç borçların faizlerine bile yetmemeye başladı.

Bunun doğal sonucu da 2001 ekonomik krizi oldu.

İyi ki de oldu! Kriz sonrasında Türkiye hem bir siyasi lider kazandı; hem de (o eski tekelciler de dahil) sanayi şirketlerimiz ciddi dünya rekabeti için kolları sıvadılar. On yıl kadar kısa bir zamanda iktisadi bir destan yazıldı: 200 milyar dolarlık bir ekonomiyi 800 milyar dolarlık bir ekonomi haline getirdik; ihracat100 milyar doları aştı; kişi başına gelirimiz 3000 dolar civarından 10.000 doların üzerine çıktı.

Ve kapitalist merkezin gözüne batmaya başladık!

Aynen öyle! Büyüyen bir ekonomi pazar ister, doğal kaynak ister, teknoloji ister, finans ister… Türkiye, “komşularla sıfır sorun” dediği zaman, bunun insanî olduğu kadar, iktisadî bir içerimi de vardı; ihracatımızın önündeki pazar engellerini kaldırmak istiyorduk. Batılı ve Batıcılar buna hemen yeni Osmanlıcılık, İslamcılık gibi etiketler takmaya başladılar. Oysa komşularımızın çoğu Müslüman bile değil. Hatırlayın, biz 1980’lerde ihracat yapmayı İran, Irak ve Libya pazarlarında öğrendik. İnşaat şirketlerimiz özellikle Libya ve Irak’ta aldıkları büyük projelerle birer dünya şirketine dönüşmeye başladılar. Ne oldu sonra? İran’a ambargo; Irak’a saldırı; Libya’ya sabotaj. Bu ülkelere yapılan, aslında dolaylı yoldan Türkiye’yi çevreleme girişimiydi. Türkiye’nin pazar genişletme çabalarını baltalamaktı.

Yakın döneme gelirsek…

Arap Baharı diye adlandırılan gecikmiş özgürleşme atılımı kapitalist merkezi telaşlandırdı. Özgürleşen doğu Avrupa’yı, batı Avrupa asimile edebilirdi. Arap dünyası nereye doğru evrilecekti? Doğal çekim merkezi Türkiye idi. Dolayısıyla, siyasi liderliğini tesis etmiş bir Türkiye, çok ciddi bir tehlike kaynağıydı. Önce 1960’tan beri aşina olduğumuz askerî baskı yöntemleriyle siyasi liderliğimizi tedip ve tehdit etmeye başladılar; bu sökmeyince de en tahripkâr oyuna başvurdular.

Şimdi izninizle ekonomik analize ara verip, doğrudan darbe gecesine gidelim. Neler hissettiniz ilk anlarda? O geceniz nasıl geçti?

Biliyorsunuz, sekiz on yıl var ki romanlarla yaşıyorum ben. Bana yaşadıklarımızdan “daha gerçek” geliyor romanlar. Hermann Hesse’nin Boncuk Oyunu romanını ikinci kez okuyup hakkında bir şeyler yazmak istiyordum. Daha beş on sayfa okumuştum ki, eşim televizyonda tuhaf şeyler oluyor dedi, galiba köprülere bomba atılacak. Boğaziçi köprüsüne bakar bakmaz, bu bir darbe dedim. Neden, dedi eşim. “Köprü niçin tutulur? Bombalanırsa, insan zayiatı olmasın diye. Ama karşı şerit açık!” Eşimin fazla heyecanlandığını görünce, telaşlanma dedim. “Bu saatte darbe olmaz. Oluyorsa, erkene alınmak zorunda kalınmıştır. Erkene alınmışsa, darbeciler arasında bir bölünme var. İnşaallah Tayyip Bey’e bir şey olmamıştır!”

Ve yakınlarınızı aramaya başladınız?

Hayır, neler oluyor, bilen var mı tarzında bazı mesajlar geldi bir iki Whatsupp grubundan, fakat ben adeta donmuş vaziyette Cumhurbaşkanı’nın yolunu gözlemeye, içimden ona dua okumaya başladım. Bakıyor ama hiçbir şey görmüyor, işitmiyordum. Bütün ruhum, bütün vücut kimyam ona odaklanmıştı. Böyle ne kadar zaman geçti, bilmiyorum; hiç beklemediğim bir anda Başbakan zuhur etti. Evet, gerçek bir “zuhur” oldu bu. O an sesi birazcık titreseydi, azıcık kem küm etseydi, gelişmelerin seyri çok farklı olabilirdi. Bana göre 15 Temmuz gecesinin ilk yıldızı Binali Yıldırım’dır. Muhtemelen o arada Sayın Cumhurbaşkanı ile görüşmüş ve gerekli talimatları almıştı. Fakat ne olursa olsun, o kadar kararlı konuştu ki, sanki bin yıllık Anadolu tarihi dile geldi.

