Dile Dair Noktalamalar

Kültür - 10-03-2019 14:00

İnsanların konuştukları şey genel itibariyle düşüncesini yansıtır ve insan düşünebildiği kadar konuşabilir. Bundan dolayıdır ki milletlerin zihin ve düşünce yapısını değiştirmek isteyenler kültür emperyalizminin “milletlerin dilini yok etmek veya kendi dillerine benzetmek” gibi işlevlerine başvurmaktadırlar.

Bütün bir insanlık, bilhassa Müslümanlar olarak bir çıkmazın içindeyiz. Çeşitli problemlerimiz var. Bu problemlerin başında dil mevzuu geliyor. Dil, insanın temel ihtiyaçlarını karşılamasında kullandığı araçlardan biri olmasından öte kaçınılmaz bir ihtiyaç ve insanın insan olmasını sağlayan önemli bir şey. İnsanın yaratılması, Allah’ın “Kün” diye emri neticesi gerçekleşmiştir. Bu çerçevede biz insanlar ve dünyada gördüğümüz her şey hatta bütün bir kâinat Allah’ın kelamından tecellilerinden ibarettir. Dil meselesi sonradan karşımıza çıkmış bir mesele değil en baştan beri var olan bir meseledir. Bu konuda mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu şöyle diyor: “Kelam taayyün ve belirlemek mânâsındadır. Ve Allah’ın insana kendi nefesinden üflediğini bildirdiği ruhun isimlerinden biri de Kelime-i ehemdir. Öne alınmış söz, sözün öne alınmışı… Demek oluyor ki, meçhulden kurtarılması gereken malumların başında ‘her şeyden önce kelam vardı’ hikmeti bulunuyor.” (Mirzabeyoğlu 2013:17)

Dil ve Düşünce

Hayvan ile insanı ayıran temel şey şuurdur. Hayvanda içgüdü, insanda ise şuur vardır. Hayvanlar bir faaliyet yaptıklarında kendi yaşamlarını devam ettirebilmek için Allah tarafından onlara verilen içgüdülerle yaparlar. Bir aslan “Bugün karnımı doyurmak için bir ceylan yemeliyim” demediği gibi bir ceylan da “Aslan beni yakalarsa yer. Ondan dolayı kaçmalıyım” demez. Çünkü hayvanlarda düşünce faaliyeti bulunmaz. Düşünce insana mahsus bir özelliktir. İnsanın konuşma faaliyeti de düşünce ve şuur vesilesiyledir. Meseleyi bu minval üzere değerlendirdiğimizde dil ve düşünce birbirinden ayrılamadığı gerçeği bedahet halinde kendini gösterir.

İnsanların konuştukları şey genel itibariyle düşüncesini yansıtır ve insan düşünebildiği kadar konuşabilir. Bundan dolayıdır ki milletlerin zihin ve düşünce yapısını değiştirmek isteyenler kültür emperyalizminin “milletlerin dilini yok etmek veya kendi dillerine benzetmek” gibi işlevlerine başvurmaktadırlar. Böylelikle kitleleri rahatlıkla kontrol edebileceklerini düşünürler. Oysa her milleti “Mutlak Fikir” ölçüleri çerçevesinde kendi hasrı içinde muhafaza etmek ve gelişmesine imkan tanımak gerekir. Bunu en güzel haliyle yapan ve yepyeni bir anlayış dili oluşturup milletin düşüncesini ona göre kuran Büyük Doğu - İbda dünya görüşünün mimarları Necip Fazıl Kısakürek ve Salih Mirzabeyoğlu karşımızda duruyor.

Kültür emperyalizmi bahsine geri dönmek gerekirse bunu müşahede etmek için çok geriye gitmemize gerek yok. Yakın tarihimiz bunun en acı örnekleri ile dolu ve hala acı bir şekilde bunu yaşıyoruz. Türk Dil Kurumu’nun ve sözde aydın taifesinin dilimizi sadeleştirmek ve saf Türkçe oluşturmak kisvesiyle yaptığı katliamlar düşünce yapımızı derinden etkilemiştir. Her alanda Batı karşısında htiğimiz aşağılık kompleksi dil meselesinde de kendini göstermiştir. Bu kompleksin sebebi her geçen gün “Mutlak Fikir”den uzaklaşma, yaşanılan yabancılaşma ve cehalettir. Kültür emperyalizmi sadece dili tahrif üzere kurulan kurumlarla yapılmamaktadır. Okullarda verilen dil eğitimleri ve medya yoluyla telkin edilen dil ile de kültürümüze dinamit konulmaktadır. Dünyaya hükmettiğimiz dönemi incelediğimizde toplumun önemli bir kesiminin ve yöneticilerin edebi anlamda üst düzeyde olduklarını görebiliriz. Bunlardan en dikkat çekici olanları Fatih Sultan Mehmed’in ve Yavuz Sultan Selim’in divanlarıdır. Yavuz Sultan Selim döneminde gerçekleşen şu olay düşüncenin dile etkisi bakımından mühim:

