Fikir
Giriş Tarihi : 19-12-2024 12:06

Çığ Altında Genç Şair

“Fakat sanatçı dört tarafını çeviren zamanın bozukluklarından kendini nasıl koruyabilir; hele hükümlerini küçümserse!

Çığ Altında Genç Şair

O aşağıya, ihtiyaçlara değil yukarıya, kanuna baksın.”*

Friedrich von Schiller

 

 Şiirin ve şairin haysiyeti için, sanatta klasik idealleri tazelemekten başka çaremiz kalmadı.

Bugün için şiirin ve şairin haysiyeti eğer bizler için hâlâ bir anlam ifade ediyorsa, durup düşünmenin vaktidir. Şiir ve şair bugün, birer ‘kurum’a dönüşmüş yapıların devamını sağlayan dergiler, yayınevleri, medya ve siyasetin birer yan ürünüdür. Günün şiiri ve şairi birer yan ürün olarak yaşanan zamanın aptallaştırıcı gücüne karşı, kendi ideallerinden uzak düştüğü için sesini kaybetmiştir. Bir ses çıkmaktadır kuşkusuz ama çıkan bu ses ne şiirdir, ne de o sesi çıkaran şairdir. Onlarca dergide yüzlerce şiir içinde şiirin ve şairin şemaili iyiden iyiye bulanıklaşmıştır. Bu da ‘haysiyet’ kelimesiyle ifade edilebilecek bir kayıptır. Çünkü kaybolan şiirin varlığı ve şairin izzet-i nefsidir.

 

Nasıl ki Türkiye’de 1990’lardan başlayan popüler müzik, Türk müziğinin zaten zorda olan varlığının köküne kibrit suyu dökmüşse bugün de Türk şiirindeki gündelik hayatın pratiğine ve popüler olana gösterilen ilgi Türk şiiri için bir köksüzlüğü peyda etmektedir. Romanın, öykünün popüler olana ilgisi anlaşılır bir şeydir. Nitekim Türk romanı Ahmet Mithat Efendi’den başlayarak Hüseyin Rahmi’ye, Mahmut Yesari’ye uzanan bir çizgi izleyerek yer yer popüler yer yerse santimantal bir konu maddesini her zaman göz önünde tutmayı bilmiştir. Kaldı ki buna rağmen, ne Ahmet Mithat’ı ne Hüseyin Rahmi’yi ne de Mahmut Yesari’yi bütünüyle popüler romancı sayamayız. Onlar ve başka isimler edebiyatın kendine has ideallerinin yanında hayatlarının idamesi için bazı pratik düşünceleri de hesaba katmışlardır o kadar. Ahmet Mithat, hatırlanacağı üzere Cenap Şehabettin’le ‘dekadanlık’ tartışmasını başlatan isimdir. Hüseyin Rahmi yazdıklarıyla onun kapısını çaldığında onda kendi sanat anlayışı açısından öyle cevher bulur ki, gelen genç adamının getirilenleri yazabilmiş olmasına pek inanmaz. Oysa o müellif Hüseyin Rahmi’den başkası değildir. Mahmut Yesari’nin gecikmiş bir Mai ve Siyah sayılabilecek Tipi Dindi’sini hatırlamaksa, romanda popülerliğin Türk romancılarının pek çoğunca asla bir pespayelik, kolaya kaçma olarak algılanmadığı gösterir. Garip Şiiri’nin üç isminden sonra şiirde görülen, bugünün pespayeliğinin, popülere olan hastalıklı ilginin kaynağı sayılabilecek durumuna gelince… Ne Orhan Veli ne Oktay Rifat ne Melih Cevdet, şiir ortamında kendilerine yer açmaya yarayan çıkışlarından sonra ‘köksüzlük’ü kendileri için bir ‘kalıcı poetika’ olarak benimsemiştir. Onlar için Garip ‘önsöz’ü kalıcı bir poetika değil, şiir evreninde şairlerin sıkça başvurdukları kendinden söz açtırma girişimidir yalnızca. Maksatlarına ulaştıktan sonra Oktay Rifat’ın ve Melih Cevdet’in izlediği yol bellidir. Biri neredeyse İkinci Yeni’ye at başı giden bir koşu tutturur çok geçmeden. Ötekiyse, ancak Dünya ve Türk şiirinin birikimine yaslanarak yazılabilecek bir şiir geliştirir. Troya Önünde Atlar ya da Ölümsüzlük Ardında Gılgamış’ın Garip poetikasıyla yazılmadığı, dahası yazılamayacağı apaçıktır. Şiir, kendini bir başlangıç ve nihai nokta olarak görenlerden sadır olamaz. Daha lise çağındaki gencecik Rimbaud’un büyüklüğü bizi şaşırtmamalı. Ondaki kavrayış gücü ve düşünsel birikim, hocası Georges Izambard’a yazdığı mektuptan ve Sarhoş Gemi’den bellidir. Bir geminin dilinden konuşurken Flemenk ve İngiltere’nin ne demeye geldiğini bilir. Oysa bugünün yaşı kırka dayanan nice şairinin bundan sadece haberi vardır. Günün şairi Sarhoş Gemi’yi yazan şair olması gerektiğine hükmetmiş; Rimbaud belliyor kendini. Fakat ne yazık ki Rimbaud değil ama onun anlattığı ‘sarhoş gemi’ gibi: Oradan oraya savruluyor. Ne Türk şiiri bilgisi ne de Dünya şiiri birikimi umurunda. Her ay çıkan dergilere bir göz atmak bile bunu gösterebilir. Şairler nicedir geçmiş kuşakların bilgisi yerine sadece kendi zamanlarıyla ilgililer. Varsa yoksa akranları ya da ilişki içinde olmakla reel şiir ortamında kendilerine bir alış veriş bağı sağlayacak yaşça bir büyük. Türkiye’de sol çevrelerde şiirin ödül furyasıyla beraberce yürüdüğü malum. Onlarca ödül binlerce şair demek bu. Bu noktada şairin ve şiirin haysiyetinden bahsetmenin anlaşılmaz olacağı açık… Fakat elbette konuşmak gerek.

