Fikir
Giriş Tarihi : 15-11-2020 06:15   Güncelleme : 16-11-2020 11:05

Milli Mücadeleden Bugüne İslamcılığın Kısa Hikayesi

Milli Mücadele öncesinde İslamcılar iki ayrı kamptaydı. Biri, İttihat ve Terakki’de, diğeri Hürriyet ve İtilaf’ta. Bu iki fırka bugünkü Cumhur ittifakı ile Millet ittifakı gibiydi; çeşitli partileri kendi çatısı altında toplayıp iktidar için çekişiyorlardı. İslamcılar her iki cephede ama etkisiz durumdaydılar.

Milli Mücadeleden Bugüne İslamcılığın Kısa Hikayesi

İslamcılar burada göründükleri kadar zayıf değillerdi. Ama büyük bir çoğunluk, Anadolu’nun doğusunda ve batısında geleneksel kalıpları içinde bulunup, siyasi mücadelenin dışındaydılar. Dolayısiyle, ilk ikisinden çok daha büyük bir üçüncü kamp varsayılabilirdi.

 

İttihatçı kanatta Bediüzzaman, Mehmet Akif, Eşref Edip gibi isimler vardı. Diğer kanatta ise Mustafa Sabri Efendi, İskilipli Atıf Hoca gibi isimler. İttihatçı kanattakiler Milli Mücadeleyi destekledi, Hürriyet kanadındakiler karşı geldiler. Karşı gelme gerekçeleri, Milli Mücadele güdücülerinin dinsiz, Bolşevik, Hilafet düşmanı olmalarıydı. İttihatçı kanattakiler ise bu gerekçeleri yerinde bulmuyorlardı.

 

Mehmet Akif ve Eşref Edip, Milli Mücadele için canla başla çalışanların başında geliyordu. Kemal Paşa, onların çalışmalarından mutluydu. Onların çıkardığı Sebilürreşad’ı finanse ediyordu. Milli Mücadele sırasında denenen stratejilerden biri de İslam dünyasının desteğini sağlamaktı. Sebilürreşat bu yeni İslamcı oluşumun manivelası olacaktı.

 

Abdülhakim Arvasi Hazretleri İstanbul’a geldiğinde savaş bitmişti. O, bu ittihatçı ve hürriyetçi kampların ikisinin de dışındaydı. Sultan Vahidüddin kendisine beklenmedik bir yakınlık göstermişti ve bir tek onunla zati bir yakınlığından söz edilebilirdi. Buna nazaran, Milli Mücadeleye destek verdi. Bu destek, Sakarya Meydan Muharebesi’nden hemen önce sözkonusudur. “Sakarya’da dönen Türk’ün makus talihi”nde manevi bir hisse sahibidir.

 

Milli Mücadele sona erdiğinde gerek İttihattan gelen, gerek Hürriyet çevresindeki her iki İslamcı kamp da hayal kırıklığına uğradı. Hürriyetçiler, bu işin başarılabileceğine ve ülkenin savaş yoluyla kurtarılabileceğine inanmamanın hayal kırıklığı içindeydiler. İttihat’tan gelenler ise, Hürriyetçilerin suçlamalarında haklı çıkmalarının.

 

İlk dönen Bediüzzaman oldu. Rusya’daki esir kampından mucizevi bir şekilde kaçıp Ankara’ya gelmişti. Kendisine büyük bir saygı gösterilmişti. Kemal Paşa onu “şark vaizi” yapmak istiyordu. O ise güdücüler kadrosunun İslam dışı (“namazsız”) bir eğilim içinde olduğunu söyleyerek, onların yanından ayrıldı ve artık onu düşman bildiler.

