Yamyamlık yani insan eti yemek, insanlık tarihinin en eski ve karanlık günahlarından birisidir. Kutsal kitaplarda lanetlenerek helak edilen Ad ve Semud kavimlerinin günahlarından biri de insan eti yemeleridir. Ki bu iki kavimle ilgili şöyle bir ilginçlik var. Hani eski kayıp uygarlıklar olarak Atlantis ve Mu anlatılır ya. Bir bağlantı kurabilinir mi acaba? Dikkat edin lütfen! Ad-land-is, Se-MU-d!
Oysa batının tasvirlerinde özellikle filmler aracılığı ile Yamyamlığın Afrika veya Avustralya yerlilerine mahsus bir durum olduğunu sanırız. Onlara göre bütün yerli milletlerin tek bir adı vardır: Vahşiler! Ki bizim, Müslüman Türkler’in bile ismi “barbarlar” değil midir? Oysa gerçek yamyamlar Avrupa'dadır. Afrika, Okyanusya adaları, Uzakdoğu ve Amerika’daki yerli kültürlerindeki yamyamlıkla ilgili çok şey anlatılır ama Avrupa’daki yamyamlığa nedense pek değinilmez. Oysa Ortaçağ ve koloni döneminde insan eti satılan pazarların resimleri günümüze kadar kalmıştır. Birinci Haçlı seferi sırasında, o büyük insan kitlesi yolculuk sırasında yamyamlık yapmıştır. Anadolu’da ele geçirilen kalelerin halklarının nasıl yendiği anlatılır. Papazlar bile hatıralarında bunlardan bahsetmişlerdir.
"Mumyalar, Yamyamlar ve Vampirler" adlı kitabıyla Avrupa ve Amerika'da hararetli tartışmalara sebep olan Durham Üniversitesi hocalarından Richard Sugg'da bu itirafları yapan isimlerden olmuştur. Dr. Sugg'a göre Avrupa'da kökeni epey eskilere dayanan bu yamyamlık, yani insan eti, kanı, yağı, kemiği vs. tüketme geleneği vardır. Bu gelenekselleşmiş davranış öyle Ortaçağ'a mahsus filanda değildir. Bizim öykündüğümüz, aydınlarımızın ayıla bayıla hayallerini kurduğu güya "Aydınlanma dönemi" dediğimiz 18. yüzyılda dahi bu gelenek geçerlidir. Dahası, sadece fakir kulübelerinin yer sofralarında değil, muhteşem sarayların şaşaalı yemek masalarında da kafatası tozu veya mumya parçalarına rastlayabilirdiniz. "Geo" dergisi bu çarpıcı dosyanın kapağını nasılsa açtı ve yamyamlığın "Avrupa'nın karanlık sırrı" olduğunu ifşa etti. Ancak Türkiye'de kimsenin böylesine önemli bir dosyayı görmemesi de ilginçtir. Hem de Avrupa'nın bizi katliam yapmakla, barbarlıkla suçladığı bu zamanlarda gelen bu sessizlik hayret ve ibret vericidir.
Öyle ya, yamyamlığı suçlama konusu yaparak hep sınırlarının dışına taşımış olan Avrupa, bu bilgiler ışığında bakıldığında yamyamlığın dünyada en uzun süre yaşandığı kıtadır. Böyle bir kıtadaki Aydınlanma'nın biraz kanlı olması, onun pazarlanmasını zorlaştıracaktır ister istemez. Bu yüzden hem Sugg'un kitabını, hem de "Geo"nun haberini gündeme getirmenin tam zamanı değil midir? Bırakın çocuklarınıza Hary Potter, yüzüklerin Efendisi, Karayip Korsanları saçmalıklarıyla oyalamayı da işin bu gerçeğini insanlara öğretin. En azından kendi çocuklarınıza. Korku filmi çeken yapımcılar, bırakın cin filmleriyle bizde korkutabiliriz diye saçmalamayı. Batı tarihinden daha korkuncu yoktur.
Beyazları bir kazanda pişiren Afrikalı yamyamlar imajı, Batı anlatımlarında en sık tekrar edilen temalardandır. Avrupa'nın 16. yüzyıldan itibaren kendisi dışındaki dünyayı şeytan olarak görmeye başladığını, böylece onların her türlü aşağılanma ve köleleştirilmeyi hak ettiği yolunda bir “zulüm ideolojisi” geliştirdiğini biliyoruz. Böylece kendi coğrafyalarında yamyamlığı aleni olarak yaşayan kendi ahlakî ve coğrafi sınırlarının dışındaki kıtalardaki barbarlığın simgesi olarak sunmuşlardır. Kendileri insan eti yiyenler sapkınlardı. Öyle ya türünü yiyenler ancak 'yabaniler' olabilirdi. Bu mazinin lekesi vicdanen rahatsız edici olmaya başlamıştır. Uygar toplumda bu düşünülemezdi. Ancak bu görüşün geçersizliği ve samimiyetsizliği açıktır. 19. yüzyıl Danimarka'sında bile başı kesilen mahkûmların altında ellerinde kaplarla bekleşen insanlar görmeniz mümkündü. Özellikle gençse başı kesilen mahkûmdan akacak taze kanın sara hastalığına iyi geldiğine inanılırdı. Elbette bu geleneğin çok eski bir geçmişi vardır. Bir yandan Keltlerde kurban edilen bir insanın kanının kutsal bir kâsede toplanıp içilmesi geleneği vardı ve bu Hıristiyanlıktan sonra Aşa-i Rabbani ayinine dönüşmüştü: Ekmeği şaraba batırıp yeme geleneğine. Keltler bu kanın insanı iyileştirdiğine inanıyorlardı. Keza Roma'da cesetleri arenaya serilen güçlü gladyatörlerin vücutlarından alınan kanı hastalara içirilirdi. İşin şaşırtıcı tarafı, bu uygulama, 19. yüzyıl ortalarına kadar devam eder. Hatta idam edilen mahkûmun kanını içen kişinin ağzını sildiği mendil dahi elden ele dolaştırılarak şifa umulmuştur.