 

Çığ Altındaysan Derhal Tükür…

 

Şiir tarihimizin hiçbir döneminde bugün yazıldığı kadar köken bilgisinden, tarih ve dil bilincinden yoksun bir şiire rastlayamayız. Ne Tanzimat’ın yenileyicileri ne yukarıda izah ettiğim gibi Garip şairleri ne de onlardan sonra gelen kuşaklar, şu son yirmi yılın şairleri gibi kişilikten, sorumluluktan yoksun bir şiir geliştirmiştir. Son on yıldaysa işler daha bir çığırından çıkmış, açılmaya çalışılan sözümona yeni ‘çığır’ların altında cevher olabilecek nice genç isim kalmıştır. Bilhassa doksanlı yılların kendini ‘İslamcı’ olarak tanımlayarak işe başlayan kuşağının bu olup bitenlerin aktörlüğünü üstlendiklerini görmekse şaşırtıcıdır. Çünkü sadece Türk şiirinin değil bütün bir Türkiye’nin varlığının bin yıldır en derindeki sesi olan İslam sanatının tinselliği, Engels ve Marx’’ın Konünist Manifesto’da Shakespeare’in Fırtına’sından dönüştürdüğü ifadeyle söylersek, bizzat Müslümanlar eliyle ‘buharlaşmaktadır.’ İnsani olanın her zaman en yüksek irtifada olanını kendine hedef belirleyen bu tinsellik, şu son on yılda derece derece yozlaşıp sonunda popülerlik batağına gelmiş ve neredeyse sadece oradan beslenir olmuştur. Nereden bakarsanız bakın hazin bir durumdur bu. Sanatın ve hayatın anlamının tümüyle yok olmasıdır. Bir dibe vurma değil bir yok oluştur. Bu noktadan sonra yapılabilecek her şey sadece ve sadece ‘hades’te kendine bir mekân bulabilir.

 

Genç şairin altında kaldığı ‘çığ’dan kurtulması gerekecek. Bunun nasıl olacağını her dağcı bilir: Dünyada yaptığımız yolculuk ‘sarp bir yokuşu’ tırmanmak gibidir. Şair başka şeyler olmadan önce, bu yolcululuğun anlamına en derininden varmaya çalışan kişidir. Yokuşunsa türlü halleri, biçimleri vardır. Yazı vardır, kışı vardır. Çiçeği vardır, çakalı vardır. Ama ne olursa olsun durmak değil tırmanmak vardır. Elbette tırmanmanın da halleri vardır. Tırmandığı sarp yamaçta karakış zamanı şairin çığ altında kalması, tırmanma bilgisine sahip olmadığındandır. Bu bilgi başkalarından öğrenilir. Şair kendi bilgisiyle değil de başkalarının rehberliğinde tırmanmaya alışmışsa önünde sonunda bir çığ gelip bulur onu. Hele de o başkaları bildikleri yanıldıklarına yetmeyen benciller, başıboş maceracılarsa… Peki çığ altında kalan genç şair ne yapmalıdır? Bir kere olan olmuştur madem… Ne yapıp da sonrası için olsun doğru tavır bulunmalıdır.

