BİR SİNEMA VAR SİNEMADAN İÇERU!

Endülüs Cumartesi Konuşmaları'nda Akasyamhaber yazarı Dursun Ali Tökel sinema ve sinema dili üzerine konuştu.

Türkiye - 05-05-2013 16:42

BİR SİNEMA VAR SİNEMADAN İÇERU!
Tökel’in  Granada Edebiyat Dergisi'nin ilk sayısında yer alan "Bir Sinema Var Sinemada Sinemadan İçeru" başlıklı yazısı ekseninde başlayan konuşması dinleyicilerin de katılımıyla devam etti.
 
SİNEMA VE METAFORLAR

Dursun Ali Tökel konuşmasında Türk seyircisinin batının metaforlarıyla sinema dilini çözmeye zorlandığını belirterek Türk sinemasının dilinin oluşturulamadığını belirtti.
 
Tökel şöyle devam etti;
 
Şiir metinlerinde bazı metafor çözümlemeleri yapıyoruz. Bir seferinde arkadaşlara, “bir film sahnesi düşünün: Film kahramanları bir uğursuzluğun varlığına inanıyorlar. Siz yönetmen olsanız seyirciye bu uğursuzluğu hangi görsel malzemeyle verirsiniz” diye sordum. “Kapılar şiddetli bir şekilde açılıp kapanır”, “rüzgâr pencereleri büyük bir gürültüyle açar, perdeler havada uçuşur”, “şimşekler çakar”, “camlar kırılır” vb. tamamen Amerikan sinemasından alınan görsellerle cevaplar verdiler. Gördüm ki onlar yerli dilin metaforlarına hâkim değiller, yerli benzetmelere uzaklar. Yerli masallarla büyümediler. Dolayısıyla bir film çekmeye çalışsalar, tamamen Amerikan metaforlarını kullanacaklar: Bizde bir uğursuzluk metaforu kullanılmaya çalışılsa herhalde, havada biteviye “gaaaak, gaaaak” diye uçuşan kargalar topluluğu ve sabaha kadar susmayan baykuş sesi kullanılırdı. Batı metaforunda baykuş bilgeliğin, ama bizde uğursuzluğun sembolüdür.
 
Bir film; roman, hikâye, şiir, tiyatro, resim, fotoğrafçılık, dinler tarihi, mitoloji, sahne sanatları, görsel malzemeler, ışık ve ses sistemleri, müzik vb. çok fazla alanlarla yakın ilişki içinde olan karmaşık bir sanat yekûnudur ve var olabilmek için çok fazla sanat, bilim, zanaat alanını kullanmaktadır.

Ama bütün bunlara rağmen bir filmin derin yapısında insana yönelen göz, anlatmakla beraber göstermeyi esas alır. Bir düşünce, bir duygu, bir inanç hangi metaforlarla, hangi görsellerle insana en yakın dil kullanılarak anlatılacaktır? Bunun için metafor eğitimi mi vermek gerekiyor?

Neden yerli filmlerimiz pek çoğumuza yavan gelmektedir? Bizim hikâyemizi neden bizim yönetmenimiz çekememektedir? Neden aklımıza Hz. Hamza deyince hemen Anthony Quinn gelmektedir? Tarihimizin, sinema filmi olsa çok da muhteşem olacağına inandığımız sahneleri, neden görsel ve anlatısal bir ihtişamla sinemaya aktarılamamaktadır?

Bizden olmayan sinemalar karşısında bizi büyüleyen şey, bizim sinemamıza nasıl devşirilir? Yönetmenlerimiz yerli hikâyelere, yerli anlatılara, yerli metaforlara ve görsellere neden bu kadar uzaktır ve olanlar neden hep sanki oluyormuş gibi olmakta ve bizde hep bir eksiklik duygusu uyandırmaktadır?
 
Bizim filmimizin olmamasında, bizim hikâyemizin neden olmadığına ilişkin Tanpınar’ın şu tespiti ne derece uymaktadır:
 
 Tanpınar, dilini, üslubunu, kurgusunu çok beğendiği halde yine de bir türlü ısınamadığı bir gencin hikâyesini değerlendirmek zorunda kalır. Genç ondan cevap beklemektedir. Tanpınar da açık yüreklilikle şöyle konuşur: “Her şey güzel amma” der, “biz burada yoğuz.” Genç, çocukluğunun Anadolu’da geçtiğini, Anadolu köylerini adım adım dolaştığını, insanımızı çok iyi tanıdığını, fakat yazarken bunları bir türlü ifade edemediğini söyler ve bunun sebebini Tanpınar’a sorar. Tanpınar şöyle söyler: “Kim olursak olalım, nasıl yetişirsek yetişelim, hayat tecrübemizin mahiyeti ve genişliği ne olursa olsun, bizim ağzımızdan hâlâ okuduğumuz Frenk kitapları konuşmaktadır. Tıpkı bizden evvelkiler gibi...” (Yaşadığım Gibi, s. 63)

Bizim sinemamızda da Frenk filmleri mi konuşmaktadır? Bu mahzuru yok etmenin yolu Ayşe Şasa’nın dediği gibi bir gün kameranın arkasına bir dervişin geçmesi olabilir mi?
 