Yavuz Sultan Selim Han, bir gün nasıl olduysa gönül ehli olan Şâir Vehbî’yi yanlışlıkla üzüp, yanından uzaklaştırmış. Şâir Vehbî de diyâr diyâr dolaşıp yerleşecek yer aradıktan sonra, nihâyet Van Müftüsü’nün yanında kâtip olarak çalışmaya başlamış. Aradan biraz zaman geçtikten sonra, Sultan Selim Han şâiri tekrar bulmak istemiş. Fakat ara ki bulasın… Şâir sanki yer yarılmış da içine girmiş. Düşünmüş, taşınmış ve aklına bir fikir gelmiş. Demiş ki, “Ben bir mısrâ yazayım ve bir yarışma düzenlensin. Benim mısrâmı beyte tamamlayan en güzel mısrâyı yazana mükâfât vereceğimi ilan edeyim. Şüphesiz ki Şâir Vehbî de dayanamayıp, katılacaktır. O vakit, onu üslûbundan tanırım.” Ardından şu mısrâyı yazmış: “Bütün dünya benim olsa gamım gitmez nedendir bu?”

Hemen münâdîler çıkartılmış ve Devlet-i Âl-i Osmân’ın her köşesinde Sultan’ın başlattığı yarışma îlân edilmiş. Tabiî katılan çok olmuş. Her eli kalem tutan, Sultan’ın mısrâsına bir mısrâ katıp, saraya göndermiş. Fakat padişah hiçbirisini kabul etmemiş. Her gelene “Hayır” demiş, “Aradığım bu değil.” Van Müftüsü bu hâli işitince, “Şansımı bir de ben deneyeyim, nasipse olur” deyip, koyulmuş bir mısrâ yazmaya. Kendince bir şeyler yazdıktan sonra, bir de kâtibine göstermiş, “Nasıl olmuş?” diye. Şâir Vehbî de, “Şurası şöyle olsa nasıl olur?”, “Şurasını da şöyle değiştirseniz güzel olmaz mı?” derken ortaya şu mısrâ çıkmış: “Ezelden gam turâbıyla yoğrulmuş bir bedendir bu.”

Pâdişah Van Müftüsü’nden gelen beyti okuyunca birden durmuş. “Tamam” demiş, “İşte aradığımı buldum. Hemen haber salın bu mısrânın şâirine, saraya gelsin.” Müftü büyük bir heyecanla gelmiş saraya. Padişahla bizzat görüşmek üzere huzûra alınmış. Padişah aradığını bulmuş olmanın rahatlığıyla sormuş : “Bak müftü efendi. Bu mısrâ ile mükâfâtı hakettin. Lâkin… Eğer ben üslûptan şu kadar anlıyorsam, bu mısrâın şâiri sen değilsin.” Müftü efendi hiç uzun etmemiş. “Doğrudur hünkârım” demiş.  “Kimdir o halde?” Söylemiş müftü, “Kâtibimdir” demiş. “İsmi nedir kâtibinin?” “Vehbî…” “Doğru, Vehbî’dir. Elhamdülillâh, çağırın öyleyse gelsin.” Yavuz’da görünen şiirde üslup, düşünce ve estetik birlikteliği. İncelik idraki ve muhteşem bir deruni idrak. O günlerden kalan mısra: Bütün dünya benim olsa gamım gitmez nedendir bu / Çün ezelden gam turâbıyla yoğrulmuş bedendir bu.

Bu misalden hareketle dünün cemiyetinin yönetici yahut teba, her birinin sahip oldukları zengin dil, meseleleri daha derinden düşünmelerine ve tahlil etmelerine sebep oluyordu. Günümüz yönetici ve toplumuna baktığımızda dilimizin küfür ve kuru laf kalabalığı olduğunu rahatlıkla görüyoruz. Geçmiş ve günümüz arasında bir muhasebe yaparak dilin ne kadar önemli olduğunu anlayabiliriz.