Öyle ki 15. yüzyılda Papa VIII. İnnocent ölüm döşeğindeyken kendisine, öldürülen 3 genç kurbanın kanı içirilerek iyileştirilmesi umulmuştu. Ancak bu tedavi işe yaramaz ve Papa hayatını kaybedr. Buna rağmen onu bu yolda yalnız bırakmayan başka papaların olduğunu da yazar tarih. Uygulamanın sadece papazlar ve halk arasında değil, anlı şanlı saraylarda da geçerli olması dikkat çekicidir. Hani,Kanuni'nin "Sen ki Fransa Kralı Françesko'sun" diye hitap ettiği I. François, yanında ufak bir mumya parçası taşıdığını da hatırlatalım. Bu arada Bilimsel Devrim'in filozofu olarak selamlanan Francis Bacon’un da mumya parçasının kanı durdurmaya yarayışlı bir ilaç olduğuna inandığını gel de bizim ilerici aydınlarımıza aydınlat!
Düşünün, İngiltere Kralı II. Charles'a ölüm döşeğinde bol bol kafatası tozu içirdiklerini. Çünkü acılarını dindirdiğine inanmaktadırlar. Zaten İngiltere'de Stuart hanedanının özel merak konusudur "ceset tıbbı". Bu arada Danimarka Kralı IV. Christian'ı unutursak haksızlık etmiş oluruz. Velhasıl modern Avrupa'da 200 yıl boyunca zengin olsun, fakir olsun, eğitimli veya cahil hiç fark etmez, herkesin az veya çok ama düzenli olarak yamyamlık yaptığını yazar, Richard Sugg. İnsan yağının da şifa kaynağı olduğuna inanan, vücuda merhem olarak süren veya yakı olarak yapıştıran bu insanlar doğaldır ki zombi, kurt adam, vampir hikayelerine inanırlar. Çocuklarına anlattıkları masalların korku dolu olması normaldir. Ki biz bunlara “korku” diyoruz, onlar için doğal olana.
O halde gerçek yamyamlar kimlerdir? Yabani ve ilkel mazlum coğrafyaların insanları mı, yoksa bu işi sonralarda kitabına uydurarak yapan eğitilmiş/uygar Avrupalı seçkinler mi?
Biraz daha ayrıntılayım bu sapkınların uygulamalarını. Yine belirtmek durumundayım; hiçbir korku kitabı, filmi bu sahneleri içerecek kadar şiddet dolu olamaz.
Temel esas hastalıklarla mücadele, ölümsüzlüğü yakalama, güzelleşme-gençleşme fikriyatına dayalı olduğu için en sapkın tez ve uygulamalar onlar için bir umut ışığıdır. Özellikle genç insanların idamı bu tür şifa bekleyen hastalar için umut kapısıdır. Ünlü tıp adamı Paracelsus'un öğrencisi kimyacı Johann Schroeder, ölü bedenin nasıl bir hayat iksiri haline getirilebileceğini şu sözlerle ifade eder:
"Cinayet ile ölmüş 24 yaşında esmer birinin kadavrası bir gece ay ışığında bekletilmelidir. Böylece kokusuz, tütsülenmiş bir et gibi olur."
Neden esmer tenliler tercih ediliyor derseniz, o zamanlar koyu derililerin daha sağlıklı olduklarına inanılırmış da ondan.
Orange hanedanından William'ın taht üzerindeki taleplerini destekleyen bir Protestan gürûhunun, Cumhuriyetçi Parti Başkanı John De Witt'i önce öldürdükleri, sonra da pişirip yedikleri gerçeğini unutmak ne mümkün; Bu arada John De Witt kim mi? Filozof Spinoza'nın arkadaşı ve koruyucusudur!
Tarihte kendi türünün et ve kanına (yağ ve kemiğine de) bu denli iştahla yaklaşmış olan Avrupa, her zaman olduğu gibi yamyamlığı (ve barbarlığı) kendi dışındaki kıtalara postalamayı bilmiş ve kanlı tarihini karanlığa gömmeyi, kendisini Aydınlanma kıtası olarak sunmayı başarmıştır. Çoğunlukla Ortaçağ usulü bir tedavi kılığında sunulup meşru gösterilmeye çalışılan "tıbbi yamyamlık", tam da modern İngiltere tarihinin sosyal ve bilimsel devrimlerinin zirveye çıktığı bir zamanda gerçekleşmiştir. Demek ki, Aydınlanma'nın karanlık yanının da aydınlatılmaya ihtiyacı bulunuyor.
Zerhavi’den, İbn-i Sina’dan habersiz kendi aydınlarımıza gelde bunu anlat! Onlar ki batılılaşma-muasırlaşma adına kendi tarih ve geçmişlerine küfretmeyi ilericilik olarak görüyorlarken…
Fehmi DEMİRBAĞ