FİLM OKUMA
 
 “Yerli malı kullanmalı”ya takılmadan insanoğlunun ürettiği mitler, masallar, romanslar, romanlar, hikâyeler gibi binlerce de film var. Ve bunlar her gün bizlere bizim neliğimize dair bir şeyler söylemektedir.
 
Bir zamanlar Don Kişot’u romanslar, Madam Bovary’i romanlar feci şekilde ayartmış ve yoldan çıkarmıştı.
 
Daha sonra bu işlevi, romanslar, halk hikâyeleri, romanlar yerine filmler yapmaya başladı.

Filmler inşa ediyorlar. Bir insan tasavvuru, bir insan modeli öne sürüyorlar. İnsanı değiştiriyor, dönüştürüyor, başkalaştırıyor, yabancılaştırıyor veya dostlaştırıyorlar. Uzak olanı aşina ediyor, yakın olanı koparıyor, garip olanı enis ediyor, yanındakini öteye atıyorlar.

Kahire’nin Mor Gülü’nü (The Purple Rose of Cairo ) seyreden biri orada değişik bir Madam Bovary görecektir.
 
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde, roman kahramanı Hayri İrdal’ın karısı Pakize’nin ağzından sinemanın bizi nasıl değiştirdiğini, dönüştürdüğünü çok güzel anlatır. “Hayatta sevdiği tek bir şey vardı, o da sinema idi. Pakize sinemanın terbiye değil, tatmin ettiği insandı da. Beyaz perdenin karşısında o kadar kendinden geçer, o kadar her şeyi bırakırdı ki, sonunda yaşadığı hayatla seyrettiği macerayı birbirinden ayıramaz hâle gelirdi.”

Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ında sinemanın insanı değiştirmesinin sokağa çıkınca da büyünün bozulmasının çok güzel ironik anlatımları vardır: “İki saat sonra kalabalığın içinde, sinemadan bir dar sokağa çıkan sanki başka birisiydi. Düşünüyordu: “Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.”

Filmi okumak ne demek?
 
Bir filmi okumak varlıkta vücut bulmuş herhangi bir objeyi, ‘onu o yapan şey olmayan bir o’ olarak okumanın bir parçası. Varlığı okumak onda okunacak bir şeyler olduğunu fark etmektir. Bu fark etme için de farklı bir bakış açısı gerekiyor.
 
Bertolt Brecht’in şu okuması her gün reklâmıyla, afişiyle, sloganlarıyla gözümüzün içine sokulan banka üzerine çok aykırı bir okuma örneğidir: “Bir banka soymak, bir banka açmaktan daha büyük bir suç değildir.”
 
Normal algımız banka soymanın kötü, açmanın ise nice insana iş kapısı olacağı için iyi olacağını söyler. Ama sizin baktığınız yer Brecht’in baktığı yer olsaydı o zaman o Brecht olmazdı.
 
Brecht, meseleye bir bankanın açılmasıyla krediler, faizler, ipotekler sarmalına kapılarak soyulun nice insanın felaketinden bakıyor. Her banka nice yuvaları yıkma potansiyelini bünyesinde barındıran ve hiçbir ahlaki ve insanî saflığı barındırmayın kapitalizmin en müstesna insan öğütme mekanizmasıdır. Hepsi böyle midir? Hepsinde o potansiyel vardır.

Mesela 1946 yapımı Şahane Hayat (It’s a Wonderful Life) filmi, kapitalist sistemin ürettiği o inanılmaz öğütücü çarklara direnen ve insanı ön plana çıkaran bir kişinin hayatını ne de güzel anlatır: Siz size düşeni yapın, Tanrı sizi gözlemekte ve yaptığınız fedakârlıkları bilmektedir. Başlangıçta insanlığın iyiliği için çalışanlar kaybediyor gibi olsa da Tanrı, yarattığı insanı koruduğu ve sevdiği için sizi koruyacak ve muhakkak ödüllendirecektir ve bu hiç ummadığınız bir yönden olacaktır.
 
Bu filmden yıllar sonra çekilen bir Danimarka filmi olan Adem’in Elmaları’ında (Adam’s Apples) yönetmen yine aynı özü bambaşka görseller ve hikâyelerle işlemektedir: Siz Tanrı için bir şeyler yapın, siz insanlık için bir şeyler yapın, siz iyiliği, insanın mutluluğunu, kendi felaketiniz pahasına hedefleyin, Tanrı sizi asla ödülsüz bırakmayacaktır.
 
İran’dan bir yönetmen çıkar ve Kertenkele (Marmoulak) diye bir film çeker. Yönetmen dini ve Tanrı’yı anlatmayı tekeline alanlara isyan eder. Tanrı hepimizin Tanrısıdır ve ona giden sonsuz yollar vardır. Yönetmen bunun için en aykırı karakteri, bir hırsızı kullanır. Hırsız, egoist, hatta cennete bile inanmayan bu çıkarcı insanları Hakk’a davet eder de başarılı olur mu? İzleyin siz karar verin.
 
