CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun “helalleşme” başlığı adı altında kamuoyuna yaptığı açıklamalar hala çok ciddi bir şekilde tartışılıyor. CHP’nin bunu yapabileceğini ve tek parti döneminden bu güne kadar yapılan zulüm ve haksızlıkları kabul ederek özür dilemesini veya helalleşmeyi yapmasını beklemiyorum. Hatta şu andaki yöneticilerle imkânsız olduğunu düşünüyorum.
Bu nedenle biz ana muhalefet partisinin helalleşme çabalarını bir kenara bırakalım. Bunun yerine neredeyse 20 yıldan beri iktidar partisi olan Ak Parti’nin, darbeci askerlerin yaptığı yıkıma karşılık yapmayı vaat ettiği fakat yıllar geçtiği halde hala beceremediği re’sen emekli askerlerin trajedisine el atmanın gündeme getirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Cumhuriyet tarihimizin en önemli kırılma noktalarının yaşandığı 28 Şubat 1997 sürecini hatırlayarak olayların nasıl geliştiğini ve re’sen emekli askerlerin yaşadığı acı olayları kısaca anlatmaya çalışayım. Zira bu olayları bizzat yaşayıp yıllardan beri mücadele eden birisiyim.
Darbeci Generaller 28 Şubat’ın bin yıl süreceğini söylemişti. Darbe süreci bin yıl sürmese de 2009 yılına kadar devam etti. 15 Temmuz 2016 tarihinde ise halkımızın direnişi sayesinde tarihin çöp defterine atılıp tamamen sona erdi.
28 Şubat darbecilerinin en önemli iddiası “irtica” idi. Bu süreçte ABD tarafından semirtilip Türk Silahlı Kuvvetlerinin başına getirilen general ve amiraller, aynı dilden konuşan medya araçları vasıtası ile irtica yaygaraları yapıyorlardı.
Çok geçmeden Türk Silahlı Kuvvetlerinin bütün kışlalarında daha önce hiç olmamış bir gizli emir yayınlandı. Subay ve astsubayların eşleri araştırılıyordu ve bunlar sayesinde o çok konuştukları “irtica” sorununu çözecekleri düşünmüşlerdi. Nitekim ben de dâhil bütün muvazzaf askerlerden, eşlerinin fotoğrafları istenmişti.
Bu akıl muhtemelen ABD derin aklı ile yönetilen FETÖ örgütü tarafından verilmişti. Zira bu emirden çok kısa bir süre önce örgütün lideri Fetullah Gülen tarafından “başörtüsü teferruattır” şeklinde bir görüntü yayınlanmıştı. Nitekim 15 Temmuz 2016’da darbe yapan askerlerden birçoğu bu talimata derhal uyarak eşlerinin başlarının açılması için harekete geçmişti. Sonunda FETÖ mensubu veya sempatizanı olan asker eşlerinin başı açık fotoğrafların verilerek korunduğu bir süreç yaşanmıştı.
Birçok subay gibi ben de eşimin kimlik kartında olduğu gibi başörtülü resmini komutanlarıma vermiştim. Kısa bir müddet sonra muhtemelen bu süreç çalışmaya başlamış önce “kontrol altına alınması gereken şahıs” sonrasında “şüpheli” ve nihayetinde “sakıncalı subay” kategorisine alınmıştım.
Bu dönem sadece benim değil dindar askerler açısından da son derece sancılı geçmeye başlamıştı. Görevinde çok başarılı dahi olsa birçok asker; eşleri yüzünden adeta “cüzamlı” gibi muamele görmeye başlamıştı. Nitekim “Kaşının üstünde gözün var” misali “eşinin üstünde başörtüsü var” denilerek binlerce asker fişlenmiş ve yasadışı bir örgüt olan “Batı Çalışma Gurubu (BÇG)” vasıtası ile ordudan re’sen emekli edilmeye başlamıştı.