 

En büyük hayal kırıklığını Sebilürreşat çevresi yaşıyordu. Kendilerine verilen sözlerin hiçbiri tutulmamış, zaferden sonra oyun değişmiş, bir kenara atılmışlardı. Ama muhalefet etmediler. Büyük bir sessizlik içinde köşelerine çekildiler. (1948’e kadar)

 

Milli Mücadeleden sonra ortaya çıkan Kemalizm, hemen tüm İslamcıları önce dışladı, daha sonra ise karşısına aldı. Yürürlüğe konulan inkılaplara ister karşı gelsin, ister sessiz kalsın, tüm İslamcılar ezildi. Milli Mücadelenin ardından bu sefer İslamcılara karşı bir mücadele başlatıldı; Kemalizm’in İslamcı sürek avı 10 yıl kadar devam etti ve sonunda ortada hiçbir İslamcı bırakılmadı.

 

Abdülhakim Arvasi Hazretleri, bu süreçte hiçbir hayal kırıklığı yaşamayanların başında gelmiştir. Zira O, Milli Mücadeleye destek verdi; ancak öncesinde olduğu gibi, sonrasında da siyasi kamplarda yer almadı. 1940’lara kadar adeta kendini sakladı ve ancak o zaman tutuklandı, hapsedildi ve şehadetine yol açıldı.

 

Özellikle Menemen’den sonra diğer İslamcı kesimlerin stratejisi de bu oldu. Köşelerine çekilip kendilerini saklamaya, küçücük de olsa bir iman merkezini muhafaza etmeye çalıştılar.

 

Milli Mücadele döneminde, hem onun yanında, hem de karşısında İslamcılar vardı. Milli Mücadele sonrasında ise ne yanında, ne karşısında hiçbir İslamcı oluşum kalmadı. Hepsi ortadan kaldırıldı.

 

***

 

1923-43 arasında Kemalizm-İslamcılık ilişkisi, Kemalizm’in kovalaması ve İslamcıların kaçması şeklinde geçti. 1943’te ilk defa bir aksiyon sesi ortaya çıktı: Büyük Doğu. BD, hem rejime yönelik sert bir muhalefeti ifade ediyor, hem de geleneği geride bırakmış bir dil ve dünya görüşü getiriyordu. İdeal diyor, ideolocya diyor, aksiyon diyor, sadece muhalif bir ses olarak kalmayıp “İslam İnkılabı’ndan söz ediyordu. (1959’da İdeolocya Örgüsü 1. baskı yayınlandı) Bu durum, iç içe birkaç yönlü gelişmeye yol açtı:

 

a) İslamcılar bu dik sesten dolayı bir heyecan duydular. Bedeli ödenerek mücadele edilebileceğini gördüler.

 

b) Yeni dil ve davayı anlamadılar, garip geldi.

 

c) İslamcı camianın kaç asırlık birikmiş hastalıkları bir bir ortaya çıktı.

 

Yeni heyecana rağmen, ancak bundan 4-5 yıl sonra cesaret toplayıp yeni dergiler çıkarabildiler. Ki 1943’ün şartlarıyla 47-48’in şartları da farklıydı artık. Rejim ABD’ye yanaşmıştı ve bazı ufak tefek özgürlükler sunmaya başlamıştı.

 

1947-48’de birçok İslamcı dergi çıktı. Bunlardan en samimi olanları Serdengeçti ve Ehl-i Sünnet’ti. Rahmetli Osman Yüksel delifişek bir adamdı. Reaksiyon halinde de olsa sert bir muhalefete girişti. Abdurrahim Zapsu ise, geçmişte Kürt Teali Cemiyeti’ni kuran bir Şark aydınıydı. 1950’de bunlara ilk Nurcu dergi olan Hür Adam eklendi. Ancak BD’nun ideolocya (dünya görüşü) diline yabancı kaldılar.

 

İslamcı camianın asırlardır biriken ataletten doğan baş hastalıkları hasetlik ve fesatlık da aynı dönemde kendini gösterdi. Önce (47’de) Akif’in damadı Ömer Rıza Selamet’i çıkardı. 1 yıl sonra Akif’in arkadaşı Eşref Edip, Sebilürreşat’ı yeniden yayın hayatına soktu.

