Altında bir krater saklayan şehir.
Kalbime bir ağırlık gibi çöküyor şimdi.
Ne diyor ne diyor Kudüs bana şimdi
Hani Şam’dan bir şamdan getirecektin
Dikecektin Süleyman Peygamber’in kabrine
Ruhları aydınlatan bir lâmba
İfriti döndürecek insana:
Söndürecek canavarın gözlerini
İfriti döndürecek insana”
(Sezai KARAKOÇ, Alınyazısı Saati)
Ünlü filozof Heidegger ile ilgili anlatılan gerçek bir hikâye vardır. Almanya, Karaormanlarda kulübesinde yaşayan filozof sık sık dağ yürüyüşlerine çıkar.
Bu yürüyüşlere eşlik eden bir dostu anlatıyor. Üstatla sık sık dağ yürüyüşlerine çıkardık. Heidegger dine inanmazdı. Ancak yol üstünde geçtiğimiz her kiliseye ve şapele uğruyor, sunakların orda oyalanıyor, kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu. Bir gün dayanamadım sordum, “Üstat siz dine inanmıyorsunuz ancak her kilisede durdunuz. Nedir bunun sebebi?” Heidegger, “Evladım” dedi, “kutsallık her zaman insanların en fazla dua ettikleri yerdedir.”
Evet, kutsallık her zaman insanların, tanrıya yalvardıkları, kendileri ve inançları için dua ettikleri yerdedir. Kudüs hemen her dinden insanın belki en fazla dua ettiği şehirdir. Üç semavi dinin kutsallığının kesişme noktası; Yahudiler için, Hristiyanlar için, Müslümanlar için de. İnsanlar mekânları kutsallaştırırlar. Bu hemen hemen her inanç biçimi için geçerlidir. Tek tanrılı, çok tanrılı veya tabiat dinleri arasında mekânların kutsallaşması bakımından çok fark yoktur.
Örneğin Mescid-i Haram deriz, veya Ganj Nehri deriz, Isık gölü deriz. Bu aslında herhangi bir mekânı geleneğimizle, inancımızla, alışkanlıklarımızla kutsallaştırmamızla alakalıdır. Mekânı ruhla doldurmak ve orayı metafizik bir çekim alanı haline getirmekle ilgilidir. Eski Yunan düşüncesinde ve diğer kadim mitolojilerde dünya, modernlerin tam da algıladıkları gibi boş bir mekân değildir. Tabiat, dünya, mitolojik varlıklarla, tanrılarla doludur. Her doğa olayı veya tabiat parçası kutsal varlıklarla ilintilidir. Yağmur yağar çünkü gök tanrı öyle istiyordur. Savaş olur çünkü savaş tanrıları işin içindedir. Ölüleri gömer yani yeraltına (Hades’in diyarı) göndeririz. İnsan masallarla, mitolojilerle, destanlarla dünyayı her zaman kutsallaştırmıştır.
Şair Hölderlin, Aydınlanma çağının şafağında bu sözüm ona aydınlanmanın, dünyayı kutsal olandan sıyırıp atacağını erken fark edenlerdendi. Ve elbette haklıydı. Bütün şiiri ve düşüncesi dünyanın kutsallaştırılmasına hizmet etti. Almanya’yı yani yurdunun her bir köşesini, dağlarını, nehirlerini kutsallıkla doldurmaya çalıştı. Aynı şekilde Alman Romantikleri de gelen tehlikeyi fark etmiş dünyanın “düyasızlaştırılmasına”, kutsaldan arındırılmasına yüksek seslerle itiraz etmişler, her şeyin ölçüldüğü hesaplandığı, maddi olanın her türden manevi olanı yuttuğu bir dünyada; ruhun, heyecanın, duyguların peşine düşmüşlerdir. Kutsaldan arınmış bir dünyanın zevksizliği, ruhsuzluğu ve nobranlığı; romantikleri, ardından Kierkegardı, Nieszche’yi doğurmuştur. Bu geleneğin son temsilcilerinden Heidegger’in bir dine inanmadığı halde kutsal olanın izini sürmesi bu sebepledir. Özellikle Alman romantiklerinin çabasını önemsemek gerekir. Dünyanın kutsaldan arındırılmasına ilişkin modernist çabalar hız kesmeden halen devam etmekte. Dünyanın yaşanabilir ve kutsallıkla dolu bir mekân, hayatın kutsalla bağı olan anlamlı bir süreç olduğuna ilişkin düşünceleri önemsemek gerekir. Büyük romantik düşünür Novalis’in romantizm tanımı söylemek istediklerimizi son derece etkili bir biçimde dile getiriyor zaten.
