Gündem
Giriş Tarihi : 18-12-2016 11:22   Güncelleme : 18-12-2016 11:22

Oyunu Rakip Sahada Kurmak Ya da...

Oyunu Rakip Sahada Kurmak Ya da...

İstanbul’da Beşiktaş saldırısının ardından gelen Kayseri saldırısı yine içimizi yaktı. Şehitlerimize rahmet, yaralılara acil şifalar diliyorum. Katiller ve arkasındaki güçleri lanetliyorum. Bu vesile ile yapmış olduğum analizi siz değerli dostlarımla / okuyucularımla paylaşmak istiyorum.

Bugünü anlamak için biraz geriye gitmemiz, tarihe bakmamız gerekiyor. Birinci Dünya Savaşı'nın üzerinden 100 yıl geçti. Osmanlı'ya dayatılan Sevr Antlaşmasında güneyimizde (dindaşımız Müslümanlarla bağımızı kesmek için) sınır boyunca bir Kürdistan, doğumuzda da (soydaşlarımız Türklerle bağımızı kesmek için) bir Ermenistan öngörülüyordu. Batımız Batılı ülkelerle zaten kuşatılmıştı. Hedeflenen; Batının kontrolünde küçük ve izole edilmiş bir Türk toprağıydı.

Kurtuluş Savaşı ve Lozan'ın ardından Sevr'in tarihe gömüldüğünü sanmıştık. Öyle zannedildi/zannettirildi. Bu arada Sovyetler Birliği ortaya çıktı. “Yaşasın halkların kardeşliği” nidaları arasında sınırımızdaki (Ahıskalılar) ve Karadenizin karşı kıyısındaki (Kırım Tatarı) Türkler sürgün edilerek bunlarla Anadolu’nun teması kesilirken, doğumuzda Ermenisten kuruldu. Nahcivan bizden tarafta kalsa da aradan hançer gibi bir Ermeni kuyruğu kuzeyden güneye uzatılıp İran sınırı ile birleştirildi. İran zaten ezelî düşmanlığından ötürü bize geçit vermezdi. Böylece  doğu sınırlarımızda işlem tamamdı.

Yıllar sonra 2000'li yıllara gelindiğinde bile 50 km genişliğindeki Ermenistan toprağını geçemediğimiz için Azerbaycan ile aramızda inşa edilen petrol boru hattı (BTC) daha kuzeyden dolaştırılarak ve yol uzatılarak Gürcistan üzerinden geçirildi. Yeni inşa edilmekte olan demiryolunun güzergahı da yine kestirmeden Nahçivan-Azerbaycan üzerinden değil, kuzeyden Gürcistan üzerinden oldu. Türk Cumhuriyetlerinden Türkiye'ye gelecek enerji (boru) hatları ve demiryolu Gürcistan'la iyi geçinmemize bağlıydı. Gürcistan'la iyi geçinmek demek (arkasındaki açık devletler / Batılı ülkeler) ve (derin devlet / Rusya ile) iyi geçinmek, denileni kabul etmek, asla onların aleyhine bizim lehimize olacak bir maceraya girmemek demekti. Yani Türk Cumhuriyetleri ile her türlü ilişkimiz Batı ya da Rusya'nın kontrolünde ve onların izin verdiği kadardır. Hatırlayın tıpkı Suriye’de Esat’la olduğu gibi, Gürcistan’da da Şarkaşvili ile dost olmuştuk ve neredeyse aradan sınır kalkacaktı. Rusya Gürcistan’a girdi ve BTC Boru Hattı üzerinde yaptığı basın açıklaması ile mesajını verdi. O günden beri Rusya’nın izin verdiği kadar diyaloğumuz devam ediyor, onun izin verdiği kadar Azerbaycan’a, Kafkaslara ve daha ilerisine geçiş yapabiliyoruz. Gürcistan’la eski samimiyetin yerinde yeller esiyor.

Ve günümüze geldik. Doğuda biten, Güneyimizde yarım kalan işlemin tamamlanması için Düvel-i Muazzama tarafından düğmeye basıldı. Savaş, kargaşa, kaos derken güney sınırımız boyunca (100 yıl önce planlanan ve yarım kalan) Kürdistan için harekete geçildi. Tıpkı Gürcistan'daki gibi küfür tek millet. Güneyimizden kuşatma projesinde Batı bir yanda Rusya diğer yanda ağlarını örmekteler.

Güneye (Ortadoğu'ya, Arabistan'a, Afrika'ya) inmek (kutsal topraklara özgürce gidebilmek de buna dahil) en azından bir koridora ihtiyacımız var. Bu bile bize çok görülüyor. Orta Asya Türklerine ulaşmak için nasıl (50 km genişliğindeki Ermeni toprakları Çin Seddinden beter aşılmaz bir duvar olup) Gürcistan'a muhtaçsak (hıristiyan bir ülkedir ve çıkarlarımız çatıştığında elbette ki bizden yana olmayacak), Müslümanlara, İslam ülkelerine, ulaşmak için de yarın bizi Kürtlere (ya da o zaman geldiğinde, cetvelle çizip adını ne koyacaklarsa, o devlete) muhtaç hale getirecekler.