Dilin, düşünceyi oluşturmasında ne kadar ehemmiyet arzettiğini bize gösteren başka bir örnek de Hz. Ali Efendimizin Arap dilinin bozulduğunu düşünüp bugün bizim “Emsile Bina” dediğimiz dil kurallarını oluşturmasıdır.  Dilin bozulması demek düşünce yapısının bozulması demek olacağını bildiklerinden bu meseleye çok önem vermişlerdir.

Türkler, Müslüman olmadan önce göçebe bir hayat tarzına sahiplerdi. İslam’dan önceki Türklerin edebi eserleri çok nadirdir. İçinde anlatılanlar ise savaştan ve geçmişlerinden ibarettir. Düşünce yapıları ve hayatları dillerini etkilemiştir. Müslüman olduktan sonraysa edebi anlamda zirveye oynayan Türklerin dilini incelediğimizde büyük bir zenginlikle karşılaşıyoruz. Müslüman olduktan sonra Arapça ve Farsça ile tanışan Türkler, Türkçe ile bu dilleri harmanlayıp ortaya edebi anlamda zengin ve zevk veren OSMANLICA dilini oluşturdular. Bu dil ile edebi anlamda birçok eser telif edildi. Sonradan harf devrimi ve sözde aydın taifesinin dilimizi sadeleştirmek amacıyla yaptığı dil katliamı neticesinde zengin bir dile sahipken fakir bir dile mahkum edildik.

Dil Öğretimi

Dil öğretimi ele alacağımız bir başka mevzuu. İnsan her dili konuşabilecek şekilde yaratılmıştır. Çünkü bebeklerin dil yapısı ve düşünce yapısı ebeveynleri tarafından hangi yöne evrilirse o yöne doğru gidecektir. Bebekler doğdukları zaman ilk önce etrafındakileri incelerler. Hiçbir bebek doğar doğmaz etraftaki nesnelere vakıf olmaz. Bu nesneleri ebeveynleri tarafından öğrenir. Dilde bu şekilde öğrenilmektedir. Bebekler duydukları seslerle konuşmaya aşina olurlar. İlk önce konuşana kadar ağlamak ve bazı sesler çıkarmak suretiyle çevreyle anlaşırlar. Bebeğin ağlama sesine göre ne demek istediği anlaşılabilir. Bu hususta dilbilimci David Crystal söyle der: Acı ağlaması, şiddetli bir gürültü patlamasıyla yüksek perdeden başlar; onu takip eden daha da kısa ve alçak seslidir. Bebek kucağa alınıp okşanırsa ağlama son bulacaktır. Aksi halde biri gelip onu sakinleştirene kadar tekrarlanır. (Crystal 2018:16)

Bebek ilk önce bazı sesleri çıkarmaya başlar. Bu sesler genelde anlaşılır sesler değildir. Yani bebeğin ne dediğini anlayamayız. Sonradan eşyalarla temas etmek suretiyle ve ebeveynlerin sürekli bebekle iletişimde olmasından dolayı bu sesler biraz daha mantıklı kelimelere döner. Bebek bu sefer basit kelimeleri çıkarmaya başlar. Misal vermek gerekirse baba ve anne gibi. Bu kelimeleri çıkarınca ebeveynleri tarafından duyduğu kelimeleri kullanmaya başlar. Bebek baba dediğinde veya anne dediğinde onların anne ve baba olduğunu kesin olarak bilmeyebilir. Sadece tekrar neticesinde artık o kelimeleri kullanabilmeye başlamıştır. Zamanla anne ve baba kelimelerinin anlamına vakıf olur. Diğer kelimelere vukufiyeti de bu şekildedir.