Olayların üzerinden bir hafta geçti, sanırım daha rahat konuşabiliriz. Siz Binali Bey’den gerçekten böyle bir liderlik bekliyor muydunuz?

İlk andan itibaren hep Cumhurbaşkanımıza odaklanmış olmam da gösteriyor ki, hayır. Ya da şöyle diyeyim, Tayyip Bey’e öylesine odaklanmıştım ki, başka hiç kimse aklımdan hayalimden geçmiyordu. Ben liderleri iki kategoriye ayırıyorum: 1. Normal zaman liderleri; bunlara akıl yol gösterir. 2. Zor zaman liderleri; bunların pusulası yürektir. Bir akıl lideri olarak Tayyip beyi her zaman eleştirebiliriz; çünkü herhangi iki aklın bile her zaman ve tamamiyle örtüşmesi imkânsızdır. Fakat az buçuk bir yüreğiniz varsa, yürek lideri nedir, bilirsiniz!

Sonra Tayyip Bey zuhur etti, sizin ifadenizle…

Evet, hem de CNN kanalında! O süreç tam olarak nasıl işledi, bilmiyorum. Abdülkadir ile Hande mi (bu ikisini de 15 Temmuz yıldızları arasına yazın lütfen!) Tayyip Bey’e ulaştılar, o mu onlara ulaştı; ordu içindeki birileri mi bu bağlantıyı sağladı, bilmiyorum. Fakat bu ihtimallerin hepsi ayrı ayrı değerlidir ve çok kritik tarihî öneme sahiptir.

Sayın Cumhurbaşkanı onlara ulaşmış olamaz mı?

Olamaz demedim, bilmiyorum, belki medyada konuşulmuştur bunlar. Tayyip Bey onlara ulaşmışsa, neden mesela daha kolay ulaşabileceği ATV’yi değil de CNN’i tercih etti?

Ordu içinden de ayarlanmış olabilir dediniz…

Ya ben sadece kafamdaki ihtimalleri sıralıyorum. Belki de daha ilk saatten itibaren 1. Ordu komutanının o kararlı tutumundan etkilenerek bunu düşünmüş olabilirim. Gerçek buysa, daha fazla sevineceğim. Çünkü darbenin arkasındaki “üst akıl” her ne kadar bütün dünyaya hedefinin “Erdoğan iktidarını sona erdirmek” olduğu izlenimini vermeye çalışıyorsa da yukarıda yaptığım ekonomi politik analize dayanarak, esas hedefin “Türk devletini çökertmek” olduğunu söyleyebilirim. Devlet de esas olarak ordu demektir. Bugün Orta Doğu’da 30’a yakın İslam devleti (halkı müslüman ülke anlamında) olduğu söyleniyor; oysa gerçek sayı iki buçuktur.

Buçuk?

Tamlar Türkiye ile İran, buçuk Mısır. Milleti devletine sahip olduğu zaman, o da tama iblağ olacak, inşaallah. Siyasi liderliğini tesis etme meselesidir bu. Düşünün, Sayın Gül ile Sayın Davutoğlu, daha bir ay öncesine kadar, “akıl liderliği” bağlamında Sayın Cumhurbaşkanımıza ters düşmüşlerdi. Ama zor zaman geldiğinde, bir an bile tereddüt etmeden, yürek liderinin etrafında kenetlendiler. Onların bu onurlu duruşu Millet için çok büyük bir moral kaynağı oldu.

Millet, devlet, ordu. Bunların ilişkisini konuşalım biraz bu vahşi kalkışma bağlamında.

Toplum, sosyolojik bir kavramdır; sayılardan ibarettir. Devleti varsa, tarihsel bir öznedir. Yoksa, tarihin malzemesidir. Millet, devleti olan insan topluluğu demektir. Yahut devlet, milletin tarih içindeki varoluş temsilcisidir. 15 Temmuz ileride “Millet Olma Bayramı” olarak kutlanacaktır.