“Emekli” sözü sakın sizleri yanıltmasın. Zira düpedüz beş parasız bir şekilde ordudan atılıyorduk ve dindar askerlerin tasfiye süreci hızlı bir şekilde devam ediyordu.
28 Şubat 1997 süreci başlangıcında iktidarda Refah ve Doğru Yol partilerinin koalisyonu vardı ve Başbakan koltuğunda Necmettin Erbakan ve Cumhurbaşkanlığı koltuğunda ise darbecilerle işbirliği içinde olan Süleyman Demirel oturuyordu.
Bu süreçte benim de içinde yer aldığım ilk askerler; Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararı ile ordudan atılıyordu. Fakat BÇG’nin fişlediği irticacı askerlerin sayısı çok fazlaydı. YAŞ dosyaları yüzlerceydi ve bu dosyaların şura üyeleri olan sivil yöneticiler tarafından incelenmesi çok uzun süre alıyordu.
Kurnazlıkta mahir olan darbeci generaller, YAŞ kararı ile ordudan atılmasının yanında bir de “Üçlü ve İkili Kararname” ile dindar askerlerin ordudan atılması sürecini başlattılar. Bu sayede YAŞ inceleme süresi uzamayacak; kısa yoldan askerlerin Türk Silahlı Kuvvetlerinden ilişiği kesilebilecekti. 1997 yılında sayıları 200 veya 300’ü bulan asker ordudan atılmaya başlamıştı.
Ak Parti’nin 2002 yılında yapılan genel seçimleri kazanmasından sonra da bu süreç değişmeyecekti. Seçim vaatleri arasında “ordudaki dindar asker kıyımına son verileceği” iddiası yer almasına rağmen Ak Parti döneminde de ordudan atılmalar hız kesmedi. Hatta sayısı daha fazla artmaya başlamıştı.
Çünkü darbeci generaller “orduda bizim sözümüz geçer” diyerek halkın oyları ile gelmiş hükümeti ve Başbakan Abdullah Gül ve sonrasında Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatlarına uymuyorlardı. Öyle ki Milli Güvenlik Konseyi ve YAŞ toplantılarında sayıca çok olduklarından güç alıyorlardı. Darbeci generallerin küfürlü ve argo sözleri daha da artmış üst düzey generallerin küstah bir biçimde sivil yöneticilere karşı kullandığı çirkin sözlerin yapıldığı toplantılar sıradan hale gelmişti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, o süreçte Başbakan olduğunda; yargı denetiminin yapılmadığı gerekçesini kullanarak ordudan atılan askerlerin dosyalarına “şerh” koymaya başlamıştı. Bu nedenle YAŞ kararı ile ordudan atılan askerlerin sayısı azalmış re’sen emekli edilen askerlerin sayısı ile çok artmıştı. Her iki usulde de Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Milli Savunma Bakanı bu kararları imzalıyordu.
Ordudan atılan askerlerin dosyalarına “Şerh” koyulmasının hiçbir faydası olmuyordu. Zira atılan insanların baş başa kaldığı sorunların çözümünde farklı bir durum olmuyordu. Kamuda çalışması mümkün olmadığı gibi sivil kurumlarda da iş bulup ailesini geçindirme telaşı içinde olan bu asker arkadaşlarımın önüne her türlü engel çıkarılmıştı. Fakat “dostlar alışverişte görsün” misali “darbecilere tamamen teslim olmadık” mesajı verilmeye çalışılıyordu.
Bu arada başka bir tasfiye girişimi de başlatılmıştı. Dindar askerlere “bak ordudan atılacaksın, iyisi, istifa et ayrıl!” şeklinde bir baskı yapılıyordu. Bir çok asker emekli dahi olamadan istifa ederek askerlik görevlerinden ayrılarak “ordudan atılmış asker” suçlamasından kurtulmuş oluyordu.