 

Genç şair, dağcıların yolunu yordamını izlemelidir. Bir çığ altında kalıp çığın etkisiyle sürüklenen dağcı kendine geldiğinde yüzü, zemine mi dönüktür yoksa göğe mi anlamak için ilk iş olarak ‘tükürür.’ Tükürüğünün karda aldığı yol, bıraktığı iz, zemine doğru konumu hakkında ona gereken fikri verecektir. Acaba karla sürüklenirken yüzümüz yere mi yanlara mı yukarı mı dönük hale gelmiştir? Önce bunu tespit etmek için ‘tükürmek’ten başka bir bilgi yoktur. Genç şair de bunu yapmalıdır. İnsanlığın yeryüzü üzerindeki günlerini şu hale getirenlerden başlayarak, sarp yokuşu tırmanma bilgisi olmadan tüm insanları kar altının ‘hades’inde yaşamaya mecbur edenlere derhal tükürmelidir. Bu belki onun için mutlak bir kurtuluşu sağlamayacaktır ama hiç değilse kar altında yavaş yavaş uykulu bir ruh teslimi onu beklerken, kime karşı olduğu belli olacaktır. Kim bilir belki de bu tespitten sonra bir kurtuluş ona ayrılmıştır. Elbette yazgısının ve gücünün elverdiği nispette genç şair kurtulmaya çalışacaktır. Yazgımızın ve gücümüzün neye elverdiğini kar altındaki çabamız ortaya koyar. Kurtulduktan sonra dağcılık bilgisiyle aldığımız yolculuksa bizi ya şair yapar ya da yapmaz. Zaten çokları bu tür bir deneyimden sonra dağcılığı bırakır. Kimi çıkmayı başarsa bile kar altını kendine ‘hades’ bellemiştir bir kere. Kimiyse yaşama arzusuyla dolu olarak, ‘sarp yokuş’unu tırmanmaya yeniden koyulur. Mahzuni Şerif’in dediği gibi ‘bazı acılardan ilacını alarak’ trajedisinin geçitlerine, üstü yosunlarla kaplı rengârenk kayalarına, küçük yemişler veren armut, alıç, zerdali ağaçlarına, dorukların da doruklarında uçan kuşlarına ve elbette oralarda dolaşan kendi gibi yalnız dostlarına kavuşur. Kaçınılmaz olan şey, her dağcının bir zaman bu çeşit bir ‘çığ’ altında kaldığıdır. Yahya Kemal Nev-Yunanî günlerinde kalmıştır sözgelimi. Ancak şaşırtıcı bir isim, Ali Kemal ona ‘gazel söylemekten asla vazgeçmemesini’ salık vermiştir. Yahya Kemal, Ali Kemal’i ne kadar dinledi bilinmez ama bu, Yahya Kemal’in kaldığı ‘çığ’a ve ‘sarp yokuş’una denk düşer. Başkası için başka tercihlerin sözü edilebilir.

 

Başka Bir Yurt

 

“Şiirin ve şairin haysiyeti için, sanatta klasik idealleri tazelemekten başka çaremiz kalmadı.” dedik. Kuşkusuz bunları söylerken klasik ideallerin tümüne dönmekten bahsetmiyoruz. Bugün için ne Batı şiirinin ne de bizim şiirimizin klasik dönemlerindeki şekil ve içerik kalıplarına aynen dönmek gereği var. Sözünü ettiğimiz bu türden bir tazeleme değil. Söz etmediğimiz hususlar arasında Yahya Kemal’in örneklerini verdiği tazeleme de Turgut Uyar’ın Divan’ı kabilinden girişimler de var. Meseleyi esasından kavramaya yanaşmayanlar ‘neo klasik tavır’ dediğimizde, şiirin ve şairin kaybolan haysiyetini görmezden gelerek kendilerine bir yer edinmeyi düşleyen madrabazlar olarak, hep aynı donmuş akıllarını getirip önümüze koymaktalar. Andığımız şairleri hatırlamak bile ellerinden gelemezken durmadan devinmeyi başarabilmekteler. Fakat dikkat edilirse tüm o devinenlerde en ufak bir ‘trajik durum’a rastlanmaz.