 

Bunlar adeta diyorlardı ki, “Bu davanın sahibi biziz, Necip Fazıl da nereden çıktı?” Bunca yıl rejime tek bir ses çıkarmış değillerdi. Halbuki Sultan Hamid’e sövüp saymak ne kadar eğlenceliydi. Üstelik Sebilürreşat ilk çıktığında CHP yanlısıydı, başbakan Günaltay’ın himayesi altındaydı (sonra 50’lerde Menderes’çi oldu.)

 

47-48’de daha bir sürü dergi çıktı: Hakikat Yolu, Hakk’a Doğru, İrşad, Doğan Güneş, İslam Dünyası, Doğru Yol, İslam Yolu, İslamiyet, Müslüman Sesi ilh. Bunların hiçbirinde İslam İnkılabı ve onun gerektirdiği aksiyon ruhundan eser yoktu.

 

Çok sonraları ortaya çıkan bazıları da BD’ye alternatif “millet ideolojisi” yapma işine kalkışıp, ellerine yüzlerine bulaştırdılar: Mücadeleciler…

 

Fakat bütün bunlardan çok daha bozguncu olanı en beklenmedik bir yerde mayalandı. İskender Paşa gibi Nakşibendi gelenekten gelen bir çevre içinde Selefilik ve envai çeşit itikat bozukluğunun ilk örnekleri ortaya çıktı. Böylece bir olması gereken dava binbire doğru bölünmeye, giderek ayrı davalar, ayrı dünyaların davaları olmaya başladı.

 

Bunlara sadece Necip Fazıl’ı kötülemek ve kötü adam olduğunu ispatlamak üzere çıkan dergileri ilave edelim. Başta İhlas ve halefi Hakikat. Dirilişler, Maveralar; BD’ya açıktan cephe alan veya “onun gibi ama ondan ayrı” bir şeyler yapmaya çalışanlar.

 

Üstad’ı anlamaları ve tahkim etmeleri gerekirdi. Çünkü O, saf bir İslam davası, onun ilk sesiydi. İslam inkılabının dünya görüşünü örgüleştiriyordu. Onlarsa, ortam yumuşayınca, İslam adına nefslerinin davasına kalkıştılar. Bugün de camiada devam eden “O olmasın ben olayım, yaptığı ne ki benimki daha güzel” hastalığını kurumlaştırdılar. O’nu yalnızlaştırarak ve yalnız olmasını da kendilerine başarı sayarak, O olmadan bu davayı kendileri bir yerlere götürebileceklerini sandılar. Hâlbuki Kur’an ne sırf bir siyasi mücadele, ne de fıkıh bilgisidir. “O bir nurdur ki, Allah onu kullarından dilediğine ilka eder.”

 

Yani aralarına Büyük Doğu değil de bir Peygamber gelse, ona da aynı şeyi yapacaklardı. Peygamberler Tarihindeki binbir örneği gibi… İslam’ın özü olan (kelime-i tevhidin yarısı) bu en basit temeli kavramadan İslamcılık olur mu? Olunca işte böyle oluyor.

 

***

 

1950’lerde tüm İslamcılar DP’ye sempati duyuyordu. CHP zulmünden kurtulmuşlardı. Ezanın asliyetine döndürülmesi bile yetmişti. Bediüzzaman, 25 yıllık amansız takip, sürgün, hapis sürecinin sonunda ilk defa serbestçe dolaşıyordu. Süleyman Efendi, 25 yıldır gizli gizli öğrettiği Kur’an’ı, artık alenen açtığı kurslarda öğretebiliyordu. Kısmi bir rahatlama olmuştu.

 

Fakat bu hava çok sürmedi. Bir süre sonra DP’nin zulümleri, CHP’ninkilere rahmet okutacak çapa erdi. Üstad, en uzun hapislerini o dönemde yattı. Süleyman Efendi, daha önce iki defa işkence görmüştü; ama bu seferki öyle ağır oldu ki, toparlayamadı ve şehid oldu.

 

Aslında İslamcılar bu dönemde DP’li olmuş değillerdi. Ona mesafesini koruyorlardı. Bir tek Üstad, Menderes ile yakındı. Menderes Üstad’ı yanında tutmak için BD’yu finanse ediyordu. Üstad ise ondan bir inkılapçı kahraman inşa etmek emelindeydi.