Biraz açalım bu noktayı lütfen…

Ben 60 yaşındayım. Ufak tefek kalkışmaları saymazsak, bu yaşadığım altıncı darbe. İlk üçünü darbeciler, son üçünü ise millet kazandı. 27 Mayısta 4.5 yaşındaydım; sonradan tek hatırladığım Ağrı’nın o küçücük Taşlıçay ilçesinde Demir Kıratların (Demokrat) boyuna taciz edildiği, mesnetsiz ihbarların yapıldığı, bu yüzden de babamın evimizi Ağrı şehir merkezine taşımasıydı. 12 Mart ile 12 Eylül’ü daha bilinçli yaşadım ama bunların tahlili uzun sürer. 28 Şubat ve 27 Nisan postmodern darbe girişimlerine milletin verdiği cevabı ise 15 Temmuz’un hazırlık aşaması olarak değerlendiriyorum. Bu süreçte hem millet hem de siyasî liderlerimiz piştiler. Zaten bir gaye uğrunda iyice pişmeden ciddi zaferler kazanamazsınız.

Türkiye’de sol ve laik kesimlerin 15 Temmuz karşısındaki tutumu için neler söyleyeceksiniz?

Bunu da ayrıntılı konuşmak lazım. Sol ne, laik ne? Bir kere, dindarlara karşı büyüklük kompleksinden aşağılık kompleksine savruldular. Yıllarca demokrasi türküsü söyleyip de hiçbir darbeye karşı çıkmamış olanlar, vücudunu tankların önüne atanlar karşısında nasıl küçülmesinler ki? Fakat dediğim gibi bu mesele çok önemli, öyle üç beş cümle ile geçiştirilemez. Mesela ben iktisatta solcu, siyasette laikim! İktisatta solculuğumu yukarıda, küresel kapitalizmin merkezine bakış tarzımdan az çok okuyabilirsiniz. Siyaseti ise temelde laik, yani dünyevi, yani kişi ve grup çıkarlarına dayalı bir faaliyet olarak görüyorum. Kişi olarak dünya ötesine ayarlı, yani siyaset üstü gaye ve inançlarımız olabilir; fakat siyasetin kendisi dünyevidir. Onun için “sol ve laik kesimleri” bırakıp, önce kendimizi hesaba çekmeliyiz. Ben yirmili yaşlarda siyasi kimlik ve kişiliğimi bulmuşsam şayet, müteakip kırk yıl aydınlık olduğu kadar karanlık veçhelere de sahip olmuştur. Çok temel İslami kavramların canına okumuşuzdur.

Aydınlık taraf, sizin ifadenizle, son üç darbe girişimini milletin kazanmış olmasıdır. Karanlık yanlar?

Said Nursi’den Mehmet Akif’e, Necip Fazıl’dan Sezai Karakoç’a kadar, Türkiye’de dindar nesillerin bilincine yön vermiş olanlar, bize temelde “ihlaslı bir cemaat” olmamızı önermiş yahut öğretmeye çalışmışlardır. Biz ise para uğruna ihlas kelimesinin, siyasi güç uğruna da cemaat kavramının canına okuduk. Marx, dinin afyon olduğunu daha çok iktisadi bir bağlamda dile getirmişti; biz bunun siyasal, toplumsal, her bağlamda topyekün mümkün olabileceğini yaşamış olduk. Hayatı boyunca dinin (ahlâkın) siyasete üstünlüğünü vaz edip bu ikisi arasına ciddi bir mesafe koyan Said Nursi’yi takip ettiğini söyleyen meczup bir molla, hem dini siyasetin basit bir oyuncağı haline getirdi; hem de “ekmeğini yediği” toplum namına değil, kucağına oturduğu gâvurlar namına hareket etti. Daha önceki darbelerde ne ölçüde “yabancı parmağı” olursa olsun, darbeciler hain değildi. Milletten uzağa düşmüşlerdi sadece; “halka rağmen halkçı” idiler. İlk defa dindarlara karşı, sözde dindar bir ihanet yaşadık…

Peki, bundan sonra gerek bu ihanet çetesine, gerek onların dış destekçilerine karşı tutumumuz nasıl olmalı?