Günün sonunda “28 Subat Süreci” ile birlikte 10 bin asker ordudan ayrılmak zorunda kalmıştı. Bunların 1600 kişisi benim gibi YAŞ kararı ile 3300 civarındaki asker ise kararname yolu ile emekli edilmişlerdi. İstifa edip ayrılmak zorunda kalan dindar askerlerin sayısı ise yaklaşık 5000 civarındaydı.
Kararname yolu ile ordudan atılan arkadaşlarımızın yargıya gitme hakları vardı. Fakat askeri yargı, bütün müracaatları hukuka aykırı bir şekilde reddederek karara bağlıyordu. Zira Genelkurmay’a bağlı bir sicil sistemi, bağımsız karar verme imkanının önüne geçmişti. Zaten bu dönemin en önemli özelliği, Türk Silahlı Kuvvetlerinin “devlet içinde devlet” haline gelmesiydi. Genelkurmay Başkanları keyfi hareket ediyor akla ziyan emirler vererek ülkemizin itibarını zir-ü zeber ediyorlardı.
Nitekim “Misak-ı Milli” sınırlarımız içindeki Musul ve Kerkük’ü kurtarma imkanı iki defa ayağımıza kadar gelmişti. Birleşmiş Milletler kararı ile yapılacak kara harekâtı sayesinde 250 bin Sterlin karşılığında İngilizlere verilmiş vatan topraklarımızı kurtarabilecektik. Bizzat Genelkurmay Başkanı’nın generalleri ikna ederek karşı çıkması ve nihayetinde istifa etmesi ile birlikte bu fırsatı kaçırmıştık.
Daha sonra “1 Mart Teskeresi” gündeme gelmiş generallerin olumsuz tavır ve Meclis’in yeterli karar sayısını çıkaramaması nedeniyle vatan topraklarını kurtarmamız bir kere daha mümkün olamamıştı. PKK vatan topraklarımızı üs edinmiş buradan saldırılara başlamıştı.
Askeri talimatların en başında yer alan “Silahlı Kuvvetleri harbe hazır tutma” görevi bu darbeci ve savaştan kaçan generaller yüzünden çöpe atılmış; dünyanın en disiplinsiz ordusuna sahip olmuştuk.
BÇG’nin organize ettiği bu tasfiye operasyonu Cumhuriyet tarihinin en büyük ordudan atma olayıydı. Nitekim 27 Mayıs 1960 tarihinde 6000 civarında subay ve 292 general ve amiral emekli edilmiş ordu ABD’nin emirlerini yerine getiren darbeci generallerin emrine girmişti.
27 mayıs sürecinde ordudan emekli edilen subaylar Emekli İnkılap Subayları (EMİNSU) adıyla bir dernek kurup siyasi partilere baskı yaparak emeklilikten doğan haklarını almışlardı. Bu konuda 4 ayrı yasa çıkarılmış ve hiç olmaz ise maddi mağduriyetler giderilmişti.
28 Şubat sürecinde ordudan atılan askerler olarak biz de Adaleti Savunanlar Derneği (ASDER) adıyla bir sivil toplum örgütü kurarak maddi ve manevi haklarımızı almaya çalışmıştık. Siyasetçilerle kurduğumuz faydalı diyaloglar sayesinde dindar askerlere yapılan haksızlığı giderme yolunda önemli sözler verilmişti.
Nitekim 2010 yılında yapılan referandumda YAŞ kararlarının yargıya açılması kabul edilmişti. 2011 yılında çıkarılan 6191 Sayılı yasa ile YAŞ kararı ile ordudan atılan benim gibi 1500 şanslı askere sadece emekli hakları verilmiş oldu.
Şanslı diyorum zira kararname yolu ile re’sen emekli edilen asker arkadaşlarıma hiçbir hak verilmemişti. Ak Parti hükümeti çok yanlış bir kararla tek suçu “eşinin başının örtülmüş olması” dışında başka bir kusuru olmayan 3000 civarındaki asker arkadaşıma üvey evlat muamelesi yapmıştı. Öyle ki; haklarında bir mahkeme kararı dahi olmadan ordudan atılmış bu insanlara karşı devletin yapmış olduğu eylem; tam da “hukuk skandalından” başka bir şey değildi.