 

Üstad’ın hayatı böyle de özetlenebilir: O hep bir inkılapçı aradı. Karabekir’e, Çakmak’a, Menderes’e, (Erbakan’a farklı) Türkeş’e, Özal’a ihtilal teklif etti. Onlar bu teklife yanaşmadı.

 

60 darbesiyle yeniden içeriye giren Üstad, çıktıktan sonra uzun süre hiçbir siyasi partiye yakınlık duymadı. Ama bu dönem, 60’lar, İslamcı hareketin bir dönüşüme uğradığı yıllar oldu. İslamcılar, biraz da 60 darbesinin ürküntüsüyle, sırtını devlete yaslayarak İslamcılık yapma eğilimi kazandılar. Camiada hala etkisini sürdüren sağcı muhafazakâr anlayış o zaman doğdu. Demirel’e yapışan Nurcular, rejimi tabulaştıran Mücadeleciler, işi ticarete döken Süleymancılar, Işıkçılar; Mısıroğlu, Eygi gibi yeni kalemşörler: Komünizme sallayınca rejim hoş görüyordu; masonlara sallamaya bile izin veriyordu. İslamcılar 50’lerde bile bu kadar rahat olmamışlardı. Rejimi adeta Osmanlı gibi görüyorlardı.

 

Gülen’in doğduğu dönem de bu dönem oldu:

 

a) Nurculara yapılan yoğun baskılar sayesinde, çevresinde illegal alışverişe yatkın bir grup buldu.

 

b) Anti-komünizmin dokunulmazlığından yararlandı.

 

c) Dış destek buldu.

 

Bu gidişat, 1970’te Erbakan tarafından kısmen durduruldu. Erbakan ilk defa “İslamcı siyaset” yapma girişiminde bulundu. En büyük ilham kaynağı da Büyük Doğu’ydu. Üstad’ı kitlelere onu tanıtması için davet etti. “Parti tüzüğüne gerek yok, İdeolocya Örgüsü bize yeter” diyordu. Üstad da onun çıkışına en büyük desteği verdi.

 

Ancak MSP döneminde işler çatallaşmaya başladı. 1973 seçimlerinde MSP büyük bir çıkış yapmıştı. Seçimden sonra CHP ile koalisyon kurulunca Üstad çileden çıktı. Üstad’a göre CHP desteklenmesi değil, ortadan kaldırılması gereken bir yapıydı. Fakat Erbakan’a siteminden konunun CHP ile sınırlı olmadığını da görüyoruz. Üstad, “sen herhangi bir parti değilsin, bir şekilde iktidara gelmeye çalışma. Tam hâkim olacağın güne kadar muhalefette kal ve güç biriktir” diyordu.

 

Şöyle de söylenebilir: Üstad, dışarıdan MSP’yi yönetmek istiyordu. MSP kadroları ise buna izin vermiyordu. Bu kadrolar arasında, İskender Paşa’da başlayan itikadi kirlenmeden gelen vasıfsızlar çoktu. Üstad onların tasfiyesini istiyor, Erbakan yanaşmıyordu. Derken ipler koptu.

 

Üstad, MSP’den desteğini çekti ve cephe aldı. Onun “İslam davasını harcadığından” söz ediyordu.  Bir süre sonra Türkeş’in davetiyle MHP mitinglerinde konuşmaya, MHP’yi desteklemeye başladı. CHP ve rejim karşıtlığına MHP yanında devam ediyordu.

 

Bu durum, nefsinde üstadlık dikizleyenler için aradıkları fırsat oldu. “Üstad artık bizim Üstadımız değildir” diye başlayan bir linç kampanyası. İslamcı camianın, iyice artan Selefi yayınlarla, İran devrimiyle büsbütün zenci saçına döndüğü bu dönemde Üstad, İslamcılıktan dışlanmış bir duruma gelmişti.

 

İşte tam bu sırada Salih Mirzabeyoğlu ortaya çıktı ve Üstad’ın MHP’ye ait Ortadoğu gazetesinde “Müjdelerin Müjdesi” diye yazacağı hal zuhur etti:

 

– “Büyük Doğu’dan başka yere kafa ve gönül nisbeti tanımıyoruz!”