 

‘Trajik durum’, dünyada geçirdiği günlerini düzlükte şenlik kurarak yaşayanların hiçbir şekilde fark edemeyeceği bir haldir. Friedrich Nietzsche’nin izahından beri sanatta Dyonysus’un da Apollon’un modern zamanlar içindeki ahvallerini daha yakından biliyoruz. Dolayısıyla ‘trajik durum’u da… Postmodern zamanlardaysa açık bir şey var ki, Apollon’un izinden giderek şairler kendilerini tamamen görünen dünyaya hapsettiler. Gündelik hayatın en bayağısından ‘maneviyatı’nı şiire konu beller oldular. Çünkü birer insan teki olarak duyumsayabildikleri tek ‘maneviyat’, tüketim makinesine dönüşen kalabalığın alık kafa yapısı olabilmeye başladı. Bu yüzden popülerliğin tüm zırvalarının şiirinin yazıldığı günleri görür olduk. “Dyonysus’u ilgilendirmez!” diye bağırırlarmış Grekler, bu gibi düşük hallerle karşılaştıklarında. ‘Sarp yokuş’unu tırmanan şairiyse ne Dyonysus ne de Apollon ilgilendirir. Onun derdinin trajikliği onların temsil ettiği değerlerle ölçüye vurulamaz. Ancak ‘yazgı’dan söz etmek, bu hususta bize yardımcı olabilir. ‘Sarp yokuş’unu tırmanan kişi, ancak yazgısı onu bir çığır açmaya zorlarsa o çığırı açar çünkü. Bilenler bilir ki bir çığır, karların, çığların kapattığı bir mekânın asıl irtibatlı olduğu merkezden bağı kopmasın, diye açılır. O mekânın zaten o merkezle bir ya da birden fazla yolu vardır ama zaman olur ki bütün o yollar kapanır. İşte o zaman has şair, zorunluluğun güçlerinin yardımıyla kar altındaki dereleri, uçurumları, tepeleri, geçitleri bir engel değil bir yardımcı olarak görerek, savaşarak değil yeryüzü sevgisiyle aşar. Yeni bir yol açar. Bu küçük yol, merkezini kaybetmek istemeyenler için her türlü zahmete katlanılmaya değer kıymettedir. Bütün büyük şairler böyle hallerde böylelikle bir çığır açmışlardır. Onların dertleri merkezden ihtiyaçlarını karşılayan başkalarıdır. Aslında bıraksanız onları, o kapanan köyde ömür sürerler. Ama işte bir kere yol kapanmıştır. Ve içler, üşümektedir. Günün dünyasındaysa ahalinin, en sıradandan tüketim makinelerinin yürüdüğü yolda yürüyenler şiirde bir çığır açmaktan bahsediyor. Ne gülünç!..

 

Şiirin ve şairin haysiyetinden şu durumda söz etmek, bu noktadan sonra genç şaire düşüyor. Genç şair ne yapacak? Buraya kadar izah ettiğim hallerin dışına çıkıp uzun bir yolculuk için yazgısının kılavuzluğunda yola mı koyulacak yoksa günün kolaycılığını benimseyip çığ altında donmuş, insani yanlarını kaybetmiş, uzuvları bir makine gibi paslanmış zamanın zavallı insanının aklınca mı hareket edecek? Günün zavallı insanı, postkapitalist siyaset çarkının uydurduğu şekliyle demokrasinin ona verdiği rey gücü sayesinde en işlek kafaların bile önündedir. Önlenemez hegemonyasını yürütmektedir… Ama genç şair isterse seçmen sandıklarının olmadığı bir irtifada, nice yabanıl güçlerle zengin bir iç-ömür sürebilir. Son sözü Fernando Pessoa’ya söyletelim ki bizim ‘dilimizde biten tüy’ün ne kadar modern olduğu, zamane için de belli olsun: “Klasik ideallerin çöküşü bütün insanları potansiyel sanatçılar, dolayısıyla kötü sanatçılar haline getirdi. Sanatın sağlam bir yapı, titizlikle uyulması gereken kurallar gibi kıstasları varken, pek az insan sanatçı olmaya cesaret edebilirdi, edenlerin çoğu da gerçekten iyiydi. Ama sanat bir yaratım değil de duyguların ifadesi olarak görülmeye başlandı başlanalı, sanatçı olmanın yolu herkese açılmış oldu, çünkü herkesin duyguları vardır.”[1]

Notlar:

*Friedrich von Schiller, “Dokuzuncu Mektup”, Estetik Üzerine (Çev.: Melahat Özgü), İst., 1999, s. 37.

[1] Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı,(Çev.: Saadet Özen), İst., 2006, s. 244.

Kaynak: Celal FEDAİ - celalfedai.wordpress.com

adminadmin