Velhasıl herkesin bildiği futbol maçı örneğinden hareketle; ya oyunu rakip sahada kuracak ve saldırıları en azından orta sahada karşılayıp hücuma geçecek, gol atacak ve galip geleceğiz. Ya da düşmanı sınırda  (defansta / kale çizgisi civarında) kabul edip 90 dakika (önümüzdeki 50-100 yıl) boyunca (eyvah gol yedik / yiyeceğiz / hakem penaltı verdi verecek) diye ölüp ölüp dirileceğiz. Bugün bir kısım medya, muhalefet, kişi ve kurumların “aman kendi sahamızdan çıkmayalım” (başka ülkelerin taprakarında ne işimiz var) mantığı / taktiği ile peş peşe gelen hücumlar karşısında kendi yeri sahamızı savunabilir miyiz? İçe kapanma ve savunmayı sınırlarımıza çekme lüksümüz var mıdır? Bütün bu olanlara ve olacak olanlara razı olabilir miyiz? Bütün bunları bile bile ne işimiz var Suriye’de, Irak’ta diyebilir miyiz?

Şu anda düşmanlarımız kale çizgimiz civarında, yani ceza sahamızda at koşturuyor, bombalarla donattıkları uşaklarını aramızda dolaştırıyorlar. Bütün hakemler onlardan yana, haklı olduğumuz pozisyonda bile aleyhimize düdük çalıyorlar. Mutlaka yenilmemizi istiyorlar. Bulundukları ligde bile olmamızı çekemiyorlar. Sahada galip gelsek masada üstümüzü çiziyorlar. Gol yiyip mağlup olmamız bizim esaretimiz ve ülkemizin mahvolması demek. Bu topu (belayı) kendi ceza sahamızdan (topraklarımızdan) uzak tutmalı, asla kendi yeri sahamıza yaklaştırmamalıyız. Oyunu rakip sahada kurmalı orta sahayı geçmelerine izin vermemeliyiz. En iyi savunma hücumdur düsturu gereği oyunu kurallarına göre oynamalı, düşmanı vatanımızdan uzak (rakip sahada)  tutmalıyız. 

Bunun için elbette birlik beraberliğe ihtiyacımız var. Çünkü takım olmalı, takım oyunu oynamalıyız. Yöneticilerimiz bir teknik direktör edasıyla oyunu iyi okumalı, taktik üstünlüğü kaybetmemeli. Futbolcular (askerimiz/polisimiz) antremanlı olmalı ve sahada iyi yer tutmalı, rakibe pozisyon vermemeli, gerektiğinde rakibi rakip sahada, o da olmazsa orta sahada kesin yere sermeli, asla ve kat’a kalemize (vatanımıza) yaklaştırmamalıyız. Seyircimiz, yani bütün millet olarak bizler de tedbiri elden bırakmamalı, bunun bir millî maç olduğunu bilmeli, hep birlikte bütün tribünler; vatan bir, bayrak bir, dil bir, ezan bir nidalarıyla aynı tezahüratı haykırmalı, sonsuza kadar desteğimizin takımımızla birlikte olduğunu dosta düşmana hissettirmeliyiz.

Düşman kendisi gelmiyor, kiralık /besleme futbolculardan (teröristlerden / paralı askerlerden) oluşan takımı sahaya sürmüş. Bu takımı yensek bile düşmanlarımızın daha sonra başka takımları sahaya sürebileceğini, bu arada hakemlerle de anlaşabileceğini, kurada bile hile yapabileceğini bilmeli,  kurulan her masada olmalı, tedbiri elden bırakmamalıyız. Kısacası, bu coğrafyada kıyamete kadar varolmak istiyorsak bütün dünyanın bildiği bu oyunu iyi oynamalıyız. Bırakın mağlup olmayı, yenilgiyi aklımıza bile getirmemeliyiz. Çünkü biz millet olarak tribünlerde maçı kendi gözlerimizle seyrediyor olsak da bir buçuk milyar insan dışarıdan bizi izliyor, kalpleri bizim için atıyor. Biz kazanırsak onlar kazanacak, biz kaybedersek onlar da kaybedecek. Sorumluluğumuz çok, çok büyük. Bu bayrak yere düşerse başka kaldıracak yok. Bize birşey olmaz demeyelim, gaflet uykusundan uyanalım. 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu gider ayak bayrağı bize devretse de, 400 yıllık hakimiyetin ardından Endülüs Emevilerinden bugün İspanya’da tek bir Müslüman Arabın kalmamış olması gerçeğini asla ve asla unutmayalım. Allah yâr ve yardımcımız olsun, devletimize milletimize zeval vermesin. 

Prof. Dr. Cevdet YILMAZ

19 Mayıs Üniversitesi Öğretim Üyesi

[email protected]     

adminadmin