 

***

 

Salih Mirzabeyoğlu’nun Büyük Doğu’yu tanıdığı dönem, 1960’lar. Bu döneme mercek tutalım:

 

60 darbesinden sonra rejimin şaftı önemli ölçüde sağa kaymıştır. Hani solcular, Kemalistler 60 darbesini ilerici, özgürlükçü bilmem ne diye şakşaklar; tam aksine, 60 darbesiyle Türkiye tamamen ABD güdümüne girmiştir. Bundan dolayı rejim de yeni bir konum almış, artık İslam’ı değil, komünizmi baş düşman saymaktadır.

 

Bu durum İslamcı kesimde de bir rehavete sebebiyet verir. Rejime sırtını verip, kendini onun sahibi olarak görüp, komünizme karşı rejime destek olma tutumu gelişir. Rejim, 50’lerde bile olmadığı kadar Osmanlı ile özdeşleştirilir. Bu arada efsanevi düşmanlar masonluk ve yahudilik unutulmaz. Sağcı muhafazakar anlayış İslamcılığın yerini alır. Bu ticari ve siyasi bir rahatlık da sağlar. Artık Süleyman Efendi gibi mübarek insanlar gençlere gizli gizli Kur’an öğrettikleri için işkence görmeyeceklerdir ve onların ödedikleri bedel paraya tahvil edilebilecektir.

 

Salih Mirzabeyoğlu, Milli Nizam Partisi çevresinde eylemlere, sokak kavgalarına girdiği Eskişehir’deki ilk gençlik yaşında belki durumu sadece sezmektedir. Ama İstanbul’a geldiğinde gerçeği olanca vahametiyle görür. Yapılacak şey bellidir. Daha 25 yaşında, ilk dava arkadaşlarıyla Gölge dergisini çıkarır.

 

Gölge, İslamcılar arasında müthiş bir etki yapar. MSP çevresinde gençlik örgütlenmesi başlar: Akıncılar.

 

Gölge’nin mesajı gençlik tarafından alınmıştır: “Ne ABD, ne Rusya! Gasp edilen tüm haklarımız için hedef iktidardır! Ve hedefe giden yolda kan, can pahası, her türlü vasıtayla mücadele verilecektir!”

 

Bu, Menemen entrikasından bu yana ilk defa olmaktadır. Artık vakti gelmiştir. İslam’a yönelik saldırılara -kimden gelirse gelsin- artık sessiz kalınmayacak, gerekirse silahla karşılık verilecektir.

 

Akıncılar ülkenin her tarafında örgütlenir ve çeşitli eylemlerle haklarını söke söke almaya başlarlar. Bedel öderler, hapse girer, şehitler verirler. Fakat her badire onları daha fazla yükseltir. Yeni dergiler çıkar, yeni örgütler kurulur ve mücadelenin ateşi gittikçe daha fazla gürülder.

 

Ne var ki bir şey eksik kalmıştır. Asıl şey. Mücadelenin şiddeti içinde yokluğu hissedilmeyen, fakat mücadelenin hedefe varması için olmazsa olmaz değerinde bir şey: Büyük Doğu. O olmadan hedefe varılamaz ki. Varılacak hedef olmaz ki.

 

Oysa bunu kitlelere anlatmak çok zordur. Özellikle savaşan ve savaşın heyecanına kapılan gençlere. Dünyada en zor şey bunu anlatmaktır. Salih Mirzabeyoğlu bunun farkında ve çekip giden, İslamcıları adeta terk eden Üstad’ın arkasından mahzun mahzun bakmaktadır.

 

Derken sert bir karar verir: “Üstad neredeyse dava oradadır.” Akıncılardan ayrılır ve “B.D.’dan başka hiçbir yere kafa ve gönül nisbeti tanımıyoruz” diyen Akıncı Güç’ü çıkarır. Üstad bunu görür ve şöyle yazar: “Müjdelerin Müjdesi.”