İnsanların farklı bir dili öğrenmesi meselesinde ise bebeğe davranıldığı gibi davranılmalıdır. Bebek başta basit kelimeler öğrenir sonra basit cümleler sonra konuşmaya başlar. Başka bir dili öğrenmek isteyenlerse ilk önce anne, baba gibi kelimeleri öğrenmelidir. Sonrasında nasılsın gibi soru cümlelerini öğrenir ve o dilde tanışma öğrenilmiş olur. Zaten bebekte en başta basit kelimelerle başlayıp konuşmayı öğrenmişti. Türkiye’de yapılan yanlış dil eğitimleri sebebiyle on seneye yakın zorunlu İngilizce eğitimi veren okullarımızda çok nadir İngilizce öğrenen kişi çıkmaktadır. Çünkü bu sistemde konuşma yerine dil bilgisine önem verilir. Benzer durum Arapça ağırlıklı ders verilen medreselerde de vardır. Medrese eğitimi ile Arapça öğrenmeye çalışan öğrencilerin bir zaman sonra Arapça kelime bilmediklerinden konuşamadıkları görülmüştür. Biz bebeğe baba ve anne yerine iyelik ekini öğretseydik bebek de Türkçe konuşamazdı. Bebeğin en başta dediğimiz gibi kulak aşinalığı sayesinde öğrendiğini söylemiştik. Buradan yola çıkarsak başka bir dil öğrenirken dinleme, görme, tekrar ve diyalogun oldukça önemli olduğu bedahet halinde bir vakıa. Hangi eğitim anlayışı olursa olsun bu yapıdan uzaklaştığı oranda dil öğretiminden de o derece uzaklaşır ve gerçekçi bir verim alamaz.

 Dil ve Anlayış

Dilde anlayış mevzuu. Anlayış bir kimsenin anlama biçimi ya da anlama gücü. Bu konuda mânâ diline değinebiliriz. Mânâ dili dediğimiz dil akılla veya ilim tahsil ederek öğrenilmez. Bu biraz nasib işidir. Zira Kuran-ı Kerim üzerine o kadar çalışıp iman etmeyen bedbaht ile fen ilimlerine o kadar vakıf olup kainat üzerinden Allah’ı kabule yanaşmayan, o kadar İslami ilimler tahsil edip sahabeyi, hadisleri inkar eden bedbahtlarla, Kuran-ı Kerim’i dahi tam bilmeyip Allah’a iman eden insanlar bir olamaz. Birisinde Allah’ın nasibi sonucu mânâ dilini bilen insan diğeri ise yıllarca kitap okuyup kafa patlatsa da ilminin sadece kibir verdiği bedbaht. Malum olduğu üzere mânâ dilini öğrenmek kalb ile alakalı ve seziyle.

Diğer bir anlayış biçimi jargon mevzuu. Mevzuyu misallerle açıklamaya gayret edecek olursak: İstanbul’da pazarlarda duyabileceğiniz bir kelime çengeldir. Bu kelimeyle aslında salatalıktan bahsedilir. Çengelköy’de yetişen salatalıkların güzel olmasından dolayı ismi çengel veya badem olarak kalmıştır. İlk defa İstanbul’da pazara giden bir kişi bunu anlamayacaktır.

Bir başka misal: İzmir’e ilk defa gidip akrabalarında kalan bir kişi akrabalarının çocuklarına gevrek ve çiğdem almalarını söylediğini duymuş. Gevreğin simit çiğdemin ise çekirdek olduğunu sonradan öğrenmiş. İzmir’de jargon buymuş. Jargon sadece bölgelerde geçerli değildir. Dolmuşlarda kullanılan oraya ve ortama mahsus ifadeler de “dolmuş jargonu” diye geçer. İnilecek yeri ifade eden veya gidilecek yeri ifade eden cümleler sadece dolmuşa özeldir. Ondan dolayı jargon bizim için önemli bir yer tutar. Bir başka anlayış meselesi kavramlara verilen mânâ meselesidir. Şehid kelimesi bu konuya çok uygun. Şehidin anlamı Allah yolunda yapılan bir ameliyede Allah rızası için canını veren kişi demektir. Şu an her ölene şehid deniyor. Allaha inanmayan birisi öldüğünde bile şehid deniyor. Bu anlamda anlayışlarımıza göre dilimiz şekilleniyor. Kelimelerin kullanıldığı bağlamlar anlayışımızı gösteriyor.

