Analiz
Giriş Tarihi : 10-11-2018 08:39   Güncelleme : 10-11-2018 08:39

Kutuplaşma olmadan siyaset olmaz!

Eğer kutuplaşma yoksa siyaset önce kazanımlarını ardından hareket alanını yitirir, sonunda kurumları çöker. Bunun ilk işaretini sandığa giden seçmen oranlarında görebilirsiniz.

Kutuplaşma olmadan siyaset olmaz!

Siyaset kutuplaşma olmadan yapılamaz; çünkü kutuplaşma yoksa siyaset yoktur. Kutuplaşma üzerinden var olan siyaset mekanizmasında, kutuplaşmadan şikâyet ediyorsanız siyasetin varlığını borçlu olduğu dinamikten şikâyet ediyorsunuz demektir. Hal böyle olunca da asıl şikâyetiniz kutuplaşmadan değil kutuplaşmayla var olan siyasi sistemdendir. Bunun farkındaysanız ve hâlâ siyaseti dışarıda tutarak kutuplaşmadan şikâyet ediyorsanız bu sizi yalancı yapar. Farkında değilseniz ve “Kutuplaşma olmasın sevgi dolu, dayanışma içinde kardeş kardeş siyaset olsun” diyorsanız bu da sizi en hafif ifadesiyle gafil yapar.

 Mine Kırıkkanat, Dursun Çiçek, Cihangir İslam, Öztürk Yılmaz, Canan Kaftancıoğlu, Sezgin Tanrıkulu, Ümit Özdağ, Sinan Oğan yoksa, ben niye AK Partili olayım ki? Beni AK Parti’ye yönlendiren kişi, Erdoğan değil aslında. Erdoğan beni AK Parti’den tutan kişidir. 2002’de AK Parti yola çıktığında kurduğu koalisyon ve AK Parti kurucu kadrosu diye anılan kişiler, ne o zaman ne şimdi pek sevdiğim insanlar değildir. İşler normal şartlar altında yürüseydi o insanların büyük kısmına karşı reddiyeler yazıp onlara isyan edecekken, Türkan Saylan beni AK Parti etrafında kenetlenmeye itmiştir. “İnsancıklara sormayacaksın, zorla çağdaşlaştıracaksın” diyen Prof. Dr. Nur Vergin böyle bir açıklama yapmasaydı, ben bu meseleyi bir kavga olarak görmeyecektim. Uğur Dündar canlı yayında “Çocuklara namaz kıldırıyorlar” diye cinnet haline girmeseydi, benim AK Parti’ye ihtiyacım olmazdı ki...

Eğer kutuplaşma yoksa siyaset önce kazanımlarını ardından hareket alanını yitirir, sonunda kurumları çöker. Bunun ilk işaretini sandığa giden seçmen oranlarında görebilirsiniz. İşler iyi gidiyorsa, sistem kimseyi rahatsız etmeden çalışmaya başladıysa, insanlar sandığa değil tatile giderler. Bu böyle devam ederse oy verme oranı giderek düşer ve rekabet zayıflar. Rekabet zayıflayınca siyasetin hayatımızda kapladığı alanları başka şeyler doldurur. Bir süre sonra kimin kazandığı kimin kaybettiğinin öneminin olmadığı seçimler yaşanır ve daha uzun yıllar sonra seçimler gereksiz hale gelir. Seçimleri unuturuz ve ta ki, biri gelip kavga etmemiz gereken düşmanları gösterip, çözmemiz gereken dertleri sıraladığında toplumda yeni kutuplar oluşana kadar seçimsiz bir sistemde yaşarız. Sonunda kutuplar etkin hale gelirse; ırk, din, mezhep, dünyanın anlamı, hukuk, hürriyet, adalet, servet dağılımı gibi konularda tartışmalar başlarsa, kutuplaşmalar meydana gelir. Kutuplaşmalar başlarsa devrim olur ve siyaset gelir. Siyasetin gelmesinden sonra her şey bu paragrafın ilk satırına geri döner.