 

Bundan sonra 12 Eylül darbesi: Üstad’ın ömrü boyu aradığı cevheri Salih Mirzabeyoğlu’nda bulması. Ve O’na “bir takdim yazım olacak, bütün hüviyetin görünecek” derken perde arkasına geçmesi. Salih Mirzabeyoğlu’nun Büyük Doğu’yu yeniden ele alması, aksiyona dönük olarak yeniden düzenlemesi ve Yürüyen Büyük Doğu halinde İBDA’yı kurması. Büyük Doğu’yu temel alarak, bütün İslami meseleleri ve görevleri yeniden belirlemesi ve davayı artık sarsılmaz ve yıkılmaz bir biçimde yeniden hedeflendirmesi.

 

Büyük Doğu davanın bir sanat diliyle ifade edilmiş şeklidir. Yığınlar, onun sadece havasını koklamış, üslubuna takılıp içine girememişlerdir. Oysa İbda öyle değildir. Burada artık fikir, bütün niçin’lere cevap verici ve bütün sahtelikleri açığa çıkarıcı niteliğiyle ortadadır.

 

Unuttum: 12 Eylül’den sonra Üstad’ın artık MHP ile ilişkisi yoktur. “Necip Fazıl ve Yeni Dostları” imzasıyla Rapor adlı broşürleri yayınlamaktadır. Bu broşürlerde Salih Mirzabeyoğlu ve arkadaşlarının yazıları da vardır. (Sonradan B.D. yayınevi bunları sansürledi.)

 

***

 

1923-43 arası kalp ile mücadele, 43-75 arası dil ile mücadele, 75-80 arası ise el ile mücadele dönemi oldu.

 

90’a gelindiğinde yeniden el ile mücadele döneminin açılacağının işaretleri vardı. Ama bu sefer yerel bir mücadele değil, global bir mücadele. Zira Sovyetler yıkılmış, NATO İslam’ı baş düşman ilan etmişti. Tamamen NATO’nun güdümünde olan rejim de onunla birlikte konum almıştı. İlk olarak Irak’a yönelik, -Bush’un deyimiyle- bir Haçlılar Saldırısı düzenlenecekti. Rejim de bu saldırıya katılmak ve oradan ganimet almak emelindeydi.

 

Aynı yıl Salih Mirzabeyoğlu iki büyük belirişle ortaya çıktı. Önce Nokta dergisinde, objektif şartlarının oluştuğunu, 2000 yılına kadar Türkiye’de bir İslam inkılabının beklendiğini ifade etti. Akabinde Cuma dergisinde, bir seri halinde, yardakçılık yapmak isteyen rejimi uyardı ve bundan böyle İslamcı kesimin tepkisi hesaba katılmadan emperyalizme verilecek sözlerin şaşırtıcı neticeleri olabileceğini söyledi.

 

İlk belirişle ilgili konuşalım: Daha önce Büyük Doğu Tarih Muhasebesi bahsinde söylediğimiz gibi, tarih insanlara aksiyon imkânı sunar. O imkânı değerlendirip değerlendirmemek insana kalmış.

 

Kendinden zuhur hikmetinde de bu vardır: “Kalk” emri Zât’tan gelir, kalkmak fiili ise kuldandır. Mademki fiil kuldandır, o halde onda emre itaatsizlik ve itaatte başarısızlık ihtimali de vardır.

 

Nitekim o dönemde İslamcı camiada ayakta hemen hiçbir Ehl-i Sünnet çevresi kalmamıştı. Piyasayı bütünüyle İrancılar ve Selefiler domine ediyordu. Ehl-i Sünnet pasifist ve konformist vaziyetteydi.

 

Biz bekliyorduk ki, Salih Mirzabeyoğlu’nun çıkışında Ehl-i Sünnet kesimi, “işte beklenen çağrı” deyip koşacak. Sadece iki çevreden müsbet reaksiyon geldi: İsmailağa ve Aczmendiler. İsmailağa’dan mesajı algılayan birçok genç mücadele saflarına katıldı ama büyük kalabalıklar harekete geçmedi. Bediüzzaman’ın gerçek mirasçısı olan Aczmendiler ise bu işin tam merkezinde yer aldılarsa da onlar da kemmiyet olarak fazla değillerdi.