Hilm ile hareket etmeliyiz. Bir toplum devleti ile millet haline gelir demiştim. Devlet olabilmesi de büyük evlatları sayesinde olur. Yukarıda akıl ve yürek liderliği diye işarettiğim gerçeklik, budur. Hazreti Peygamber’in davranış tarzı bize gösteriyor ki, hakiki liderler her daim hilm ile hareket ederler. Hilm, yumuşaklık diye tercüme edilir. Hakikatte akıl ile bağlantılıdır; cehaletin zıddıdır. Savaşın en kızgın anında bile, öfkesini yenebilmek ve akıllı, basiretli davranabilmek. Hilm budur. Cumhurbaşkanımızın FETÖ için çok önceden geliştirdiği formulü hatırlayalım: “Tepesi ihanet, ortası ticaret, altı ibadet.” Bunları birbirinden ayırmak çok zor olsa da, zora talip olmalıyız.

Dışa karşı tavrımız ne olmalı, Batı dünyasına?

Bu da gene hilm ile ele almamız gereken bir süreçtir. Yürek liderliği, akıl liderliğini içermeli; hesapsız kitapsız hareket etmemeliyiz. Öyle hemen Batı’dan kopalım, Avrasya birliğine girelim gibi laflar temelsiz gevezeliklerdir. Bizim bu topraklarda en az bin yıllık bir Millet/Devlet olma tecrübemiz vardır. Bunun ilk çeyreği hazırlık; ikinci ve üçüncü çeyrekleri Osmanlı dünya düzeni; son çeyreği ise Avrupa dünya düzensizliğine direnme evreleridir. Osmanlı, Batıya akan bir sistemdi; çünkü bölük pörçük Avrupa, zenginleşiyordu. Dünya ekonomisinin ağırlık merkezi Akdeniz’e, oradan da Atlantik’e doğru kayıyordu. Doğuda ise çok güçlü siyasi organizasyonlar vardı. Batıya akmak hem görece daha az zahmetli, hem daha çok zenginlik vaad ediyordu. Fakat Batıya giderken, arkayı sağlama almak gerekirdi. Bunun için bir tampon bölgeye, bir de en yakındaki büyük güçle kalıcı barışa ihtiyaç vardı. Tampon bölge Kürdistan’dı. Kalıcı barış da İran’la yapıldı ve dört-beş asırdır titizlikle devam ettiriyoruz. Şimdi gidiş yönümüz Doğudur. Dünya ekonomisinin ağırlık merkezi Asya’ya kayıyor; nüfus orada, kaynaklar orada, üretim ve pazar orada.

Osmanlıdan ilham alabileceğimizi söylüyorsunuz…

Atalara saygı ne onları mesnetsiz yüceltmek, ne de her yaptıklarını tekrar etmektir. Sadece yönetim ustalıklarından çıkarabileceğimiz hayati dersleri alalım, yeter. Kürdistan, İran (Safevi) yönetim merkezine 500 km, Osmanlı yönetim merkezine ise 1500 km uzaklıktaydı; buna rağmen Osmanlılar, Kürtleri kendi sistemlerinin parçası haline getirebildiler. Biz ise bugün onları İran’a, Rusya’ya, Amerika’ya kaptırmak üzereyiz. Hilm ile davranmak, arkamızı da sağlama almayı gerektiriyor. Yeni tampon bölgemiz Balkanlar ve Doğu Avrupa’dır. Onlarla azami ilişki içine girmeli, Avrupa ve ABD ile de “kalıcı barış” hedeflemeliyiz. Hazreti Peygamber, Medine’ye hicret ettikten kısa bir süre sonra, bir pazar kurdurmaya karar verdi. Tıpkı yukarıdaki analizde tasvir ettiğim üzere, merkezdeki efendiler gazaba geldiler. Yahudilerin reisi Kâb b. Eşref, öfkeyle gelip pazarın simgesi olan çadırın iplerini kesti. Müminler hemen kılıçlarına sarıldılar; Efendimiz hayır dedi. “Pazarı öyle bir yere taşıyalım ki, Kâb öfkesinden kudursun!” Ve öyle yaptılar; iktisadi bir meseleyi, çatışma yöntemiyle çözmeye kalkmadılar. Hilm ile davrandılar.

Son olarak neler söylemek istersiniz?

Bu hain girişimden ve millet/devlet sistemimizin bu noktaya kadar gelmesinden alacağımız çok dersler var. Ben Hacı Bayramı Veli’nin eşsiz dizeleri ışığında tüm insanlarımızı ciddi bir muhasebeye çağırıyorum.

Hak şerleri hayr eyler

Gafil anı seyr eyler

Mevla görelim neyler

Neylerse güzel eyler.

adminadmin