Dillerin Değişimi ve Yeni Dil Oluşması

Bu başlıkta ele alacağımız mesele bazı halkların dil yapıları ve zamanla dillerde gerçekleşen değişiklikler. Khoisan, Çin, Yunan, Arap dilleri bu çerçevede karşımıza çıkıyor.  Aynı dili konuşan insanlar birkaç yolla dillerinde değişikliğe giderler veya yeni bir dil oluştururlar. Bu meseleyi detaylandırmak gerekirse eskiden yaşayan San halklarının konuştuğu Khoisan dillere bakabiliriz. San halkları Afrika bölgesinde birbirinden uzak ve bağımsız yaşayan kabile halkları. Konuştukları dillere “Khoisan Dilleri” denir. Her bölgedeki insanların konuştukları diller birbirine benzer bunun nedeni aynı kökene sahip olmaları. Lakin başka bölgelerde birbirlerinden bağımsız yaşamaları zamanla dillerinde değişikliğe sebep olmuş ve farklı diller meydana gelmiştir. Bu değişimin diğer bir sebebi ticarettir. Tüccarların başka ülkelere ticaret için gidip o bölgenin insanına kendi mallarını satmak suretiyle kendi kültürlerini yansıtmaları bölge insanlarının dillerinde değişikliğe sebep olmuştur.  Bu değişimin bir başka yolu da savaşlardır. Savaşlar ve fetihler sonucu halklar birbirleriyle karşılaşırlar. Eğer fetheden halkın dili fethedilenden daha edebi ise ve fethedenin politikası dili değiştirmeye yönelikse kaybeden ülkenin halkı zamanla kazananın dilini konuşmaya başlar veya dillerinde önemli değişiklikler olur. Eğer kaybeden ülkenin dili daha edebi ise kazanan ülkenin insanları etkilenecektir ve dilleri değişime uğrayacaktır. Yunan bölgesini fetheden Roma’nın dilinin değişip Yunanca olması buna bir misaldir. Ayrıca dilin yazıya geçirilmesi bu konuda oldukça önemlidir. Yunancanın yazıya geçirilmiş olması yıllarca yaşamasında önemli rol oynamıştır.

Büyük coğrafyaya yayılmış ülkelerin dillerinin değişmesi ortaya çeşitli aksan, lehçe ve diyalektlerin çıkmasına neden olmuştur. Buna örnek olarak Çin dili verilebilir. Çince sürekli değişime uğramıştır. Çok geniş olması dilinin dinamik olmasına sebep olmuştur. Bundan dolayı birçok lehçe ortaya çıkmıştır lakin Çince olarak hep kalmıştır ve Çince’den yeni diller türememiştir. Bunda en büyük amil Çin Devleti’nin politikalarıdır. Ayrıca Çin’in bu kadar sene ayakta kalmasını ve kültürünü yaşatmasını diline bağlayabiliriz. Diline sahip çıkan halklar kültürünü de iyi bilirler ve geçmişini bilen geleceğini şekillendirir.

Netice

Dil, en baştan beridir var olan ve bütün bir insanlığın en önemli mevzuu. Anlayışı etkileyen dil, mânâyı etkileyen dil, çevremizle anlaşmamızı sağlayan dil. En önemlisi kültürel etkileşimin aracı olarak dil karşımızda. Dilin önemi bir bedahet olarak apaçık. Anlayışımızı değiştirmesi, mânâ dilini anlayabilmek nasibine ermek, bebeklikten başlayan ve dil öğreniminde uygulanması gereken metodlar. Dil bunların hepsinde etkili ve önemli. Dil meselesi Müslümanlar ve milletimiz için büyük önem arz etmektedir. Harf devriminden sonra bize dilimiz unutturuldu. Bundan dolayı geçmişte yazılan eserleri okuyamaz olduk. Bu da geçmişimizi ve kültürümüzü bize unutturdu. Dil meselesinin önemini üç kıtaya hükmeden bir devletten nereye düştüğümüze baktığımızda rahatlıkla görüyoruz. Bugünlerde bazı aydınlarımız yeni bir medeniyet dili inşa etmeliyiz deyip duruyorlar. Hâlbuki yıllar önce Üstad Necip Fazılın sonrasında Salih Mirzabeyoğlu’nun oluşturduğu Büyük Doğu Dil ve Diyalektiği olanca ihtişamıyla ortada.

Kaynakça:

Cyrstal, David. (2018). Dilin Kısa Tarihi. Çev. Tufan Gönekçin. İstanbul: Alfa Yayınları.

Janson, Tore. (2016). Dillerin Tarihi. Çev. Mehmet Doğan. İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları.

Mirzabeyoğlu, Salih. (2013). Dil ve Anlayış. İstanbul: İbda Yayınları.

Burak Çetik

Aylık Dergisi 172. Sayı

 

Günün Diğer Haberleri