 

Yine de MGV’lerden, Ülkü Ocaklarından, Alperenlerden, hatta soldan ve Kürt hareketinden birçok genç koşup geldi; ancak bu, ihtiyaca cevap verecek bir seviyeye ulaşmadı. Böyle olunca, sabah ezanı okunurken uyuyan Müslüman gibi, “şartlar hazır ama ortada o hazır şartları değerlendirecek adam yok” vaziyeti doğdu. Tarihi fırsat kaçırılmış oldu.

 

İkinci beliriş: ABD Irak’a saldırır saldırmaz yurt çapında birçok ilde İslamcılar ayağa kalktı. Büyük protestolar oldu. Silahlar patladı. Rejimle karşı karşıya gelindi. 1 şehid verildi. Ali Osman Zor ve arkadaşları gösterilere damgasını vurdular ve rejimin Haçlılara katılma hevesi kursağında kaldı.

 

Vakit kaybetmeden Salih Mirzabeyoğlu’na operasyon düzenlediler ve rejimin İslamcılara karşı öteden beri vazgeçemediği silahı olan işkence en ağır şekilde devreye girdi. Rejimin saldırısıyla aynı gün bir İrancı dergide de İbda aleyhinde bir karalama yazısı çıktı: Çünkü İran resmi politikası Saddam’ı şeytanlaştırmak üzerineydi. Bu adam “büyük şeytan”a tek başına karşı çıkıyor, ona destek olalım diyecekleri yerde, “büyük şeytanın büyükelçiliği”ne soyunuyorlardı.

 

Bu iki durum Salih Mirzabeyoğlu’nu seven gençleri sokağa çekti. Önce İrancılarla sokak kavgaları başladı. Bu kavgalar iyi bir idman oldu.

 

Bunun ardından işkenceci rejimle uzun ve kıyasıya bir hesaplaşma sürecine girildi. Onlar Mirzabeyoğlu’na ne kadar vurdularsa gençler de onların düzenine o kadar vurdu. Ne eksik, ne fazla.

 

Burada şunu belirtelim ki, Salih Mirzabeyoğlu bir örgüt kurmuş ve yönetmiş değildi. O, kendisini seven gençlerin bir çoğunu ya sonradan hapiste tanıdı veya hiç tanımadı. Lakin O, ortaya bir dünya görüşü koymuştu. Bu dünya görüşü etrafında gençler toplanıyordu. O’na bir zulüm yapıldığında bu gençler kendiliğinden, onlarca farklı grup halinde harekete geçti.

 

***

 

İslami hareketin 1970’lerde başlayan yükselişi 12 Eylül’e rağmen devam etti. Darbeciler neredeyse bütün ülkeyi işkence ve dayaktan geçiriyordu. Sabah akşam herkese Atatürkçülük dersleri veriyorlardı. Ama bu ters tepti. Soldan ve sağdan büyük kitleleri İslamcılaştırmaya yaradı. 80 öncesinde solun kalesi olarak bilinen şehir ve beldeler İslamcılaşmıştı. İslamcılar arasında öne çıkan isimlerin birçoğunun 80 öncesi sağda öyküsü vardı. Özal döneminde de yükseliş devam etti.

 

Yükselişin en önemli göstergelerinden biri de Refah Partisi’ydi. 91 seçimlerinde MHP ve IDP ile ittifak yaparak meclise girebilen RP, 94’te İstanbul ve Ankara belediyelerini aldı. 95 seçimlerinden birinci çıktı. Rejim RP’yi birinci olmasına rağmen iktidara getirmemek için çok uğraştı. Ama başaramadılar.