“Sıradan şeylere yüksek bir anlam, alışılmışa gizemli bir itibar, bilinene bilinmeyenin onurunu, sonluya sonsuz bir görünüm vermek .”
Kutsallığa ilişkin düşünce ve idealler sadece dünyanın dindarca veya romantikçe algılanmasının ötesinde siyasal ve stratejik dünya sistemini de derinden etkilemektedir Kısa bir süre önce karşılaştığım bir yorum bana oldukça ilginç ve çarpıcı geldi. Gazze savaşıyla ilgili yorum yapan bir yazar, batı dışı toplumların sürekli jeopolitik ve jeostartejik düşündüğünü belirtti. Jeopolitik ve jeostratejik düşünmenin ülkeler açısından az gelişmişliğin bir göstergesi olduğunu ekleyerek bunu aşmak gerektiğini vurguladı. Hakikaten de bizler (Müslümanlar- batı dışı toplumlar) kendimizi, ülkelerimizin geleceğini düşünürken ülkenin jeopolitik konumunu, stratejik ilişkilerini, coğrafi değerini fazlaca dile getiririz. Yorumcumuz bunu bir tür geri kalmışlık olarak değerlendirirken aslında daha gelişkin politik, estetik hatta teolojik gelecek tasavvurları kurma seviyesine erişemediğimizi dile getiriyor. İsrail mesela, Gazze katliamında, 48 savaşında, 68 savaşında veya gelecek kurgusu yaparken açıkça teopolitik emeller güdüyor. Kudüs, Gazze veya Batı Şeria Yahudiler için hem eskatolojik, hem teolojik hem de bir üst jeopolitik kazanım. Yani kutsallığa ilişkin inanışlar veya düşünceler sadece manevi alanda kalmıyor ülkelerin, devletlerin siyasal ve stratejik tavırlarını da derinden etkileyebiliyor.
*****
Batıya giden Müslüman veya batı dışı birinin karşılaştığı özel bir durum vardır. Batılı normal, sıradan bir birey için dünyanın geri kalanının çok bir anlamı yoktur. Dünyanın herhangi bir yerindeki savaşların, çatışmaların batılı birey açısından bir şey ifade etmediğini hayretle fark edersiniz.(Ancak burada bir parantez açıp Gazze savaşında batı toplumlarının birçok Müslüman ülkeden daha fazla ve etkili protestolar düzenlediğini söylemek boynumuzun borcudur. İsveç’te, İngiltere’de, İspanya’da yapılan gösteri ve protestoların yaratıcığı da birçok Müslüman ülkeden daha iyi seviyedeydi. Ve halen öyledir.) Batılılar genelde soğuk, duyarsız ve kendi dışına ilgisizdirler. Bunun en temel sebeplerinden biri duyarsızlıktan öte kendi hayatları, “dünya”ları ile daha çok ilgilenmeleridir. Kendileri, evleri, iç dünyaları, zevkleri ve alışkanlıkları her şeyin ötesinde onlar için önceliklidir. Ve hakikaten bir iç dünyaları vardır. Bu iç meselesi önemli. Evet, batılı bireyin (bizim anladığımız anlamda olmasa da) bir iç dünyası vardır. Ancak bu kadar büyük ruhsal geleneklere ve tasavvufi zenginliğe rağmen bizde bir iç var mıdır? Daha doğrusu acaba bir iç dünyamız kalmış mıdır? Bu bence hayati bir sorundur. Biz Türklerin, Müslümanların kendimize yetecek, bizleri oyalayacak bir iç dünyası kaldı mı? Niçin kendimize bu kadar tahammülsüzüz? Niçin kendi başımıza bir odada kalamıyoruz? Niçin her şeyi gürültülü bir biçimde sürekli başkaları ile yapmak durumundayız? Bunlar hakikaten yakıcı ve hayati sorunlardır.
Biz içimizi tükettik ve yeni bir iç kuramadık sanki. İslam geleneğinde afaki ve enfüsi dediğimiz boyutlar ve buna ilişkin hayli geniş bir literatür var. Dışardaki âlem ve içerdeki âlem anlamında. İnsan dışarı bir varlık olduğu, dışardaki varlığını tanzim ettiği oranda bir denge unsuru olarak enfüsteki yani iç varlığını da düzenlemelidir. İç âlem deriz. Koskoca tasavvuf geleneği sırf bu içi inşa etmek için kurgulanmıştır. Dervişler yalnız kalır, itikâfa çekilir, iç temizlik yapar, iç âlemini geliştirir... Ama nerde bu âlem şimdi? Hangi ortalama Müslüman yalnızlığa katlanır, iç temizliği yapar, afaktaki ve enfüsteki ayetlerin peşine düşer.