Bill Gates’e ait bir söz var: “Hayat çok sadedir onu yalanlar süsler.” Bu sözün nasıl bir hakikati olduğunu ve nasıl çarpıcı bir tecrübeyle beynimize nakşedildiğini görmek istiyorsak Büyük Balık (The Big Fish) filmini görmeniz gerekiyor.
 
Kutsal Dağ (The Holy Mountain), kazanma hırsının, modernizmin sahip olma mitinin insanı nasıl bir canavara dönüştüğünü çok sert ve rahatsız eden görsellerle bize sunmaya çalışıyor; bunun tam aksine Olağanüstü Adamlarla Karşılaşmalar (Meetings with Remarkable Men) size insanlığın nasıl kurtulacağına dair bir reçete sunuyor.
 
Paris’te Gece Yarısı’ında (Midnight in Paris) modern bir masala davet ediliyor ve mutluluğu bir yerlerde arayanların onu orada bulamayacağına ve insanın hep onu uzakta aramasının ironisine dair ufak ama önemli ayrıntılara rastlıyorsunuz.
 
Çizgi Ötesi (Flatliners) aynı zamanda bize tövbenin nasıl olması gerektiğini; Şüphe (Doubt), kuşkunun insanı yiyip bitirmesi yanında gıybetin felaketine dair eşsiz bir hikâyeyi, Herkesin Keyfi Yerinde (Everybody’s Fine) veya Titrek Işıklar yahut da Güz Sonatı (Autumn Sonata) çocuk yetiştirirken düştüğümüz vahim hataları bizlere çok çarpıcı görseller ve hikâyelerle anlatmaktadır. Bunları dinlemeye, izlemeye ne kadar ihtiyacımız olduğunu bize haykırmaktadır.
 
Tabii ki adını andığımız bu filmlerin pek çok değişik özellikleri, hikâyeleri de var. Gördüğümüz bazen görmemiz gereken, bazen gösterilmesi gereken, bazen de eksikliğini çektiğimiz bir yanın boşluk doldurucularıdır.
 
Baştan beri bizde sinema ağırlıklı şekilde bir eğlence olarak takdim edildi/edilmeye çalışıldı. Bu vahim hata insanımızın sinema hakkında pek çok olumsuz kanaat edinmesine de sebep oldu. Veya birileri sinemanın öyle görülmesini istedi yahut da sinema sektörünü elinde bulunduranlar bireysel çıkarlarını bu yönde buldular ve yahut da sinemanın eğlence dışında da pek çok işlevi olabileceğini görenler sadece bunu görmekle kaldılar da bir şeyler yapacak imkânı bulamadılar.
 
Burada yaptığım küçük ölçekli film okumaları bireysel yanımın takıldığı ayrıntılardır. Her film bizi besleyen veya tüketen yahut da inşa ediyormuş gibi yapıp da ifsad eden ayrıntılara sahiptir. Pazarlama kadar okuma da önemlidir. Bunun önemine dair şu ayrıntı fevkalade dikkate değerdir:
 
Engin Ardıç Atatürk’ün boyunun uzunluğu üzerine basında yaratılan tartışmalara ilişkin yazısında, sadece Atatürk’ü değil pek çok tarihi şahsiyeti bile değerlendirirken, Batı sinemasının bizde bıraktığı silinmez imgelerin egemenliğinin korkunçluğuna işaret ediyor.
 
“İyi”, “güzel” “doğru”, “tercih edilebilir”, “uygun” “insani” vb. vasıflar anlatılırken beynimizde neden hep belirli imajlar canlanmaktadır. Engin Ardıç şu cevabı veriyor:
 
“Batı’nın ‘imajiner’ dünyasına böyle uygundur da ondan. Esas çocuk hep sarışındır ve beyaz giyer, kötü adamlar kara sakallıdırlar ve siyah giyerler. Demek ki, ne kadar yırtınsak, bizim imajinerimiz Batı’ya ters. Şapka giymekle iş bitmiyor. Kolektif bilinçaltımız Batılı değildir.” Engin Ardıç, Sabah- 20 Şubat 2013, Boy Yahut Fonksiyon)
 
Filmler kolektif bir bilinçaltı oluşturmaya da çalışıyor. Siyahla beyaz yanında griye de dikkat çekmek için film okumalarına davet ediyoruz. Okuduğumuzla kalmasın, anlatalım da. Belki daha iyi okuyanlara rastlarız.
Neler Söylendi?
DİĞER HABERLER
İstanbul Gruplara Özel Teknede İftar

İstanbul Gruplara Özel Teknede İftar

21-02-2024 - Türkiye

Eskişehir'in doğal güzellikleri

Eskişehir'in doğal güzellikleri

07-02-2024 - Türkiye