 

RP, DYP’nin önceki dönemden kalma suç dosyalarını örtbas ederek, bakanlık paylaşımında tavizler vererek, onunla ortaklık kurdu ve iktidara geldi. İyi şeyler yapmaya çalıştı: İnim inim inleyen işçi ve memura rekor maaş zammı yaptı. Emperyalizmin lanetlediği İran ve Libya ile iyi ilişkiler kurmaya çalıştı. Fakat hatalar da yaptı: DYP’nin ülkeye çöreklendirdiği İsrail gerçeğini görmedi. DYP’nin topluma dayattığı teröre ortak oldu. Hatta koalisyon bozulmasın diye Susurluk skandalını bile örtmeye çalıştı. Bu hatalar saldırıyı kolaylaştırdı.

 

Saldırı iç ve dış kuşatma ile başladı. Dışta ABD, AB, İsrail; içte NATO’cu subaylar, laik burjuvazi, Kemalist bürokrasi ve Fetöcü tetikçiler harekete geçti.

 

İlk olarak Aczmendi lideri M. Gündüz’e operasyon düzenlendi. RP bunun darbe başlangıcı olduğunu anlayamadı. Ardından RP’li vaizlerin, milletvekillerinin eski konuşmaları ortaya çıkarıldı. Basında günlerce irtica yaygarası yapıldı. Derken 28 Şubat kararları geldi. RP hiçbirine ses çıkaramadı.

 

Kapatma davası açıldı. RP bunun üzerine İstanbul’da miting düzenledi. En az 1 milyon insan topladı. İnanır mısınız, Sultanahmet meydanı, Eminönü’nden Aksaray’a insan seliydi. Yığınlar “vur de vuralım öl de ölelim” diye bağırıyordu. RP, “Provokasyonlara gelmeyin, kimse partiyi kapatamaz, her şey kontrolümüz altında” diyerek onları eve yolladı.

 

Bahçeli’nin deyimiyle bu “erkek değil ürkek” tavır darbecilere daha da cesaret verdi. RP’yi bir ayak oyunuyla iktidardan düşürdü ve kapattılar. Sonra halka saldırmaya başladılar. Okullara, Kur’an kurslarına, vakıflara, derneklere, gazetelere, belediyelere, şirketlere, aklınıza gelecek her yere saldırdılar. Ortaokul çağında genç kızlar coplanıyor, yerlerde sürükleniyordu. İslamcı gençler kaçırılıyor, işkenceden geçiriliyor ve hapse atılıyordu. Üniversitelerde ikna odaları kuruluyor, binlerce genç kız başını açmaya zorlanıyor yahut tahsili bıraktırılıyordu. Vakıf mallarına, belediye gelirlerine el konuluyor, belediye başkanları hapse atılıyordu. RP’den olduğu gibi, onun yerine kurulan FP’den de gık çıkmıyordu.

 

Kimse RP’den silahlanıp dağa çıkmasını beklemiyordu. Fakat Hasan Celal gibi bazıları bas bas bağırıyor, sivil direniş çağrıları yapıyor, RP buna bile cesaret edemiyordu. Böylece Erbakan ve onun Milli Görüşü İslamcıların büyük ölçüde desteğini kaybetti ve siyaset sahnesinden silindi.

 

Sıra darbenin asıl hedefine geldi: Salih Mirzabeyoğlu. Çocuklarını okula götürürken gözaltına alındı ve uydurma suçlarla hapse atıldı. Fakat hapiste onu öldürmeden rahat etmeyeceklerdi. Suikast için içeri adam soktular, yapamadılar. Saldırdılar, dayak yiyip döndüler. En son ağır silahlar ve bombalarla saldırıp linç etmeye kalkıştılar. Yetmedi, telegram işkencesine başladılar.

 

Hikâyenin bundan sonrasını sanırım benden dinlemek istemezsiniz. “Bomboş geçen kayıp 20 yıl” falan derim, belki hoşunuza gitmez. Ak Parti geldi dersiniz. Ben de evet, bir bakıma İslamcılığın devam eden yükselişi; bir bakıma İslamcıların benzeri görülmedik ölçüde bozulması, yozlaşması, emperyalist düzenle uyumu derim.

Kaynak: Selim GÜRSELGİL - Diyalektik Düşünce

Recep YAZGANRecep YAZGAN