“Devleti şahıslar mı yönetir, şahısların temsil ettiği fikirler mi; yoksa o fikirleri doğuran bakış açısı mı” tartışması asırladır devam ediyor. Devleti yönetenleri, “iktidar” diye tarif eden hastalıklı kafanın hastalığı, Roma döneminden bile öncesine dayanır; ama şimdiki son halini Roma’da kazanmıştır. Kabaca iki türlü devlet tarifi vardır. Birincisi; “Ticaret, doğuracak çocuklar, ilim, sanat, ibadet, hukuk ve askerlik gibi çok önemli ve gerçek işlerim var. Aramızdan bazılarının vakti varsa onlar siyasetle uğraşsınlar ve bana hizmet etsinler” diyen vatandaş. (Burada kişisel bir yorum yapmam gerekirse bana göre sağlıklı olan bakış açsı bu…) Diğeri ise; dünyayı ve kendisini siyasi tarafı üzerinden tarif edip seçim sonuçlarına kazanma/kaybetme üzerinden bakıp siyasi yetkililere “iktidar” diyen vatandaşlar. Dünyanın tamamı 2. vatandaş modeliyle dolu. Böyle insanların olduğu bir gezegende “kutuplaşma, düşmanlar, karşı taraf...” doğrudan varlıkla ilgili ihtiyaçlardır.

Kutuplaşma toplanmayı getirir, cepheleşmeyi getirir ve her cephe kendi içinde birbirinin hatalarını şimdilik görmezden gelmeye başlar. Rakibe, düşmana, tehlikeye vs. artık karşıda ne varsa ona odaklanma haline de birlik beraberlik denilir. Öztürk Yılmaz’ın Türkçe ezan tartışmasına dalmasının anlamı da budur. CHP içinde aklı sıra genel başkanlığa yürüdüğü yolda muhtaç olduğu kalabalığı Kılıçdaroğlu’ndan koparmaya çalışıyor. Sadece iç muhalefete oynasa eline pek bir şey geçmez; zira kalabalığın o bölümü Muharrem İnce tarafından konsolide ediliyor. O halde yeni bir alan tanımı yapmak gerekir.

Trump’ı iktidara taşıyan, Fransa’da Le Pen’in, Almanya’da AfD’nin oylarını artırıp Meral Akşener’e bile 3 milyon kişinin oy vermesini sağlayan yabancı düşmanlığı stratejisi işe yarayabilir; ama bu, CHP’de bölünmeye yol açmaz. Çünkü zaten CHP semeni bu konuda ittifak halinde. Önce CHP içindeki savaş için daha dar alanda kitle inşa etmek gerekiyor. Bu sebeple CHP’nin seçim stratejisi gereği (ki buna çoğunluğu kucaklamak denir) tavizli ve yumuşak hallerinden doğan iç rahatsızlığı küçük ama etkili kitleye dönüştürmek gerekiyor. Burada kâğıt üzerinde yani teorik olarak işe yarar görünen bu siyasi aksiyonun, pratikte bir zırvaya dönüşmesinin sebebiyse doğrudan Öztürk Yılmaz’ın şahsıyla ilgili. Birinci küçük hatası CHP örgütlerinden kendine gelen mesajları çok ciddiye alması. Kendisine “Aslında CHP’nin başına senin geçmen lazım” diyen il başkanının yanına ben gitsem bana bile aynı şeyi söyleyecek. Bir avuç kafası karışık küskünün gazına gelmiş yani. Bir diğer mesele ise, ki bu asıl hatasıdır; CHP başından beri Öztürk Yılmaz’ın niye CHP’li olduğunu biliyordu ve ilk günden beri ondan kurtulmanın bir yolunu arıyorlardı. “Dışişleri Bakanlığı’ndaki tek AK Partili benim” diye koltuk dilenen Öztürk Yılmaz, AK Parti’den yüz bulmayınca inadına CHP’li olmuştu. Erdoğan’a haddini bildirecekti. Şimdi de Parti yönetiminde yer bulamayınca yine aynı ergenlikle CHP’ye genel başkan olup Kılıçdaroğlu’na haddini bildirmek için yola çıkmış. Aslında olan biten şey, babasını cezalandırmak için nefesini tutup “Boğulayım da görün gününüzü” diyen ergenlik nöbetinden başka bir şey değil.

Peki bir ergenlik nöbeti, bizi niye bu kadar ilgilendiriyor? CHP tabanında ve daha başka bir yerlerde az da olsa karşılığı olan bir pazar var demek ki; Türkçe ezan. Allah şükrünü ettiğimiz nimeti artıracağını, şükrün etmediğimiz nimeti de elimizden alıp imtihan edeceğini garanti ediyor. Bir canlı yayında Öztürk Yılmaz’ın kulağına “Türkçe ezan” okuyan şeytan, boş işlerin peşinde koşmaz. Hz. Âdem’den (as) bu yana insanlığın bütün seyrine şahit olan iblis, neyin ne zaman yükseldiği konusunda binlerce yıllık tecrübeyle fısıldıyor bunu. Ezana şükretmezsek Allah elimizden alır!..

Erem Şentürk / Diriliş Postası

adminadmin