Kutsal göğe aittir. Bir belde, insan veya yapı gökle irtibatı ne kadar fazla ise kutsallık o kadar fazladır. Kudüs’ün kutsallığı milattan önce 3000 yıllarına dayanır. “Kudüs şehrinin yaklaşık olarak MÖ 3000’lerde Kenanlılar tarafından kurulduğu kabul edilmektedir. Şehrin stratejik önemi bulunması yanında çok erken dönemlerde, ona verilen isimler onun kutsal olarak algılandığının ilk delilleridir. Zira şehir Salem tanrısı adına inşa edilmiş ve Rushalimum/ Salem anlamına gelen ismi de buna atfen verilmiştir.” (Çatışan Kutsalların Ortasındaki Şehir, C. Batuk R. Mert) Bu belki semavi dinlerden bile önceki mitolojik döneme ait bir kutsallıktır. Bugün Mescid-i Aksa denilen tepe bu anlamada özel bir kutsallık taşır. Yaklaşık 150 dönümlük bu alan (Beytül Makdis de denir) semavi dinlerdeki hemen her türlü kutsallığı içerir. İbrahim peygamberden, Davut, Süleyman peygamberlere, İsa peygamberden Hz. Muhammed Peygambere kadar ne kadar kutsallık varsa bu küçük alana sığmıştır. Yahudi ve Hristiyan geleneğinde bu kadar önemli bir belde olmamıştır. Bütün Yahudi inancı, mitolojisi, peygamberleri, kutsal mabedi, kutsal duvarı hep bir şekilde Kudüs’le ilintilidir. Klasik tarihin en büyük ordu ve savaş hareketleri yani Haçlı Seferleri, Hristiyanların Kudüs arzusunun sonucudur. Hz. İsa’nın doğduğu yer yine Kudüs yakınlarında Beytüllahimdir. Hz. İsa’nın Hristiyanlarca çarmıha gerilmesi, bize göre göğe ağması yine Kudüs’te gerçekleşir. Bunların hepsinin ötesinde Hz. Peygamberin aynı gece içinde Mekke’den Kudüs’e geçmesi ve göğe çıkma mucizesi (Miraç) bu kutsal beldede gerçekleşir.
Peki, bugün Kudüs nedir. Açıkçası bugün Kudüs, Yahudi ve Hristiyan eskatolojisinin, mitolojisinin adeta savaş alanıdır. İnsanın tanrıyla irtibatının sembolü yani merhametin, şefkatin, bağışlayıcımın merkezi olan böyle bir mübarek belde özellikle Yahudi bağnazlığının ve sapkınlığının cehennemine dönmüş durumdadır. Anglosakson Protestanlığının da destek vermesiyle Kudüs tarihteki en büyük bunalımlarından birini yaşamaktadır. 3. Dünya savaşı, kıyamet senaryoları gibi ağza dahi alınamayacak kurguların başlangıç noktası Kudüs gibi görünüyor.
Ruhumuzun Kudüs’ü nerede? Acaba ruhumuzdaki Kudüs’ü kaybettiğimiz için mi coğrafi Kudüs’ü kaybediyoruz? Bunlar da yakıcı sorular. Hem de ateş gibi. İçimizde gideceğimiz şehirler kalmadığında dışarda da kalmıyor.
Dünya tarihinde şifa çoğu zaman akıldadır. Bütün dinlerin rasyonel zemine dönmekten başka çaresi görünmemektedir. Bu rasyonellik, elbette modern batı aklının ortaya koyduğu salt pozitivist ve aydınlanmacı rasyonalizm değildir. Büyük dinlerin ve geleneklerin de kendi iç mantığı ve belli bir rasyonalizmi vardır. Modern akılla köleleşmemiş içinde dinsel mantığın ve kutsallığın yaşayacağı bir rasyonalizmdir bu. Antik Yunanda, yer yer ortaçağ Hristiyan düşüncesinde ve ilk dönem İslam tarihinde kendini gösteren bu akılcılık modern dünyanın da bugünün aşırı Yahudi teolojisinin de şifası görünmektedir. Yahudilerin ve Siyonist İsrail devletinin rasyonel dünyaya dönmekten başka çaresi yoktur.
Kaynak: İbrahim TÖKEL - Bize Göre Kudüs – Diyanet Vakfı Yayınları