Oysa Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Ak Parti hükümetine güvenerek yakın bir zamanda bu yanlıştan dönüleceğini zannetmiştik. Zira ordudan atılanların en az yarısı “şerh kararı” ile de olsa Ak Parti hükümeti döneminde yapılmıştı. Nitekim bu konuda yaptığımız çeşitli girişimler sonucunda Kamu Denetçiliği Kurumu, Türkiye Büyük Millet Meclisine ve hükümete gönderdiği kararlarda yapılan haksızlığın önlenmesini talep etmişti.
Gerçekten de hukuk devletinde olmaması gereken bir süreç yaşanmıştı. İnsanlar işlerinden atılmış en küçük bir tazminat dahi alamamışlardı. Darbeci generallerin “eğer bir darbe yaparsak bize engel olabilirler” endişesi ile 10 bin askerin tasfiye edilme operasyonu; zayıf da olsa bir karşılık görmeden kolayca icra edilmişti.
Allah’ın takdirine bakın ki; ordudan dindar olduğu gerekçesi ile atılan 10 bin asker, 15 Temmuz 2016 tarihinde ezan ve sala sesleri ile birlikte halkımızla birlikte darbeci askerleri püskürtmüşlerdi.
FETÖ ve darbeci askerler kazdıkları kuyuya düşmüş bizleri ordudan atarak darbeyi daha kolay yapacaklarını düşünürken tam tersine bir sonuçla karşılaşmışlardı. ABD’nin kuklası haline gelmiş ve milli duyguları tamamen çökertilmiş darbeci generaller ve FETÖ örgütünün hevesi kursağında kalacaktı. Zira ordudan tasfiye edilen binlerce asker, darbe esnasında halkı örgütleyerek tankları durduracaklardı. İşte bu acı sonu hesap edememişlerdi.
Gelelim günümüze… 28 Şubat döneminin ardından tam 27 yıl geçti. Birçok asker arkadaşım yapılan haksızlığın karşılığını alamadan eceliyle hayatını kaybetti. Fakat hayatta olan daha binlercesi var. Bu kişilerin yaşamış olduğu maddi sıkıntıların en azından emeklilik haklarının verilmesi sayesinde bir parça rahatlayacağı da bir gerçektir.
Yukarıda anlatmaya çalıştığım fakat ifade edemediğim çok daha fazla acı gerçek var. Bunlarla yüzleşmesi gerekenlerin başında Ak Parti hükümeti geliyor. Kılıçdaroğlu’nun söylediği gibi “helalleşmek” asıl hükümet üyeleri için gereklidir.
Çünkü kul hakkına girilmiştir. Allah “şirk ve kul hakkı” dışında her türlü günahı affedebilir. Fakat “kul hakkı ile haşirdeki o büyük mahkemeye gelmeyin” diye emretmektedir. Mevcut kanunlarımızda “tek taraflı haksız fesih” yolu ile işinden ayrılanlara tazminat ödenmesinin gerekli olduğu hükümetin yapması gereken bir görev olarak karşımıza çıkmaktadır. Buna karşılık hak edilen tazminatların verilmemesi devletin vatandaşına yaptığı zulümden başka bir şey değildir.
28 Şubat darbecileri yargılanarak müebbet hapis cezası almışlardır. Fakat milletimize verdiği zararlar tazmin edilememiştir. YAŞ kararları ile ordudan ayrılan askerlere verilen hakların kararname ile re’sen ordudan atılan askerlere verilmemesi en hafif ifadesi ile bir vicdansızlıktır.
İşte Ak Parti iktidarı, yapmadığı veya yapamadığı bu icraatlardan dolayı asker arkadaşlarımızla ve halkımızla helalleşmeli ve açılmış hatta cerahat haline gelmiş yaraları kapatmak zorundadır, vesselam…